Gönül vuslatına hasret yanıp kavrulurken; davet ettin, konuk etmeyi lütfeyledin ve sana cevabım zaten belliydi; ”Lebbeyk Allahümme Lebbeyk” (Buyur Allah’ım buyur…)
Geldim ikram evinin kerim olan sahibi. Tokmağına sürmeye nasıl cesaret ettim bu günahkar elleri bilmem ama; Beyti gümüş, kapısı pırlanta olan güzeller güzeli, sen duydun bakırdan tıklamalarımı. Ve o An… Güneşin altın vuruşlarıyla parlayan dere misali yüzüme pişmanlığımı çizgi çizgi resmetti gözyaşlarım.

Sponsor Bağlantılar

Şimdi ateş böceği gibi; elimde tespih, yüzümde bir mahzun sel, üzerimde kefenim, ardımda ise tren vagonu gibi ahlarla-vahlarım… Nurunun etrafında dört dönüyor cesedim… Her bir şavtta kalbim damarlarıma kan yerine bin bir pişmanlık pompalıyor. Pişmanlığımın yuhalamalarıyla bedenim kaskatı dikiliyor. “Affetmeyi seven olmanın” verdiği ümitle; bu derbeder halet-i ruhiyeden sıyrılan gönlüm, tekrar tekrar sana sevda kesiliyor. O ana kadar gelmiş geçmiş bütün vakitlerimi, şimdiki zamanımla harmanlayıp, tadına doyulmaz bir zaman bileşiminde buluyorum kendimi. Cismim döndükçe, gönlüm mantığıma daha net temas ediyor. İşte o vakit idrak ediyorum ki; kahrı da lütfu da hoş olan seni sevmek,  tüm dünya zorluklarına meydan okumak oluyor.

Beytine yönelip de açtığım el, ya uzun uzadıya bir sessizlik, ya da çenesi düşük bir çaresizlik gibi… Derken; Çaremin, ilacımın hemen yanı başımda olduğunu görüp, yüreğime imkansız bir huzur serpiliyor.

Senden dilemesine nasıl utanmadım, isminle süslemediğim dili bilmem lakin; her “Aman Yarab!” dediğim niyazımın sonunda büktüğüm boynum gibi, cümleler öksüz kalıp, kelimelerin boynu bükülüveriyor. Ve ben söyledikçe sesim bağrı yanık bir köşeye çekilip içli içli ağlıyor.

Secdeye kapanıp baş başa kaldığımızda, huzurun beşiğinde şefkatle sallarken sen beni, iki secde arası özlemin bin kat daha artıyor. Her vakitte, her secdede bambaşka bir duygu yüklüyorsun omuzlarıma. Zavallı aşığın ise; senden gelenin gönüllü hamalı Ya rab. Hayat denizinde her oltaya sazan gibi atlayan şu kendini bilmezi öylesine mükemmel ağırlıyorsun ki, varla yok arası fani şahsını, uçsuz bucaksız bir okyanus sanıyor. Ta ki; koynunda beslediği veballerin ateşini söndürmeye, bir damla dilenince anlıyor, suyunun kaynağının yine sen olduğunu.

Hiç bir şey yapmadan öylece, hareketsiz, evini seyreylemek bile, haneme bir artı ekliyor. Ben ise; hanemdeki eksileri bir bir hatırlayıp, kristal gözyaşları ile mahvıma af dilenme derdindeyim. Üç artı bir eksiyi götürür mü ki acep Ya Rab? Her tespih tanesini parmaklarım arasında yuvarlayıp “Allah… Allah…” dedikçe, iyiden iyiye ufalıyorum doksan dokuz ismin karşısında. Senin evinde, senin misafirliğinde, sadece ve sadece sana olan güvenimin getirdiği bir deli cesaretle; geçmişimde, bugünümde ruhumu yaralayan kuru  sıkı düşünceler vuramıyor şuan benliğimi; adına inanç dediğim çelikten yeleği geçip de.

Halbuki çok değil, bundan bir pervane ötesi uzaklıktan diyarına adım atana kadar yapıp ettiklerim şimdi beynimdeki kasette. Yüzdeye vursam inancımın yüzde kaçını adamışım ki ibadete? Oysa, Ramazanın olmayınca, ruhum aç. İnfakın olmayınca, kesem boş. Adın dilimde dönmeyince, söylemlerimin tümü birbirinden nahoş. Bilirim cürümüm sevaplarımdan bir hayli çok. Sararmış hayatımın, düşmeye yüz tutmuş yüzsüzlüğümün affı yok. Kapına yüz sürmedikten sonra da insanlığımın zaten bir anlamı yok.

Ve sona yaklaşıp da ziyaretimin nihayete erdiğini anladığımda, Veda etmek adına beytinin etrafında son turlamalarımı yaptığımda, kapının kolu ellerimi usulca bırakmaya başladığında, tekrar tekrar bir randevu “Ya Kerim” niyazıyla yalvararak haykırdığımda; Ne olur sen şu acizi kendi halinde, geldiği gibi yollama… Tövbe kundağı ile sarmala, çöpten ceset olarak gelen bu faniyi, yeni doğmuş bebekmişçesine uğurla.  Haddini bilmeden işlediği günahları ve yine haddini aşarak işleyeceği tüm günahları sen şimdiden bağışla… Amin.

 
Öznur Yılmaz Kirenci
03.01.2011