Yüksek, oldukça yüksek bir tepeden şehri izliyorum. Boğaz köprüsü sağ çaprazımda. Arabalar geçiyor vızır vızır. İnsanlar oldukça küçük gözüküyor, aynı boyutta olduğum halde. Işıklar öyle boğmaya çalışsa da gecenin karanlığını, başaramıyor. Çabalamıyor değil. Ama başarılı da değil. Eğer başarılı olsaydı diye düşünüyorum, biz anlamazdık karanlığı. Ama başaramasa da yeterli verdiği ışıltı, şehri siyaha boyamamak için. Yetinmemiz için.

Sponsor Bağlantılar

Gelelim empati kurmaya.

Bütün bu gördüklerimi kafamda uzun süre düşündüm. Doğuştan görme engelli biri olduğumu varsaydım. İşin içinden çıkamadım.

Sonra doğuştan görme engelli birine bu gördüklerimi anlatmaya çalıştığımı varsaydım. Bazıları bana da inandırıcı gelmedi. Yani eğer görmeseydim inanmazdım yıldızların varlığına. Daha derine inecek olursak şeklini, durduğu konumu bile anlatamazdı kimse bana. Anlamazdım. Boğazın renginin şu anda siyahımsı göründüğünü, gündüz de mavi olduğunu söyledim kendime. Fakat siyah neydi? Ya mavi?

– Birer renk.

Siyahı anlatabilir miydim acaba hiç görmeyen birine?

Ya da beyazın paklığını ifade edebilecek bir betimleme var mıydı lugatta?

Olay sadece siyah veyahut beyaz üzerine değil. Herhangi bir renk tasvir edilebilir miydi?

Boğazı ne kadar anlatırsan anlat. Anlar mıydı? Aklı alır mıydı bu eşsizliği?

Her şey başka bir yana, aydınlık ve karanlık arasındaki farkı hazmedebilir miydi?

Genelleyecek olursak, göz denilen bir organımızın olduğuna ve bu organla nesneleri gördüğümüze nasıl inandırabilirdik ki onu?

Göz görmeyince gönül katlanır mı gerçekten?

Ve görülmeyen şeylerin inanılması zor olması onların var olduğu gerçeğini değiştirir miydi?

Soruların cevabı ne denli inandırıcı olabilir ki?

Empati gücümüzü sınırlandıran önemli bir yaşam tarzı bu.