Bütün dillerde aktif bir kelimedir, yol. Yani hatırlatılmadan hemen hatırlanan anne, baba, ekmek, su gibi en kolay kelimelerin ardından gelir. İster tek dil bilsin konuşmacı, isterse birçok dil konuşsun, en zayıf konuştuğu dilde “yol” kelimesini mutlaka bilir. Yolunu bulamaz, bilmezse. Anadolu’nun dağları ardında, yollara çok uzak kalmış, bilemediğimiz köyleri vardır. Ve o şirin köyünden çıkma fırsatı bulamamış insanlar yaşar, bize ulaşamayan yollarda. Köyünden dışarı çıkma imkânı bulamamış, dil kültürü gelişme gösterememiş, iki yüz kelimeye sahip insanımızın dilini süsler, yol. O küçücük köyünün içinde, o kadar çok yol vardır ki, sayamazsınız. Anne, baba, ekmek, su gibi dedik. Hepsine ulaşmanın uzun ya da kısa yolları vardır, çünkü.

Çeşit çeşittir, yollar. Soyut ve somut yollar vardır. Bulunmayı ve aşılmayı beklerler. Derdini anlatmanın yolunu arar insan. Bazen de anlamanın, güzel anlayabilmenin yollarını araştırır. Bazen dermanına gitmenin yollarını bulur. Bazen de sevgiliye, sevdiklerine, özlediklerinin yanına gitmenin yollarını arar. Bazen, yollar uzaklaştırır, sizi sıladan, yolunu gözlersiniz sevdiklerinizin. Kara tren gecikir ve şarkılara konu olur. Ve yollar, şarkılarda uzun, ince, dar olarak karşınıza çıkar. Koca Veysel baba’nın, doğumla başladığını belirttiği yollar, kabirlere kadar uzanır. Uzun, kısa, kestirme, dolambaçlı olanları vardır. Dedik ya çeşit çeşittir, sonsuzluğa. Hatıralarınızda, mutlaka çok keyif aldığınız seyahatler vardır. Sıkıntıyla bitmek bilmeyenlerini de saklarız anılarımızda ve şiir olur defterlerimizde, anlamsız olsa da başkalarına.

Sponsor Bağlantılar

SARIKAMIŞTAN GELMİŞTİM

Kaç defa Sarıkamış’tan, kan vermeye gelmiştim sana

Günü tüketemeyen saatler, bitmek bilmeyen yollar

Gönülde hasret, acı ve tasa boğuşurlar yan yana

Kaç defa Sarıkamış’tan, kan vermeye gelmiştim sana

Demiştin, istemem hiç kimseden iyileşmek için, sen

Ali’nin kanından başkasına dokunmam asla ben

Atın iyisine derler doru, durur mu hiç delikanlım? Delidir, deli

Kaç defa Sarıkamış’tan kan vermeye gelmiştim sana…

Ali

Bütün yollar, mutlaka vasıtalarla aşılır. Uzun bir yola kafilelerle çıkarsınız veya uzun bir yolu hızlı götürücülerle yakın edersiniz. Bütün hedeflerinize ulaşmak için bir yolunuz ve o yol için bir vasıta mutlaka vardır. Anne ve baba vasıtadır, bizlere. Nasıl gelebilirdik ki onlar olmasa, dünyaya? Bütün bu yol ve vasıtaların ise kullandıkları usuller, kendi tarzları vardır. Kaide ve kurallar emniyetle aşmamızı sağlar yolları, emin vasıtalarımızın eşliğinde.

En güzel kuralı anne ve baba olmanın, görürler birbirlerini, bir sıcaklık sarar bedenlerini ve ruhu, ömür boyu onunla karşılıklı bir koltukta oturabilmeyi hayal eder. Kendini ona adamaya karar verir, her ikisi de. Ve bu ikilinin ahenkli birliğinden doğan sayısız üçüncülerden, kıskanacaksınız belki ama sadece bir tanesidir siz olan. Ama dedim ya bir tane yani bir taneciksinizdir. Eğer kanat olup ortak bedenlerine, uçarlarsa Allah’a, ortak eder onları cennetine. Yine çok güzel bir sonuçtur, cennet. Daha sonra anne ve baba da olabilmeyi başarabilmiş olan bu ikilinin güzel birlikteliklerinin, bir olmak arzularının getirdiği üçüncülerden, meyvelerdendir cennet de, sizin gibi.

Allah’a giden yollarsa mahlûkatın nefesi adedincedir. Fakat dar, geniş, uzun, kısa, sıkıntılı, ferah, çıkmaz sokak gibi ucu bitiveren yollar görülür. Allah’a giden yol haritasını incelediğimizde tek yolun haricindeki bütün yolların kapandığını görürüz. Bu tek yol, övülmeye ve tasdik edilmeye layık peygamber efendilerimizin en yücesi ve zincirin son halkası, tepenin zirvesi, hatemi, son peygamber Hz. Muhammed (S.A.V.) efendimizin ümmetine hediye ettiği yoldur. Kuran-ı Kerim ve sünnet-i seniye yoludur. Dosdoğru sonsuzluğa uzanır. Bu yolun yolcuları, Allah’a ulaşırlar, Onu anlama yolunda sonsuza kadar artarak devam eden bir haz ve temaşaya dalarlar.

Allah’a yaklaşmanın nihayeti yoktur. İki kaşın arası kadar yaklaşan peygamber efendimiz bile, sonsuza kadar ona yaklaşmaya ve daha çok anlamaya devam eder. Gerçek ilimdir, O’nu anlamak ve O’nu anlamak için gerekirse Çin’e gitmeyi doğru bulur. Onun yürüdüğü yol ise onun mübarek ayak izlerini takip etmek isteyecek herkese ebediyen açık olacaktır. O günün şartlarındaki Çin yolu meşakkatlerle dolu tehlikeli bir yol olup Çin’in bizatihi kendisi Müslümanlar için en tehlikeli mekânlardan olması sebebiyle ne anlamlı bir örnek oluşturmaktadır.

Bu nasıl kavrayışları aşan bir yolsa, enine ve boyuna sonsuzluğa uzayan tek yol da çeşitliliklerle doludur. Bazen boynuz kulağı geçer. Taptuk ile Yunus ya da Şems ile Mevlana gibi. Öğrenici, öğreticiyi ya da yolcu kılavuzu aşar, daha da yükselir. Sonsuza kadar hep ona yaklaşır. Cebrail de bir noktaya kadar kılavuz olmuştur, kendi kılavuzuna. Sonra buradan öteye gidemem, yanarım ya Resulullah demiştir. Kim bilir? Belki de kaç Cebrail yanmıştır, o yolda (süslemedir, tabiî ki Allahın emri ile hareket eden Cebrail aleyhisselam emredilseydi kendisine ateş olabilecek olgulara dalardı). Başka bir götürücü, Burak gelmiştir sonra. Fakat bazılarının ilk başladığı noktaya hiçbir zaman ulaşılamaz. Hiçbir kimse peygamberimizin başladığı noktaya varamaz. Bu idrak dışıdır.

Bu noktada merhum üstat, Necip Fazıl Kısakürek’in

Anlamak yok çocuğum anlar gibi olmak var

Akıl için son tavır saçlarını yolmak var,

Dizelerini hatırlamadan geçemiyoruz.

Allah’a giden o tek yol da, yine mahlûkatın nefesi adedince artar. Her anlayış ve izan’a, her fıtrat ve yaratılışa genel geçer usulleri dairesinde toleranslar ve yaşadığından zevk alabilme keyfiyeti sunulmuştur.

Aynı yol üzerinde, farklı vasıtalarla seyahat edebilirsiniz. Üstelik aynı vasıta ile yol alanlar bile farklı haz ve algılamalarla yollarına devam ederler. Kimi şu saatte uyur, diğeri sonra. Bazen birinin gördüğü manzarayı öbürü görmemiştir, kayıp değildir aslınsa önündeki diğer güzelliklerin arasında. Tur rehberi sizi olması gereken yerlerde uyanık tutar. En gerekli bilgileri tek tek atlamadan aktarır. Bu seyahat özgürlüğünün içinde, aynı yolun kural ve disiplinleri de vardır, maksada ulaşmak ve huzuru sağlamak için.

Her yol usul ve kaidelerince, kaptanın nezaretinde yolcularını kendi hedefine taşır. Yani her yol kendince bir usul, hedef ve kılavuz sahibidir. Peygamber efendimizin, bizi içinde bulunduğumuz noktadan alarak, Allah’a taşıyacak yolunun usul ve kaideleri ise bizzat onun mübarek ağzından ve mübarek yaşantısı rehberliğinde, taliplerine aktarılmıştır. Bu sebeple yolun kaidelerini, kendinden sonra yaşayanların sadrına olduğu gibi aktarmıştır. Onlar da daha sonra geleceklere rehberlik etsinler, diye. İşte bunlar Allah’ın dosdoğru yolunda kendilerine nimet verilenlerdendir1 (Fatiha-ı şerif).

Göğüslerden aktarıla gelen doğru yol bugüne, bize ulaştırılmıştır. Sadece satırlarda geçen düz bir metin değildir, İslam. Gönüllerde, yani yarılarak üzerine tohumlar atılan toprak gibi sadr içinde kök salan, filizlenen ve dal budak veren nimettir.

İslam sadece yaşarken riayet edilmesi gereken kurallar, yapılması gereken ibadetler bütünü değildir. Bizi bir tekâmül sonucunda sılamıza, geldiğimiz yere, Cenabı Allah hangi katından ruhumuzu gönderdiyse, oraya taşıyan bir yoldur.

“Her şey aslına döndürülecektir” ruhumuzda geldiği kutsal makama[i] götürülmelidir. Her şey kendiliğinden aslına döner. Topraktan gelen cesedimizin, cesedi yolculuğu ise toprakta son bulur. Yoktan gelen yok’a gider. Ama ondan gelen Ruh’un2 ona ulaşması, bize irade edilmiştir. Evet, ruh ona döner ama Celal sıfatında kalarak cehennem azabına ya da Cemal sıfatına geçerek cennetine ve daha güzel olan zatının aşkına ulaşması ve nihayetinde güzel Cemalinin izlenmesi bize bırakılmıştır.

Ahrette çok uzun süreler sürecek olan hesap kitap akabinde, tekrar toprak edilen mahlûkata bakıp da “küntü turaba” ile biten emrindeki gibi “keşke bende toprak olaydım”[ii] dememek için alınması gereken bir yoldur, İslam.

Cesedi yolculuktan mana, bedenimizle bu dünya üzerinde yaşarken, uyulması gereken kurallar bütününü icra ederek yaşamaktır. Ruhi yolculuk ise olgunlaşma kademelerini aşıp, Allah’tan aldığımız ruhu ona götürmektir. İslamda her ikisi içinde ayrı ayrı fakat birbirine derç edilmiş yol bulunmaktadır. Bu yollar, Onun emir ve yasaklarının gözetildiği şeriat ve şeriattan kıl kadar ayrılmadan ruhi olgunluk ve kemalata eriştirecek tasavvuftur. Şeriat İslam ilmihallerinde tarif edilir, tasavvufsa gönüllerde olgunlaşma sanatıdır.

“Şeriat, tarikat yoldur varana, Hakikat, marifet ondan içeru”

                                                                    Yunus Emre

Bil şerîat emr ü nehyi bilmek imiş ey gönül

Hem tarîkat râh-ı Hakk’a gelmek imiş ey gönül

Marifet Hak ile meşgul olmak imiş ey gönül

“Akl-ı küll” sensin gönül “levlak” senin şânındadır

Her ne var a’lâ vü esfel cümle dîvânındadır

Bil tasavvuf Hak seni benlikten âzâd eyleye

“Alleme’l-esmâ” ya mazhar eyleyip şâd eyleye

Keşf olup sırr-ı hakîkat gönlün âbâd eyleye

“Akl-ı küll” sensin gönül “levlak” senin şânındadır

Her ne var a’lâ vü esfel cümle dîvânındadır

Bil emânettir muhabbet sana Mevlâ’dan gelir

Doğru Mecnûn oldun ise bil ki Leylâ’dan gelir

“Küntü kenz”in mebdeidir arş-ı a’lâdan gelir

“Akl-ı küll”sensin gönül “levlak” senin şânındadır

Her ne var a’lâ vü esfel cümle dîvânındadı


                                                                           Salih baba

Aklı küll = Allah ‘in her şeyi bilip, her şeyi kuşatan tedbir ve tasarrufu.

Levlak = levlake – Levlak “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” (Kudsîhadisi).

a’lâ vü esfel = Yüksek ve alçak.

Emr ü nehy = Allah’ın yapılmasını ve yapılmamasını emrettiği hususlar.

Rah-ı Hakk = Allah yolu.

Âbâd = Şen, mâmur.

Mebde = Başlangıç.

Küntü kenz = “Gizli hazine.” (Hadis-i Kudsî)

Yüce Allah’ın veya Habib’inin tek bir cümlesini bütün derinlikleriyle anlayabilseydik, bütün gerçekleri anlayabilirdik. Ancak bizler kısmetimiz nispetinde, en yüzeysel manasından başlayarak, derinleşen anlamlarını kavrayabilmekteyiz. Diğer bir Allah, resulullah ve evliyaullah kelamı ise üzerinde taşıdığı en yüzeysel manası ile bizlere bir önceki kibar kelamın altında saklanmış derin anlamlarına delil oluşturmaktadır. Belki de üç defa okunan ihlâsı şerifin, Kuran-ı Kerimin künhüne eşit olmasının nedenlerindedir, bu durum. Kim bilir? Hakkıyla bir defa söylenen Allah hepsine bedeldir. Zaten bütün mahlûkatın hepsinin ibadetinin ağırlığı, peygamberimizin bir defa nefes alışından, yani “Ha” yani ”Hu” yani “Allah” demesinden hafif kaldığını söylemeseler de anlayabiliyoruz.

Allah’ı anlayan bütün ilimleri anlar. İhlâsı şerifse bize O’nu tarif eder. Allah’ın kudretinin sınırsız olduğunu anlayabilirsek, yaratılıştaki altı günü yanlış anlamaktan kurtulabiliriz. Allah’ın kudretinin nihayetsiz olduğunu anlayabilirsek, doğmadığını anlarız. İnsanlık çok uzun süre, saptığı zamanların izi olarak, Kibele heykelciklerinin yapıldığı dönemde, doğuranı yaratıcı zannetmiş ve o sebeple heykellerini yapmıştır. Belki de sebeplerinin biridir, ihlâsı şerifteki doğuma işaretin. Ya da “la ilahe” bunu da işaret ediyordur, birçok hikmetlerinin yanında. Rahimler yaratmaz, doğurur demek, belki de buradan geliyordur.

Altı günü yanlış anlamaktan kurtuluruz. Onun her şeyi yalnızca “ol”[iii] emri ile bir anda yarattığını anlarız. Belki de bu tarifin, zamanın ortaya çıkarılışı olduğunu düşünmeye başlarız. Zamandan münezzeh Rabbimiz, belli ki bizim için sonu ve başı olan bir zaman yolu var etmiş. Eğer sonsuzluk çizgisinin içinde olsaydık, asla bu güne gelemezdik. Çünkü yol ezelden, yani önceki sonsuzluktan başlar, o noktadansa burası sonsuzdur ve asla zamana bağımlı bizler, sonsuzluğu aşıp da bu güne gelemezdik. Yani bizim için başı olan bir zaman yolu var edilmiştir. Zamansa onu ihata eden zamansızlık ya da sonsuzluk içinde hiçbir yere kımıldayamadan beklemektedir, belki de.

Bütün kibar kelamlarda, cennet ve cehennem sonsuzluk kavramlarıyla anılırlar, ama mahşer zamanla anılır. İlmi ezelde var edilen zamanın, mahşerde hesap kitap bitiminde, cennet ve cehennem kapılarının ebedi kapanması ile zamanın biteceğini düşünmeye başlarız, böylece. Çünkü cennet ve cehennem artık sonsuzdur. İçinde olduğumuz zaman sonu ve başı var olan bir yaratılmıştır, herhalde deriz. Bizi, sadece Allah’ın kudretinin sonsuz ve bizim muhtaç oluşumuzu anlamak gezdirir, bütün bu düşüncelerde. Ve en son deriz ki her şeyi hakkıyla bilen sadece Allah’tır. Tek noktaya, insan kalbine sığabilen Allah! Böylece bu cihetten de bütün bir ilimin tek noktadan çıktığını kavramış oluruz.

Cihan bir nokta da pinhan değil mi? 

Anı fehm eyleyen, irfan değil mi?

                                              Salih baba

Pinhan = Gizli, saklı

“Yüce Allah’ın veya Habib’inin tek bir cümlesini bütün derinlikleriyle anlayabilseydik, bütün gerçekleri anlayabilirdik” cümlesi doğrultusunda, peygamber efendimizin bir hadisi şerifi üzerinde düşünelim mi?

Peygamber efendimize sorulan bir soruya, mübarek dudaklarından dökülen inciler, yol konusunun da temelini oluşturmaktadır.

Ey! Allah’ın Resulü, bana iman ve İslam’ı en kısa yoldan anlatır mısın?

“İman Allah’a inanmaktır, İslam dürüst yaşamaktır.”

Bu hadis-i şerifin sahih mi, değil mi? Tartışmalarına girmek istemiyoruz. Ortama hediye edilen her cümleyi, her kelimeyi tartışma meselesi haline sokup, biteviye anlaşmazlıklar sonucunda, uzayıp giden dolambaçların bizi yolun başında oyalamasına izin vermeyeceğiz. Tartacağız kalbimizde, gönlümüzde, bakacağız yoksa kimseye zararı, aşk, azim, muhabbet, amel ve ibadet arzusu veriyorsa, sarılacağız, bir hak kelamı olarak.

Takdir edersiniz ki, Allah’a inanan cennete gider dediğinizde, size itiraz edeceklerin miktarı oldukça fazla olacaktır. Yine konu olan cümlemize bakıp da, aynı his ve düşüncelerle itiraz edenler olabilir. Hayır, efendim Hıristiyanlar da Allah’a inanıyorlar. Onlar cennete girmeyecekler. Beraberinde Hz. Muhammed (S.A.V.) efendimize de inanmaları gerekmektedir.

Bir de şöyle düşünelim, eğer bu cümle peygamberimiz, efendimizin hadisi şerifi ise ve bu cümleye inanılamıyorsa, yani bu da peygamberimize inanılamıyor demek olur. Bu durumda bizler nasıl cennete girmeyi düşüneceğiz acaba? Böyle bir durumda, hadisi şerifin aslını teyit veya kesin delillerle ret edinceye kadar, itiraz etmeden gönlümüzde beklemeye almalıyız.

Asıl olan, bu hadisi şerifte geçen “Allah’a inanmak” deyimini anlamaktır. Malum cennete girmenin şartı imandır. İmanın şartı ise bize Amentüde açıklanmıştır.

Allah’a inanırız, meleklere inanırız, her ne kadar peygamber efendilerimiz gelip geçmişse hepsine de inanır iman ederiz, bütün kitap ve suhuflarına inanırız, kadere yani hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine[iv] inanırız, başka bir deyişle Allah’a sükûnetle inanırız, öldükten sonra dirileceğimize inanırız. Öyleyse “Allah’a inanmak” cümlesinin aslını da Amentü oluşturuyordur. Yani Allah’a inanacaksınız ve artık işinize gelse de, gelmese de onun hak ve gerçek olduğuna, yanılmaz eksiksiz tek hâkim olduğuna inanacaksınız.

Bizim inancımızın bidayeti de Amentü billâhtır, nihayeti de Amentü billâhtır. Yani başlangıçta Amentüye inandığımızı söyleriz, kalbimizle de tasdikleriz. Sonun da ise şeksiz ve şüphesiz, hakkel yakin inanırız.

Cenabı Allah nihayetine ulaşamadan, dünyayı terk edenleri de merhametinden dolayı cennetine alacağını müjdelemektedir. İşte, bu bize, Hz. Muhammed (S.A.V.) efendimize, dilimizle söylerken, kalbimizle de tasdik ettiğimiz için verilen bir nimettir, hak etmediğimiz halde. Hâlbuki gerçek iman ise Amentünün nihayetinde ulaşacağımız olgunluk ve ruh halidir. Bu durumda “İman Allah’a inanmaktır” cümlesini sanki Amentüyü hiç duymamış gibi açalım. Sonrada bakalım Amentüye uyuyor mu? Allah’a inanmak : “Amenna, o her ne dediyse, doğrudur, haktır, güzeldir” demek, değil midir? O’NUN HER ŞEYİ DOĞRUDUR.

Böyle düşünende, Amentünün tamamını sıralayamasa da inanmış olur. Yani bütün peygamberlere de ve her şartına da inanmıştır. Duymadığı veya anlayamadığı bir şey varsa, kendisine sorulduğunda, Allah dediyse öyledir, diyebilmektir. Yani itirazsız “O dediyse haktır” deyip, bu cümlenin kemaline ererek sükûnetle karşılamak, neden iman olmasın?

İman Allah’a inanmaktır. Şeytan yüksek ilmi ile konunun bütün inceliklerini bilir ama Allah’a inanmayı bilemez. İşine gelmeyen taraflarını içine sindiremez. Yani Azazil, Amentünün bütün şart ve inceliklerini yüksek bir anlayışla çok iyi bilmesine rağmen, şeytandır. Öyleyse asıl olan iman Azazil’in bilemediğini bilmektir.

Şeytanların babası kovulduğu günkü adıyla Azazil, kendini yüksek görmüş ve Allah’ın emrine riayet etmemiştir. Ateşten yaratıldığı için, topraktan yaratılmış olan Hz. Âdem’den üstün olduğunu Allah’a karşı iddia etmiştir. Bu iddiası ile ilk materyalist olduğunu ispat eden şeytana göre, hâşâ Allah yanlış bilmektedir. Ya da haksızlık yapmaktadır. Aslında Allah’ın sonsuz kudretini, mutlak adaletini, nihayetsiz ilmini şeytan gibi bilmektedir. Fakat başını secdeye koymak kibirli varlığına çok zor gelmektedir. Bu durumda da Allah’a inanmamaktadır. Yani imanı yoktur.

Eğer şeytan “Ya Rabbim ben kusur ettim, secde kibirli varlığıma zor geldi, Âdem’e boyun bükmeyi hazmedemedim” dese af olacaktır. Bunu demesinin yolu ise hiç olmazsa Âdem’e bir defa secde etmektir. Ama o hiçbir surette söylememektedir. Âdem’e secde etmek yerine yoldan çıkarmayı tercih etmektedir.

Amentünün nihayetinde ise işler ne kadar vahim olursa olsun, olaylar idrakimizi yırtan bir şiddetle, aleyhimize olsa da, her şeyin ondan geldiğini bilmek ve daha ötesi, amenna o ne dediyse doğrudur, haktır hatta güzeldir diyerek razı derunundan onaylamaktır. Bunun sonunda kulundan razı oluşunun neticesi olan cenneti göğüs kafesinde yaşamaktır. Yani her an huzurlu olarak, Celalden de tecelli etse, Cemale çeviren bir tavırla ve lezzet verici bir tebessümle algılamak. Onun razı oluşu ile cennetini yaşamak, Halil İbrahim aleyhisselamın, Nemrut’un ateşine atılmasına rağmen gül bahçesine düşmesi, gül bahçesini yaşaması, bize bunu idrak edebilmek için verilmiştir. Kim bilir? Başka hikmetlerinin yanında!

Bu durumda, sadece Allah’a inandı diye başkalarının cennete girmesinden, cennette yer kalmamış gibi endişelenen insanlar, şimdi “Eyvah acaba ben Allah’a inanabiliyor muyum?” Sorusunu kendilerine sormaları gerekmektedir. Hâlbuki bizler, değil Allah’tan gelen her şeyi tebessümle kabullenmek, kendi hatamızla takıldığımız taşa bile, dönüp ters ters bakarız. O taşa dönüp de, ters ters bakmamanın ya da ondan gelenleri sükûnetle karşılamanın ise yolları vardır, çok özel yolları.

“Hz. Muhammed olmazsa olmaz”a gelince; Bahsi geçen imana ulaşmak, bir yol üzerinden gerçekleşir. Yani Amentünün sonundaki hakiki imana ulaşabilmemiz için, takip edilmesi gereken bir yol vardır. O yolu bize tarif eden ve bırakansa peygamber efendimizdir. O yolun adı İslâm’dır. Yani dürüst yaşamaktır. Buradan da dürüst yaşamanın bizim zannedeceğimiz ölçülerle kalamayacağını ve tam anlamıyla zahir, batın, içten, dıştan bir ve dürüst olabilmek içinse İslam’ı yaşıyor olmamız gerektiğini anlıyoruz.

Eğer İslam’ı yaşadığını iddia edenlerin dürüstlüğünde şüpheler varsa, bir yanılgı içindedirler, demektir. Yani hazır çarkım dönüyor, bu güne kadar onlar yedi, biraz da biz alsak dünyanın nimetleri bitmez ya! Ya da bu kâfirlerin malı Müslüman’a helaldir gibi yaklaşımlarla, ortak yaşam arkadaşlarımıza zulüm yapmak, hakiki imana tam bir engel olabileceği gibi, münafıklığa düşülmeye sebep de olabilir.

Velhasıl, peygamber efendimizin yolu olan İslam’ı takip eder ve yaşarsak, hakikatteki dürüstlüğe ve doğruluğa ulaşırız. İşte sırat-ı müstakim, dosdoğru yol budur. Yaşantısında bunu uygulayan da Allah’a inanmayı hakkıyla öğrenir. Eğer bütün bunları uygulamayıp, birde övgüye ve tasdike layık peygamber efendilerimizden herhangi bir tanesine veya Amentünün şartlarından herhangi birine inanmayan, Allah’a inanamamış olacağından elbette cennete giremez. Bu yolda azim edip de, yolun sonuna varamayanları ise Cenabı Allah merhameti ile cennete alacağını haber vermektedir.

Peygamber efendimizin, bize bütün cihetleriyle, kendinden sonrakilere aktararak bıraktığı İslam’ı, sırat-ı müstakimi bilip, bulup, takip edenlerse, sonunda Amentünün nihayetine ulaşarak, hakiki ve sarsılmaz imana kavuşurlar. Artık sırat-ı müstakimde olan ve kendilerine nimet verilenlerdendirler1. Bizim anlayabildiğimiz en gerçek, en ulu nimetse içinde dönmek korkusu olmayan gerçek imanın sahibi olmaktır. Salih kul olmaktır.

İslam’ın bize emrettiği amel, ibadet, hal, hareket, tavır ve davranış yani şeriat, derde deva olarak sunulmuş şerbettir. Allah’a giden yol olan, peygamber efendimizin şeriatını ihtiva eden İslam, hepimizin gönüllerde yaşayıp, hareketlerimize yansıtabileceğimiz bir yoldur.

Hal ve hareketlerimizi düzenleyip, manen Allah’a yükselip, terakki ederek, olgunlaşmamızı sağlayacak olan İslam’ın sadece şekli ibadetlerle bedene verilmiş olması, imkânsızdır. Bedeni belli bir disiplin ve terbiyeye sokan bütün amel ve ibadetlerin, iç âlemimizde de bizi gerekli olgunluğa taşıması gerekmektedir.

Namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zekât vermek diye sıralayıverdiğimiz kelime-i şahadet dâhil İslam’ın beş şartı, Allah’a ulaşmamız sonucunda manaları ile içimizde tecelli etmesi gerekmektedir. Allah’a yaklaşmanınsa ancak nafile ibadetlerle olabileceği bize bildirilmiştir. Yani farz olarak derde deva verilen şerbetlerin haricindeki, şifa kaynakları…

Konunun bundan sonraki bölümleri bir parça tasavvuf ile ilgili kelimeler içerdiği için bazı kaynaklardan yararlanılmıştır. Bahsi geçen bölümler, Eşrefoğlu Rumi’nin Müzekkin Nüfus (Nefslerin tezkiyesi, temizlenmesi), Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin Marifetname, Ahmedül Faruki İmamı Rabbani Hazretlerinin Mektubatı Rabbani, Necip Fazıl Kısakürek’in sadeleştirdiği Mevlana Ali bin Hüseyin’in Reşahat, Sıddık Naci Eren’e ait Kalplerin Anahtarı adlı eserler ve bazı birkaç kaynak daha esas alınarak kaleme alınmıştır.

Her insanın ayrı derdi, ayrı marazı vardır. “Her marazın derdine göre verirler şerbeti” sözüne odaklanarak konumuza bakacak olursak, bizi Hakka taşıyacak nafile ibadetlerin, bir usul içinde olması gerektiği fakat belki de kişiye özel farklılaşan ibadetler gerekebileceği bile akla gelmektedir.

İnsanın derdi, yaratanından uzak olmasıdır. Ruh’un asli vatanı olan, geldiği yerden uzakta oluşudur. Allah, ruhumuzu kendi Ruh’undan2 üflemiştir.  Ruhumuzun geldiği bir yer, bir makam vardır. Toplumumuzda bir zamanlar, “Bülbülü altın kafese koymuşlar, ille de vatanım demiş” ya da “Vatan sevgisi imandandır” gibi cümlelerin aslının da buradan geldiği kabul görmüştür. Yani Allah’tan gelen Ruh’un, vatanı olan geldiği yere, sılasına, vatanına geri dönmek arzusu isteği belirtilmiştir.

Ruhların ayrı ayrı makamlardan gelmesi, kişisel ayrıcalıklar oluşturması için tek sebep değildir. Allah  “Kuluma şah damarından daha yakınım” derken, öte yandan “Kul ile Allah’ı arasında yetmiş bin perde vardır” buyurmaktadır. Bu hadisi kutsilerin tevatür şeklinde de geldiğini görmekteyiz. Kul ile Allah’ı arasında ki yetmiş bin perdeyse, kulun nefsi olarak bildirilmiştir. Yani her kulun yaşamsal kaynağı olarak belirlenmiş, ihtiyaçları ayarlayan ama kontrol edilemediğinde ihtiyaçları abartan ya da abartılı yollardan karşılamaya çalışan, arzu istekler bütünüdür.

Bütün insanların ihtiyaçları her ne kadar ortak temel noktalardan başlasa da yaşamsal temel ihtiyaçlardan arzu ve isteklere doğru gidildikçe değişiklikler göstermektedir. Hatta aynı temel ihtiyaçları elde etme tarzları bile farklılıklar göstermektedir.

Tek başına nefslerin, başka bir değişle kişiliklerin bile bu kadar yüksek farklılıklar göstermesi, bütün bu farklılıkların Allah’tan uzak olma tarzlarındaki farklılıkları akla getirmektedir. Nasıl getirmesin ki? Hiç, bir damla su, deryaya damlasaydı, o damlanın kendisine ait özelliklerden eser kalır mıydı? İşte nefs tezkiyesinden geçerek, nefsinin nefis, güzel, latif hale gelmesini sağlayan insan, nefslere ait özellikleri tarif eden “Nefsler şüphesiz ki kötülüğü emreder”[v] durumundan, temizlenerek, kurtulmuş olur. Diğer bir deyişle kendine ait kötü ahlaktan kurtulmuş olur.

Satranç tahtasındaki siyah kareleri kaldırdığınızda altından beyaz kareler çıkar. Nefsi, muhayyilemizde, daha önce gönderilen Ruh’un üzerine giydirilmiş gibi canlandırırsak, temizlendiği için kendi özelliklerinden ve renginden kurtularak şeffaflaşacaktır. Şeffaflaşacak nefsin altından ise Ruh’un rengi yani özellikleri yansıyacaktır. Ruh ise Allah’ın kendi Ruh’una ait bir ruhtan üflendiği için, tamamen güzel ahlak, yani Allah’ın ahlakı ile bezenmiştir. Bu durumda nefs terbiyesi tamamlanan ve olgunlaşmış ruhu ile baş başa kalanlar da ayrıcalık bile olmamaktadır. Onlarda ki tek ayrıcalık, dışarıdan bakanlarca farklı görülmeleridir. Çünkü Allah’a ait Ruh’un rengi ile Allah boyası ile boyanmışlardır. Artık onlardan, Allah’ın güzel ahlakından başka bir şey zuhur etmez.

Bahsi geçen, “Allah da bir olma” ya ulaşıncaya kadar da farklılık olması çok doğal gözükmektedir. Bu farklılıklarınsa Allah’a uzak olmaktan oluştuğunu artık anlamış durumdayız. Hepimizin Allah’a farklı mesafelerden ve ayrı özelliklerden kaynaklanan uzaklığımız olduğunu ve uzaklığında vatanından ayrı olan ruha dert olduğunu artık biliyoruz. Her insanın ayrı derdi, ayrı marazı vardır. “Her marazın derdine göre verirler şerbeti” sözüne tekrar odaklanarak konumuza baktığımızdaysa, kişiye özel farklılaşan şerbet veya şurupların ihtiyaç baş göstereceğine emin oluyoruz.

Müslümanlığın ortak kıyafeti olan, birlik ve beraberliğini simgeleyen, farz ibadetleri, bizi maddi, manevi zinde tutmak için, oluşan günlük görevlerimizdir. Bedenimizi bilhassa manen sağlam ve ayakta tutar. Ama bedenimizi tasa benzetirsek, bu tasa ilave edilen çorbayı da, ruh ve nefs ile teşbih edebiliriz. Bu durumda çorbanın içilebilmesi için, hem tasın hem de çorbanın temiz olması gerekmektedir. Şeriat’ın emirleri tas’ı temizlerken, tasavvufun tavsiyeleri de çorbayı temizlemekte ve pişirmektedir. Çorbayı içmekten kastımızsa, nefsin temizlenerek, Ruh’un olgunlaşması ve Allah’a, geldiği yere karışmasıdır. Başka bir deyişle insanın kötü ahlakından, burada yanlış anlaşılmasın, buz dağının görünmeyen bütünüdür bahsettiğimiz, kurtularak, onun yerine insana bahşedilmiş olan bütünüyle güzel ahlakın, Allah’ın ahlakının zuhur etmesidir.

Nefsin temizlenerek, nefis hale gelmesine ve Ruh’un Allah’a yükselmesine vesile olan tasavvuf ise peygamberimizin emirleri doğrultusunda şekillenen bir yoldur. Peygamberimizin emirlerine ters düşecek bir yolunsa hakikatle asla ilişkisi yoktur. Koca bir yalandan ibarettir.

Tasavvuf, farklı metotlarla, insanın fıtrat ve durumlarına göre, hizmet sunar. Fikri alanda da görüşler geliştirilmesine yardımcı olarak, Allah’ı tefekkür tarzını olgunlaştıran bu yollar, insanlara olgunluk ve kemalat bahşetmektedir.

Genel geçer olarak kabul gören, sırat-ı müstakimden daha önce geçerek, Allah tarafından nimete ulaştırılanların kılavuzluğunda, Ruh’un terakkisi ve nefsin ıslah edilmesi olarak değerlendirilirler. Yollar farklı metotlar kullansalar da, insanın yaradılışında kalp tahtına oturtularak, idareyi ele almış olan nefsin, temizlenerek kötülüklerinden kurtulması ve Ruh’un inkılâp yaparak, idareyi ele geçirmesidir.

Bu maksatla yollar, belli başlı iki guruba ayrılmaktadır. Bunlardan bir tanesi nefs terbiyesi yaparak, nefsin ıslah edilmesi ve olgunlaşan Ruh’un hâkimiyetidir. Diğer bir yol daha vardır ki muhabbet ya da aşk-ı ilahi ile alınan yolda nefsin temizliğinin gerçekleşmesidir.

Nefs çok kuvvetli ve dirençli olduğu için, nefs terbiyesi yolu çok çetin mücadelelerle doludur. Oldukça zahmetli bir yürüyüş gerektirir. Ayrıca nefs terbiyesi metotlarını kullanarak, Müslüman olmadığı halde, İslam’da istidraç ya da şeytani denilen, doğa ötesi güçlere ulaşmayı amaç edinen guruplar da vardır. Ekseri Hint ve uzak doğu kökenli bu tarz çalışmaları, duymuşsunuzdur. Bunların gayeleri Allah değil, aslı istidraç yani şeytan işi olan, harika görünümlü hallerdir.

Müslümanlar, nefs terbiyesi ile uğraşırken, iki yoldan hangi yolla olursa olsun, nefs tezkiyesine, temizliğine ulaştıkça önlerine çıkan bu tür olağan üstü şeyler, Allah için uğraşırken oluştuğundan keramet sayılmasına rağmen, Allah’a engel telakki ederek itibar etmezler. Eğer bir Müslüman, böyle bir halle karşılaşıp da bir süre oyalanıp, zaman kaybedecek olursa, gerektiği anda, nimet verilerek kılavuz kılınan liderinin müdahalesi ile bu engelden kurtulur. Örneklerini, Taptuk Emre ile Yunus Emre veya Şems-i Tebrizi ile Mevlana Celaleddin gerçeklerinden okumuş ya da dinlemişsinizdir.

İleride bahsedeceğimiz ve Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin Marifetname adlı eserinde, Nefsi mutmainnenin halleri başlıklı yazısında da geçen durumlarda, şeytanın çok kuvvetle saldırdığını öğreniyoruz. Ama bu yola çıkan talip, yalnız olmadığından, şeytanın taarruzlarına karşı, kendilerine nimet verilenlerden bir nimet sahibi olan kılavuzunun yardımı ile selamete ermektedir.

Muhabbet ya da aşk-ı ilahi ile alınan yolun diğer yol olduğunu bahsettik. Bu yollara ruh yolu diyenler de vardır. Allah’a, hakiki imana ulaşmak isteyen talip, eğer bu aşk yoluna girerse, başlangıç da gönlüne düşürülecek aşkın yardımıyla terakki eder. Kendilerine nimet verilenler1, aldığı nimetin zekâtıyla bütün bağlılarını aşkla besleme kudretine nail edilmişlerdir. Kendilerine bahşedilen aşk deryasından bir nebze talibe koklatırlar.  Oluşan aşk sayesinde, nefs mücadelesine gerek kılacak hallerin hiç birisine meyil göstermeye kendisinde şevk ve arzu bulamaz. Gönlünü bir Allah aşkı ihata etmiştir. O aşkla, gece, gündüz Allah’ın rızasını gözeterek hareket eder. Aşk sayesinde gayrı ya temayül kalmayan talip, sevgilisinden başkasını göremeyenler gibidir. Nefs artık ön plana çıkamadığından Ruh’un terakkisi de usulünce gerçekleşir.

Ruh’un terakkisi de usulünce gerçekleşir dedik, çünkü her şey bu kadar yani sadece nefsin temizlenmesi değildir. Aynı sabi bir çocuk gibi bedene indirilmiş olan Ruh’un da, eğitimini alarak olgunlaşması ve yükselmesi gerekmektedir.

İster nefs terbiyesi ile olsun, ister aşk- ı ilahi ile alınan yollar olsun, nefsi temizlenerek yükselen salik, bu arada ekseri kendinden haberi olmadan kararınca, evliyaların sır memelerinden emzirilerek, beslenir ve olgunlaşarak kemale erer. Bu sır memeleri diye isimlendirdiğimiz, feyiz kaynakları ise Allah’ın Ruh’una ulaşmış, Allah’a ait Ruh’tur.

Ayrıca, yine devir, fıtrat, zaman, mekâna göre şekillenen yolları, zikirlerine göre ayırdıklarını da görüyoruz. Allah’ı zikredin emri gereği, zikrettiklerini açık, cehri ya da gizli, hafi yapanlar vardır. Bunlarda da birbirlerine göre tercih sebepleri vardır. Asıl olan tercih sebebi, kısmet ve o yoldan haz alınıp alınmadığıdır. Aksi takdirde zorla yenen aş, ya karın ağrıtacaktır, ya da baş.

Bu yolların gerçek mi, Allah korusun sahtekârların tezgâhı mı, olduğunu anlamanın yolu ise Allah’ın emirlerinden kıl kadar ayrılmayan, menfaat talep etmeyen, maddi ibadetleri yönlendirmek için baskı kurmayan yollar olmaları gerektiği anlatıla gelmektedir. Bir de günümüze uyduğu sebebiyle üzerinde durmak gereken önemli bir konuda siyasettir.

Kişiler kendi aralarında elbette siyasi fikir alış verişinde bulunabilirler, ama Allah’ı anmak, anlamak ve ulaşmak amacı ile bir araya gelen cemaatlerin ibadeti bırakarak siyaset konuşmaları da uygun değildir.

Bir zamanlar güzel ülkemizin güzel insanlarından bir kısmı seçim arifelerinde kendi aralarındaki sohbetlerde, şiddetli tartışmalara sebep oldular. Örneğin;

“Bu seçimlerde, Müslümanların sayısı belli olacak” gibi, Allah korusun çok tehlikeli laflar edenler oldu. Hâlbuki imanın şartı altıdır. Yaratanımız bizlerin bilebildiği kadarıyla, hiçbir emrinin içine, falanca partiye oy vermek imanın yedinci şartıdır, diye bir şey gizlememiştir. Ayrıca bir Müslüman’ı, kendilerinin düşünmediği bir gurubun ülkeyi daha iyi idare edeceğini ümit ediyor diye ya da herhangi bir sebepten dolayı Müslümanların içinde saymamak, dinden çıkmaya vesile olabilir. “Müslüman’a, Müslüman değildir diyen, Müslüman değildir” hadisi şerefi gereği, bu sözler tehlikelidir. Olgun insanlar, hele hele kemalata ermiş örnek, insanı kâmil olmuş olanlar, insanları birbirinden değil siyasi fikirleri, hiçbir sebeple ayırmazlar. Kendi fikirlerini yaymak isteyenlerde Allah meclislerinin dışındayken bu işlere bakmalı.

 

[i]

15 Hicr Suresi

 

28 – 29 – Hani Rabbin meleklere, “Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin” demişti. ( Diyanet meali )

4 Nisa Suresi

171 – Ey Kitab ehli! Dininizde sınırları aşmayın ve Allah hakkında ancak hakkı söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı (emriyle onda var ettiği) kelimesi ve kendisinden bir ruhtur. Öyleyse Allah’a ve peygamberlerine iman edin, “(Allah) üçtür” demeyin. Kendi iyiliğiniz için buna son verin. Allah, ancak bir tek ilâhtır. O, çocuk sahibi olmaktan uzaktır. ( Diyanet meali )

38 Sad Suresi

32 – Onu şekillendirip içine ruhumdan üflediğim zaman onun için saygı ile eğilin. ( Diyanet meali )

21 Enbiya Suresi

91 – Irzını korumuş olan kadını da (Meryem’i de) hatırla. Ona ruhumuzdan üflemiştik. Kendisini de, oğlunu da âlemlere (kudretimizi gösteren) birer delil yapmıştık. ( Diyanet meali )

32 Secde Suresi

9 – Sonra onu şekillendirip ona ruhundan üfledi. Sizin için işitme, görme ve idrak duygularını yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz! ( Diyanet meali )

[ii]

78 Nebe Suresi

40 – Şüphesiz biz sizi, kişinin önceden elleriyle yaptıklarına bakacağı ve inkârcının, “Keşke toprak olaydım!” diyeceği günde gerçekleşecek olan yakın bir azaba karşı uyardık. ( Diyanet meali )

[iii]

7 Araf Suresi

54 – Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan ve Arş’a kurulan, geceyi, kendisini durmadan takip eden gündüze katan, güneşi, ayı ve bütün yıldızları da buyruğuna tabi olarak yaratan Allah’tır. Dikkat edin, yaratmak da, emretmek de yalnız O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı yücedir. ( Diyanet meali )

2 Bakara Suresi

117 – O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir. ( Diyanet meali )

[iv]

21 Enbiya Suresi

35 – Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz. ( Diyanet meali )

2 Bakara Suresi

155 – Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele. ( Diyanet meali )

[v]

91 Şems Suresi

7 – 8 – 9 – Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. ( Diyanet meali )