Buna rağmen derslerim gayet iyiydi. Arada bir arayan babama ”tüm derslerim 5” diyebilmeliydim. ”Öğretmen en çok benim ödevimi beğendi, son yapılan deneme sınavında 1. oldum” diyebilmeliydim. O da gurur duymalıydı kilometrelerce uzaktaki oğluyla.
Dedim ya, ben her ne kadar sempatik gözükmeye çalışmışsam da becerememiş olsam gerek ki ; sınıf öğretmenim beni okulun yanındaki halk eğitim merkezindeki psikolojik danışmana götürürdü. Sohbet ederdik, uzun ince bir masada karşılıklı. Daha ilkokul 2’ye giden bir çocuk, adam yerine konulduğunu hissettiğinde ne kadar seviniyorsa, bende en az o kadar sevinmiştim. Ta ki yıllar sonra anladım ; babasızlığın verebileceği psikolojik travmayı önlemek için gittiğimi o danışmana.
Aylar, yılları kovaladı. Zaman su misali! Arkadaşlarımla sokakta tek kale maç yapardık. Kalenin bir direği sokak lambasının direği, diğeri ise ordan burdan bulduğumuz taş yığınlarıydı. Gelen ortaya, zamanın favori oyuncularından olan ”Michael Owen” edasıyla vuruyordum. Muhtemelen gol oluyordu! Uzağa giden topu, arkadaşlarımdan birinin babası getiriyordu ayağıyla kendi kendine paslaşarak. Elinde poşetler, güler yüzüyle evine geliyordu. Onu gören arkadaşım, direk babasının elinden taşıyabileceği miktarda poşeti aldıktan sonra kafasını babasının karnına bir kedi edasıyla dayıyordu. Babası onu gıdıklıyor, o gülüyordu. Ta ki apartmanın kapısına kadar. Bir kişi eksildikten sonra oyuna devam ediyorduk. Ben kaleciydim. Kalan arkadaşlarımdan birisi topa öyle sert vurmuştu ki; mahalle lügatında abanmak denilebilirdi ve köşedeki sokağı bile geçmişti top. Kaçan topu kaleci alır kuralına göre, aynı hızlı koştum ardından topun. Sonunda yakalayabildim topu, Murat Amca’nın yardımıyla tabii. Aşağıdan geliyordu ve durdurmuştu topu. Kaleye doğru ilerlerken küçük bir diyalog kurmak istemişti. ”Umut, oğlum sabahtan akşama kadar aşağılardasınız yahu”. Gülerek karşılık verdim. ”Ee annen, ablan nasıl?” gibi klasik sorularla bitirmişti yolu. ”İyiler, iyiler” dedim. Ama içimden çok sinirli bir şekilde: ”Babamda var benim, onuda sorsana!!!” dedim ama duymadı tabii. Oğlu Oğuzcan’ı aldı ve gitti. İki kişi kalmıştık derken, Rüçhan’ın da babası gözüktü köşeden. Tek başıma kalmıştım. Annem işteydi, ablam okulda. Top benimdi, yanımdaydı. Babaları onlarındı, sevgi onların. Gözyaşları benimdi gibi şiirimsi bir şey geçmiştir mutlaka aklımdan. Yerin pisliğine aldırmadan, oturdum sokak lambası direğinin altına…
Dakikalarca ağladım. Batan güneş arkadaşlık ediyordu bana sadece, ama neyleyim..?! O zaman için kafamda; ”Allahım, cebimdeki her şeyi, evdeki kumbaramı vereyim, al, yeni aldığım topu vereyim. Ama bana babamı ver, babamı” sözleriyle yankılanıyordu. Sanırım hayat beni olduğundan erken sınav ediyordu ve sınav olan kişinin -benim- haberim yoktu.
Ne olurdu yani, bir kerecik babam öperek uyandırsa? Okula o götürse, arkadaşlarım görse? Çok mu şey istedim bilmem ki…
Hatırlıyorum, 6 yaşlarındaydım. Babam, o zaman bizimleydi. Ama eve geç geliyordu. Yatağıma yatıp, uyumaya çalışırken ışık yandı. Kalktım, baktım ki gelen babamdı. Elinde bir Barış Manço kasediyle… Vaktin geç oluşuna aldırmadan koyduk kaseti teybe; ”Kara sevda, kara sevda dedikleri daha daha ne olabilir ki?” Hala saklarım o kaseti. Parasal olarak hiçbir değeri olmasa da.
Birde şu var; geçenlerde bir coğrafya dersi. Konu, nüfus müfus derken aileye geldi. Aileden anne-babaya. Sıra arkadaşım ile coğrafyacı sanki anlaşmışlar gibi yaramı deşmeyi başardı! Coğrafyacı: ”Şimdi, sen erkeksin. Babanla iyi geçinirsin” falan fıstık… İçinde baba sözcüğü geçen her cümleden kaçıyordum kendimce coğrafya kitabının sayfalarını kurcalayarak. Ama gözyaşlarım? Gözyaşlarım, adeta çekilmeyi bekleyen bir tetik gibiydiler. Nedendir bilmem; dünyada oluşuma, varlığıma sövgüler yağdırıyordum içten içe. Neden ağladığımı soran arkadaşlarıma: ”Coğrafya 3 düşüyor abi ya, napıcam ben!” gibilerinden bir cümleyle karşılık verdim. Evet, maalesef yalan söyledim.
Konuyu fazla uzatmadan sevinçlerimi de yazayım istiyorum. Yılda bir-iki kez gelir babam… Annemle hafif tartışmalı olduklarından, ben ve ablam için 1 hafta falan izin verirdi annem. Geldiği gibi bavulundan hediyelerini çıkarır, verirdi bize. Ardından erkek erkeğe muhabbetler başlardı. Uzanırdık yatağa sarılarak beraber futbol, mutbol. Hep Galatasaray’dan açılırdı konu ilk. Sonra milli takım. Sonra ben ezbere bildiğim halde, çocukluğumda 1000 kez dinlemiş olmama rağmen; babamdan ”Halit Kıvanç’ın Maç Anlatışı”nı isterdim. O da yapardı. Çok eğlendiriciydi. Ha birde, sofrada ablamla birlikte yarışırdık. Her sofrada yaşanırdı bu. ”Hadi baba, nerenin nesi meşhur oynayalım” derdim. Sorardı: ”Malatya?” Ben küçük yaşıma rağmen ”Kayısı” diye bağırır, sevinirdim. Annem bu halimi görünce kızar; ”Şımardın sen! Nasılsa gidicek 1-2 güne kadar.” diyerek bütün hevesimi kırardı. Sonra babam: ”Nolur yani sevinse çocuk” diye girerdi. Kavga başlardı. Odama çekilir, tekrar ağlardım ağlardım ağlardım… Yazımı Sunay Akın’dan şu dizelerle bitirmek istiyorum;
Ezilmiş bir çocukluk benimkisi
bir iskelenin
vapurların yanaştığı yüzüne asılıdır
üç tekerlekli bisikletimin
lastikleri
Annesiz büyüdüm çünkü
yani serçeydim
kar üstündeki
ve arka bahçesinde
kasabın beslediği kuzu
Dudaklarımı, işte bu yüzden
aile boyu
bir şişeye değdirip
içmeyi severim
gazozu.
alah kimseye sevdiklerinin eksikliğini yaşatmasın