Selam.
Size ve bizlerden uzakta olan Müslüman kardeşlerimize.

Belki bu yazdıklarımı çok garipseyecek ve çok şaşırıp afallayacaksınız. Belki de alaya alıp küçümseyeceksiniz. Önemi yok ne düşündüğünüzün ve neler yapacağınızın, benim amacım sizlerin ve bizlerin yaptığı yanlışların farkındalığına vardırmak.
“Korkusuzca başkaldırdık cesaretimize ve korkusuzca yendik cesaretimizi.“

Sponsor Bağlantılar

Sustuk, ses etmedik, boyun eğdik, üzdük, üzüldük, korktuk, ürktük, ne söylense doğru kabul ettik, sorgulamadık, zulmettik, zulmedildik, zulme sessiz kaldık, çalındık, çaldık, öldürdük, öldürüldük, ağlatıldık, ağlattık, kandırıldık, kandırdık, hükmettik, racon kestik, vurduk, kırdık, uyuduk, uyuttuk, uyutulduk, özgürlüğümüz kısıtlandı, yönetildik, kuklalaştırıldık, araştırmadık, birbirimize uyduk, yanlışa saptık, başkasının hakkını yedik, aldatıldık, aldattık, düşünmeye bile üşendik ve bunları bile bile nefes almaya devam ettik..

Sadece yaşamayı umduk, korkakça ve ürkekçe o sıcacık yatağımızda uyumayı tercih ettik. Büyüklerimizin itaatinden yanlış veya doğru yahut itirazsız veya şikâyetsiz hiç çıkmadık, emirlerini harfiyen yerine getirdik. Hayatı umursamadık, kimimiz kendi ölümüne sebep oldu, kimimiz ise başkasının ölümüne.

Fitne oluşturarak insanları birbirine düşürdük. Birbirimizin anneleriyle kardeşleriyle yattık. Kınadık, nefret ettik, rezil ettik.

Mutlu olmaktı amacımız ve bu amaç uğruna başkalarının mutluluklarını hiçe saydık. Çaldık, dilendik, dolandırdık daha sonra sesimizi başkasına duyurmak uğruna “LA İLAHE İLLALLAH” yahut “ELHAMDULİLLAH MÜSLÜMANIM”  dedik. Kandil geceleri, Cuma namazları yahut bayram gecelerinde toplandık. Pişmanlığımızı pekiştirdik ve tövbe yollarını aradık. Bağışlanma diledik. Üst üste namazlar kıldık, içtenlikle dualar okuduk. Ertesi gün hiç birşey yokmuş gibi fuhuş yatağına girdik.

Aslında bizim için sadece niyet önemliydi. “Niyetimiz temizdi ya, gerisini boş ver” derdik. İstersek her türlü pisliği yapalım fark etmezdi sonuçta niyet temizdi her zaman.

Her yaptığımız şer(kötü) şeyleri “kader” diye nitelendirir bir kerede geçiştirirdik.

Hiçbir zaman idam sehpasına kendimizi koymazdık, kendimizi suçlamazdık çünkü gariban yoksul ve biçare insanlar vardı onları idam ederdik.

“Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” sözünü hayatımıza geçirdik. Her zaman başımız sıkışmasın isterdik, zorluk çekmeyelim derdik. Bencillik ruhumuza işlenmişti işte.

Hatta başkası bize ”bu insan çok ahlaklı saygılı, camiden hiç çıkmıyor maşallah!” desin diye camilerden dışarı başımızı bile çıkarmadık.

Bizi düzenleyen her zaman millet denilen varlıktı. Onların deyimleriyle yol alır onlara göre kendimize şekil verirdik.

Yani menfaati değerler yerle bir olmasın diye her insanı yerle bir ederdik. Her türlü pisliği işledikten sonra pişmanlığımızı yenilerdik ve bir imam (şeyh), sofi, bilgin, veya alim diye geçinenlerin huzuruna varırdık. Anlayacağınız vicdanımızın baskısından büyüklerimize sığınırdık. Doğrusu kendimizi onların yanında tatmin ettiğimizin ve rahatı keşfettiğimizin bilincine vardığımızı zannederdik. Ama ne yazık ki sadece psikolojik bir avuntudan başka bir şey değildi.

Hayvanlaştık, köleleştik, aklımızı onlara emanet ettik. Ardından “günahım senin boynuna” dedik ve kendimizi kandırarak kendi hatalarımızdan kaçındık. Hiç araştırmaya bile yeltenmedik, sorgulamaya hacet bile duymadık çünkü kendimizi “onlar yanılamaz” diye avutmuştuk. Niye onlar bizler gibi insan değil mi? Yanılamazlar mı? sözlerini aklımızın ucundan bile geçirmedik.

Her zaman iki ciddi unsurumuz vardı; Günah ve Sevap.. Gece gündüz onlar için çalışır, çabalardık. Ellerimizde tesbih akşamdan sabaha, sabahtan akşama “BİSMİLLAH” yahut “ALLAHU EKBER” ve yahut Allah’ın isimlerini çekerdik. Sevap kazanıyoruz sanırdık.,

Ya da alırdık Kuran’ı Kerim’i elimize, ya ölümüze, ya hastalık geçirmişlerimize ya da sıkıntısı olanların, sıkıntısı defetmek için, anlamadan bilmeden okur ve üflerdik. Veya duvara asar kutsallaştırır ve duvara astığımız yerde uyuyamazdık bile haşa ayıp olurmuş. Ellerimize alırken ne kadar öpüp, koklayıp, kendimize sürttüğümüzü bile unuturduk.

“Kuran’ı Kerim’i biz anlayamayız!, Biz kimiz?, Biz Allah’ın dostları olamayız!, Etimiz budumuz ne?” der işin içinden kendimizi sıvıştırırdık. Niye bugün Allah’ın dostları diye geçinenlerin eti budu bizden daha mı fazla. Güldürmeyin Allah aşkına. Aslında her zaman kendimizi küçümserdik. Şeyh, alim, papaz, rahip, hoca vs, vs, bizden daha da üstündüler. Çünkü onlar Allah’a daha yakındıydılar, çünkü onlar Allah’ın evliyalarıydılar… değil mi?

Cemaat denilen gruplara girer, kendimizi hocamızın veya müritlerimizin gözüne girdirmek için her türlü işi kusursuzca yerine getirmeye çalışırdık. Hatta ters ters konuşan biri mi oldu veya görüşlerini mi açıkladı, nefes aldırmadan “müşrik, münafık, veya fasık” diye yanımızdan kovar yahut sopalarla, silahlarla veya bıçaklarla birbirimize girişirdik. Zaten bunun sonu ya parmaklıklar arkasına, ya da toprak altına giderdi.

Yahut çok biliyorduk, her konuşanı susturacak kadar çok biliyorduk, ama hiçbir zaman bildiklerimizi anlayamadık veya bildiklerimizi hiç yaşayamadık. Sadece uyarıcı olmayı tercih ettik. Başkalarının hatalarını yüzüne vurmaktan yana olduk, ne yazık ki kendi hatalarımızı yüzümüze vuracak kadar cesaretli olamadık.

Veya

“Daha onbeş, onaltı, onyedi… yaşındayız, şimdi çok genciz biraz eğlenelim, gezelim, tozalım daha çok ömrümüz var ilerde Allah’a ibadet ederiz.” Dedik ve her türlü melaneti(kötülüğü anımsatan işleri vs) işledik. Bir saatine bile garanti veremediğimiz ömrün, yıllar sonrasını düşündük.

Tabii bir de o yaşlarda ergenlik denilen dönemin baskısıyla “aşk, sevgi  (veya adına ne derseniz)” denilen ama içeriği cinsel ihtiyaçtan başka bir şey olmayan ilişkilerle birbirimizin ailesiyle yatağa girdik. Sonunda gene pişmanlık kapımızı çaldı ve yine bilginlerimizin ayaklarına vardık. Birkaç ibadetten sonra yine nefsimize söz geçiremedik ve yine aynı şeyleri tekrardan yaşadık. Doğrusu ne kadarda çok maske değiştirebiliyorduk değil mi?

Hep güzelliklerin olmasını umut ederdik yaşantımızda, bu güzelliklerden eğer hoşnut isek kendimizden, eğer hoşnut değilsek ve şikayetçi isek Allah’tan bilirdik. İsyankar duygularımız pekiştirirdik ve Allah’a karşı gelmeye cesaret ederdik. Ne zaman ki öfke ve sinir unutmakla son bulunca, bağışlanma yollarını arardık. Ne kadar da sözlerimizden aniden dönüyorduk değil mi?

Ya da

Bilgimizle, öğreticiliğimizle, saygı duyuşumuzla, itibarımızla övündük, kibirlendik “ben neymişim” dedik. Artık o kadar ki kendimizi üstün gördük ki, başkalarını aşağılama, restleme, ve rencide etmekte kimseye sıra vermedik. Her türlü söylentileri inkar ettik çünkü her zaman biz daha iyi biliyorduk. Anlayacağınız herkes yanlıştı tek doğru kendimizdik. Oysa ki hayatımıza baktığımızda onlardan farksızdık ama biz kendimizi öylesine yükseltmiştik ki, sanki herşey bizim için yaradılmıştı adeta. Düşüncesiz
yaratıklara dönüşmüştük. Doğru ya! tek gerçek bizdik unutmuşum düşünmeye bile gerek yoktu zaten.

Yahut birisinin hatasını mı gördük, hemen dışlardık, red ederdik, kınardık aşağılardık, sebep ise yanlış yapmıştı. “Peki bu yanlışı düzeltemez mi” diye hiç düşünmedik, anında kapı dışarı ettik. Sadece bir yanlışından dolayı hayatımızdan, değerlerimizden, en önemlisi de İslam’dan haddimiz olmadığı halde sildik. Ne büyük cesaret! Hiç? başkasını küçük bir hatasından dolayı, böyle dışlarken, kendi hatalarımızın da olup olmadığına baktık mı?

Müslüman diye geçiniyorduk, ama soluğu ya meyhane ya da kerhanede alıyorduk.

Çoğu zaman hayatın içerisinde ki sınavlardan dolayı, biçareleştik, depresyona veya bunalıma girdik binbir duygu haline büründük. Yönelmesi gereken Allah’ı unuttuk. Veya Allah’ı hayatımızın hiçbir yerine koymadık, sadece zor anlarımızda, sıkışıklığımızda, Allah’ı hatırladık ve ondan yardım diledik. Ne kadar da nankördük değil mi? Çünkü her zaman çıkarcıydık. Ama bunlara rağmen, her zaman Müslümandık.

Ya da kafamızı açıp, makyajlarla şekil verdikten sonra, sokak, cadde veya meydanlar demeden başkalarını tahrik etmek uğruna, dolaşıp durduk. Altımızda mini etek, üstümüzde dekolte denilen göğüslere açık bir giysi ile özgür olduğumuzu zannederdik. Oysa ki milletin gözlerine esaret olmuştuk özgürlük namına hiçbir şey yoktu. Belki niyetimiz temizdi, belki saftık, kimseyi etkilemeyi ummuyorduk. Ama ne çare ki, dış görünüşümüzden dolayı “oruspu, sürtük, ve yahut vücuda bak, keşke benim olsan” gibi sözlere maruz kaldık. Belki birçoğumuzun hoşuna gitmiştir bu kelimeler, belki de bir çoğumuza çok dokunmuş ve bağıra çağıra ağzımıza ne geldiyse onlara yakıştırmışızdır. İşte her zaman niyete önem verirdik ve kim inancımızı sorsa “MÜSLÜMANIM” derdik. İşte bizim İslam anlayışımız buydu.

Ne kadar da aciz ve düşkündük. Şeytan ve nefsimizin oyuncağıydık. Sürekli onların istekleriyle halden hale girerdik. İşte ne yazık ki adımız Müslümandı, yaşantımız İslam’dan çok, çok ıraktı.

Acaba Müslüman ne demekti? Biliyor muyduk? Oysa ki göğsümüzü kabarta, kabarta Müslümanız diye gezerdik.

Peki, İslam neydi? Hiç sorguladık mı? Yoksa niyetimizin temizliği, bunları sorgulamamaya, bahane miydi?

Yahut anne, baba, atalar veya diğer özendiklerimiz, Müslüman diye mi, kendimize Müslüman diyorduk. Genelde hep öyle olurdu, İslam bir özenti diniydi. Ama ne yazık ki bizde İslam’a dair hiç birşey yoktu. Yoksa yanılıyor muyum? Oysa ki siz şimdi diyeceksiniz, namazda kılıyoruz, oruçta tutuyoruz, Kuran da okuyoruz, haccı da, zekatı da tastamam yapıyoruz

Doğru bunları her zaman yapar ve hiç kaçırmazdınız.. Ama ne yazık ki bunları yaparken birde yanına ek menü koymayı aksatmazdınız.

Ek menüde şunlar yer alırdı;

* Zina                   
* Yalan
* Fitne
* Gıybet
* Öfke
* Kin
* Haset
* Hırs

Vs. gibi unsurlar, ana yemeğiniz olan (namaz, oruç, zekat, hacc, oruç) dan sonra ki tatlı çeşitleriydi. Ne zaman ki açlığınızı yitirip sofradan kalktınız, o zaman, hesap gelir ve pişmanlıklarınız ağır basardı. Hesapta ise şu ibareler yer alırdı;

* Zina                    (Beş Sevap)        
* Yalan                  (İki Sevap)
* Fitne                   (Üç Sevap)
* Gıybet                 (Üç Sevap)
* Öfke                   (Bir Sevap)
* Kin                      (İki Sevap)
* Haset                  (İki Sevap)
* Hırs                     (Bir Sevap)

Toplam = On Dokuz Sevabınız hesabınızdan kesilmiştir.

Hesap baya ağır gelmişti vicdanımıza değil mi? Kaldıramıyorduk o yükü.. Hemen alelacele sofi, imam, şeyh vb. büyüklerimizin kapısını çaldık. Vicdanımızın baskısından dolayı şikayetçi olduk. Ve yine her zaman ki gibi tevbe yollarını aradık, ne zaman ki, vicdanımız işkencesini bitirdiğinde, yine uslanmadan, utanmadan aynı sofraya oturduk.

Dostumuz Allah zannederdik, ama ne yazık ki şeytanla aynı yastıktan uyanmadığımız, hiçbir gün yoktu

Ara sıra cübbemizi takar, Kuran’ı göğsümüze dayar ve kendimizi dindarlığa vurur cadde sokak fark etmeden göze çarpmak uğruna, rezillik üstüne, rezillikler sergilemeye devam ederdik.

Milletin deyimleriyle kalkar oturur “el alem bize ne diyecek” korkusuyla buram, buram hareket eder, ve ikiyüzlülük kaidesinden şaşmamak farzıyla, yaşantımızı somut bir şekilde etrafa yansıtırdık.

Veya hep tembellikten yana olduk, kendimize güvenmezdik, hatta küçümserdik. Çünkü her zaman biz koyun, herhangi bizi yönetenler ise bize güden çobanlardı.

Nefsimizin ve şeytanımızın esareti altına girdik. Çünkü başka çaremiz yoktu. Bahanelerimiz sayılamayacak kadar çoktu. Mazeretlerimiz sonu görülemeyecek kadar uzundu. Evet çünkü biz böyle yaşamak zorundaydık. Hatta buna kendimizi kabullendirmiştik. Müslümandık evet, Müslümandık ama, özgürdük her necisi(pislik) yapabilirdik.

“Çünkü din zorlayıcı değildi.” Cümlesini bile yanlış algılamıştık.

Nefsimize ve şeytanımıza göre tasarlamıştık İslam’ı. Hiçbir sorun yoktu bizim için.. Hatta tasarladığımız İslam dininde sürekli kavramların anlamlarını değiştirir, kendimize göre biçimlendirirdik.
Bakın tasarladığımız İslam dininden bazı örnekler;

* Yalan konuşabilirdik, çünkü yalanı “pembe, beyaz vb. yalan” diye nitelendirirdik.
* Zina yapabilirdik, çünkü zinanın adını “aşk” koymuştuk.
* Hırsızlık yapabilirdik, çünkü “ne yapalım aç mı kalalım çaremiz mi var” diyerekten geçiştirirdik.
* Adaletsiz olabilirdik, çünkü “tanıdığımı, akrabamı savunmalıyım yoksa aramız bozulur” diyebiliyorduk hiç çekinmeden..
* Başkasının iyiliği istemezdik, çünkü her zaman “ben, ben ve ben” diyebiliyorduk, zaten gerekende buydu, sadece ben..
* Birbirimizin hakkında, rahat rahat konuşabilirdik, çünkü “biz birbirimizin iyiliğini istiyoruz veya o kişide öyle davranmasın” diyebiliyorduk, karşıdakini düşünemeden..

Ve bir sürü örnekler.. Gerçi tüm bunlara rağmen “Elhamdülillah Müslümandık” ama , neyse…
Gerçekten, bizim bunları yapmamızla Müslümanlık oluyor muydu?
Hristiyan veya Yahudilerden uzağız derdik. Bakalım gerçekten uzak mıydık onlardan? ;

* Onlarda da kısacası, zina, hırsızlık, aldatmak, yalan, iftira, gıybet, hırs, öfke, vs. vs. gibi fiiliyatlar vardı. Bizlerde de vardı, bizi onlardan ayıran tek şey… İbadet tarzımız ve Allah’a olan inancımız. Ama her zaman fiiliyatlarımız aynıydı.

İşte her şeye rağmen Müslümandık. Yaptıklarımız İslam’ı andırmasa bile…

Bugün Filistin’de, Çeçenya’da, Gazze’de, Hama’da Müslüman kardeşlerimiz öldürülüyor, Düşünsenize Müslüman kardeşlerimize zulmediliyor, öldürülüyor, tecavüze uğratılıyor ama bizler (yani Müslüman diye geçinenler) hiç sesimizi çıkarmıyoruz. Ne oluyor bu ne sessizlik! Hani o dinine sadık olan Müslümanlık!

Dedim ya Müslümanlık dillerimizden aşağı inmiyor, yutkunamıyoruz her zaman sakız gibi ağzımızda çiğniyoruz.

Peki biz yarın
toprağa kavuştuğumuzda, hesap vermek için tekrar diriltildiğimizde nasıl hesap vereceğiz bugün yaptıklarımızdan ötürü Allah’a. Neyimize güveniyoruz!

Hiçbir zaman sonunu düşünmüyoruz, bugün neredeyim ve ilerde ne olacağım diye hiç sorgulamıyoruz. Başkalarının aklıyla hareket ediyoruz onların bizi diğer tarafta kurtaracağını zannediyoruz ama çok yanılıyoruz.

Biz dün doğduk bugün yaşıyoruz ve yârin öleceğiz… Ve zaman aleyhimize işliyor durumda. Kendimize eğer çeki düzen vermez isek çok pişman olacağımız bir yola razı olmak zorunda kalacağız.

Şu bir gerçektir ki; iyi bir kişiliğe sahip olmak istiyorsak “dürüstlük” şarttır.

Aslında önümüzde iki yol  var ve ikisinden birini dürüstçe seçmemiz lazım;
Birincisi “İSLAM” adaletin, mutluluğun, huzurun, rahatlığın, sevincin, ve güzelliklerin olduğu bir hayat tarzı…
İkincisi “GAYRİİSLAM”  adaletsizliğin, mutsuzluğun, huzursuzluğun, rahatsızlığın ve güzelliklerden mahrum olan bir hayat tarzı…

İstersek Birincisini, istersek İkincisini istersek de ikisini bir arada götürebiliriz.

Ama Allah için önemli olan, sadece birincisi yaşamaktır. Birincisi ve ikincisi de bir arada yaşasak, veya sadece ikincisini yalnız yaşasak, fark eden hiçbir şey olmayacaktır yine sonumuz cehenneme tabii tutulacaktır.

Ama Birincisini hakkıyla yaşamaya çalışırsak ve çabalarsak inşallah Rabbimizin bize verdiği söz ile Cennete tabii tutulacağız.

Belki bu dediklerim umurunuzda olmayacaktır, belki de düşünüp feyz alacaksınız, belki beni alaycı bir tavırla karşılayacaksınız. Oysa ki şu bir gerçektir hepiniz benim kardeşlerim ve yahut ablalarım, abilerimsiniz.,

Bir süreye kadar Anne-Baba itaati altında, yaşamımızı sürdürürüz. Ama daha sonra onlarda bırakıp gider ve tek başımıza kalırız. O yüzden hayatımızı doğru yol üzerine çizmemiz gerekiyor. Çünkü önceden de dediğim gibi dün doğduk, bugün yaşıyoruz ve yarın öleceğiz..

Hidayeti keşfetmek üzere, Rabbe emanet olunuz…

M Ensar GÜNDÜZ
YANILGI11/03/2013