Mainz, 10.03.2009

Kuşkusuz bugün Türkiye`mizde artık yadsınamaz hale gelmiş olan bir „bölünmüşlük“ hali vardır. Dilerseniz buna „kutuplaşma“ da diyebilirsiniz. Ancak bu, bazı çevrelerin kasıtlı olarak pompaladığı gibi vatan toprakları yahut millet arasında meydana gelmiş olan bir bölünmüşlük değildir. Böylesi tumturaklı bir iddia „şehir efsanesi“`nden öte bir anlam taşımaz.Bu bölünmüşlük hali tamamen zihinlerde yaşanmaktadır. Millet ile „elitist zümre“ arasındaki bu zihinsel bölünme günümüzle sınırlı değildir. Hatta bu bölünmüşlük halini Cumhuriyet ile sınırlandırmak bile tarihi gerçekliklere aykırılık teşkil eder. Zira bu bölünmüşlüğün temelinde son dönem Osmanlı aydınlarının kolay olanı seçip batı karşısında „teslim“ olmaları yatmaktadır. Bilindiğinin aksine bu ülkede „Batılılaşma“ kararını Cumhuriyeti kuranlar değil Osmanlı saray çevreleri vermiştir. Dolayısıyla bu tarihi, sözümona bozulan düzeni tamir ve tadil etmek üzere adlarına „tanzimat“ ve „ıslahat“ denilen ve müthiş bir İngiliz sevdalısı olan Mustafa Reşit Paşa tarafından imzalatılmış olan o meşùm anlaşmalara kadar çekmek mümkündür. Yapılan bu anlaşmaların neticesinde Osmanlı devleti siyaseten batılılar tarafından teslim alınmıştı. Dahası bu anlaşmalarla saray çevrelerinin zihinleri „iğdiş“ edilmiş, ardından rezil bir teslimiyet ve onun ardından da içinden çıktığı kabuğa tiksinti ile bakan salyangoz misali, kendi medeniyetini hor görme anlayışı kafalarda yer etmeye başlamıştı. Saray çevresinin adeta bir „sera bitkisi“ özeniyle beslediği bu „yarı resmi“, yarı yerli“ aydınlar vasıtasıyla kısa sayılabilecek bir zaman zarfında devlet-millet kaynaşması dinamitlenmişti. Teorik olarak Osmanlı sultanlarının yetkilerini sınırlayarak sözümona „hukukun üstünlüğü“ nü savunan bu yapılanmalar sultanların yetkilerini sınırlamayı başarmış ancak hukukun üstünlüğü yerine kelimenin tam anlamıyla bir „üstünlerin hukuku“ durumu oluşturmuşlardır. Yani sultanın yetkisi elinden alınmış ve „seçkinci zümre“`nin eline verilmiştir.Nitekim Bab-ı alinin duayenlerinden sayılan Reşit paşa hayranı İbrahim Şinasi efendi, hepsini sevgili paşası için yazdığı kasidelerinden birinde paşayı „fahr-i cihan-i medeniyet“ yani medeniyet dünyasının övünç kaynağısın diye övdükten sonra,

Sponsor Bağlantılar

„Bir ıtık-namedir insana senin kanunun
Bildirir haddini sultana senin kanunun“

diyerek yukarıda sözünü ettiğimiz çerçeveyi doğrulamaktadır.

Milletin mal, kan ve canını şahit kılarak muazzam bir „iman“ hamlesiyle yaptığı İstiklal harbinden sonra çok iddialı bir söylemle iktidarı ele geçiren kadro, saltanat ve hilafeti lağvedip cumhuriyeti ilan etmiş ama „elitist“ çevrelerin „üstünlük hukukunu“ kaldırmamış sadece sahibini değiştirmiştir. Üstelik bu dönemde, daha önce yarı resmi, yarı yerli dediğimiz „aydın“ çevre „tam resmi“ ve „yersiz“ aydın çevre ile tahkim edilmiştir. Öyleki bu dönemde, üstünlerin hukukunu korumak için çoğu zaman „zecri“ tedbirlere başvurulmuş ve toplum üzerinde inanılmaz baskılar uygulamaya konulmuştur.

Savaştan henüz çıkmış yorgun, bitkin ve fakir halkın yapılan bu uygulamalara „ilenmek“ dışında yapabileceği hiç bir şey yoktu. Millet mecburen bu baskılara katlandı ve sabırla „Hakimiyyet bila kaydu şart milletindir.“ Veciz ifadesinin gerçekleşmesini bekledi.

1950`li yıllara gelindiğinde değişen dünya şartları artık Türkiye`nin tek adam diktatörlüğü ile yönetilemiyeceğini göstermişti. Ülkenin tek sahibi olan CHP lütfen! Çok partili hayata yeşil ışık yaktı. Yapılan zorbalıklar ve baskılardan iyice bunalmış olan Anadolu insanı adeta bir “beyaz devrim“ yaparak demokrat partiyi kendisine benzer bulduğu için iş başına getirdi. Millet bu hamle ile ülkede bundan böyle hukukun üstünlüğünün sağlanacağı yolunda bir kanaate vardı. Fakat öyle olmadı. Dünya`daki konjönktürel değişimlere paralel olarak „elitist zümre“ bir başka partiye izin vermişti ama bu kendi hukukundan (yani yüksek menfaatlerinden) vazgeçeceği anlamına gelmiyordu. Zira hukukun üstünlüğünün sağlandığı bir yerde „üstünlerin hukuku“ na yer olamazdı. Millet ile işi olmayan bu „zinde güçler“ kendi ali menfaatlerini korumak maksadıyla milletin vergileriyle vatan savunması için aldığı silahları millete yönelterek zorla üstünlerin hukukunu karuma yoluna gittiler ve kanlı darbeler yaparak millete sadece görece bir „sandık“ hakkı verdiklerini kendi üstünlüklerinden asla vazgeçmeyeceklerini  hatta gerekirse onun seçtiklerini idam sehpalarında bile sallandırabileceklerini ilan ederek millete gözdağı vermekten imtina etmediler.

Bu meyanda failleri ve filleri ne yahut kim olursa olsun; 27 mayıs, 12 mart, 12 eylül, 28 şubat ve benzeri bütün kalkışmaların amacı „hukukun üstünlüğünü“ yok edip „üstünlerin hukukunu“ zorla hakim kılmaktır.

Bugün ülkemizde verilmekte olan kavga`da aynı kaynaktan beslenmektedir. Kavga millet ile bir avuç „elitist“ arasında biteviye sürmektedir. Üstünlerin hukukunu savunanların en azından küçük bir kısmının mahkeme kapılarına kadar getirilebilmiş olması, hukukun üstünlüğünü savunanalar tarafından bir kazanım gibi görülse de bunun yeterli olmadığı açıktır. Zira üstünlerin hukukundan yana olanlar bu ülkede hala çok sağlam mevzilere sahip durumdalar. Esasen millet bu kuşatılmışlıktan kurtulmak ve hukukun üstünlüğünü sağlamak için elinden geleni yaptı, yapıyor. Şimdi sıra milletin seçtiği temsilcilerin aynı kararlılığı göstermesine gelmiştir. Millet temsilcilerinin „Hukukun üstünlüğü“ nü ikame etme konusunda istekli oldukları inkar edilemez. Ancak bu konuda istekli olma keyfiyeti asla yeterli değildir.Yılmaz bir azim ve çelik gibi bir irade gerekmektedir. Bakalım zaman ne gösterecek?
Baki Selamlarımla.

Ömer Erdem
Mainz/Almanya
o.erdem@web.de