Mainz, 16.02.2010

Kelimenin tam anlamıyla „defolu“ bir demokrasiye sahip olan memleketimizde AB süreci kapsamında son 10 yıl da yapılmış olan bunca değişikliğe rağmen özellikle de Asker-Sivil ilişkilerindeki sıkıntılar devam etmektedir. Halkımızın iştiraki ile yeni bir Anayasa yapılamaması halinde bu defolu demokrasi durumu ülkemizin kaderi olmaya devam edecektir. Günümüzde asker çok fazla müdahil olmamakla beraber yine de ağır etkisini sürdürmektedir.Tabi Askerin çok etkin olamaması biraz da ortaya dökülen garip cunta faaliyetlerini açıklayamamaktan kaynaklanmaktadır. Ancak yine de bir çetele tutmaya kalksak normal bir batı demokrasisinde bir genel kurmay başkanının hayatı boyunca yaptığı konuşmayı bizimkiler neredeyse 1 ay da yapmaktadırlar. Bir kere normal bir demokraside bir asker bu kadar konuşmaz, konuşamaz. Hadi konuştu diyelim (zaten konuşuyor) böyle ulu-orta tehditler savuramaz. Ama bizde bunların hepsi normal karşılanır. Tabi askerimizin bu kadar konuşkan olmasının tek sebebi elinde silah bulunduruyor olmaları değildir. Bizim askeri bürokratlarımızın esas güvenceleri ellerindeki silahlardan çok gazete köşelerini kuşatmış karanlık kafalı aydın zümresidir. Hal böyle olunca memleketimizde  asker–sivil konusu hemen her zaman bir kafa karışıklığına kurban edilmiştir. Bu arada zaman zaman askeri bürokrasiye haksızlıklar bile yapılabilmiştir. Zira bizim sivil dediğimiz bir çok köşe yazarı yeni mezun olmuş ve ülkeyi kurtarmak için can atan „bıçkın teğmenler”den bile daha heyecanlı olabiliyor. En son olarak ortaya atılan „Balyoz“ darbe planında „yararlanılacak gazeteciler“ listesinin 137 kişi olarak isim-isim yazılmış olması da tezimizi doğrulamaktadır. Bundan yıllar önce amiral gazetesinin patronu Sedat Simavi „Basın istemese asker darbe yapamaz, bu yüzden medya 4. değil 1. kuvvettir“ mealinde açıklama yapmıştı. Aslında biz demokrasimize defolu derken bir şeyi gözden kaçırmamak gerekir. Esasen bizim medyamız da bir hayli defoludur. Medya siyaset konusunda bir yanlışı abartarak yerden yere vururken bürokrasideki yanlışlıkları bin türlü bahanelerle savunabilmektedir.Şimdi uzun misaller getirme imkanımız yok ama, Anayasanın 10 ve 42. maddelerinde yapılan değişikliğe Türkiye Büyük Millet Meclisinden 411 oy çıkmasını „411 el kaosa kalktı“ şeklinde manşete çeken yerli pravdanın tavrını hatırlatmak isterim.

Sponsor Bağlantılar

Ülkemizdeki gazetecilerin durumu bundan ibaret değil elbet. Özellikle son 10 yıldaki sermaye hareketlilikleri gazete sahipliği ve gazetecilik konusunda da önemli bazı değişikliklerin yaşanmasına yol açtı. 10 yıl öncesine kader iki gruptan müteşekkil „kartel“ medya nisbeten daha özgür bir medya`ya doğru evrildi. Hakkaniyet esaslarına göre bakacak olursak hala sayısal üstünlük „militarist“ kafalı olanlardadır ama etkinlikleri şükür ki eskisi gibi değildir. Televizyon ve gazetelerin çeşitlenip çoğalması kuşkusuz sağlıklı bir demokrasi için çok önemlidir. Mevcut çeşitlilik milletimizin mukayese ve muhakeme ile gelişen olayları  daha iyi analiz edebilmesine yol açmaktadır. Memleketin üstüne „kabus“ gibi çökmüş olanları artık halkımız daha iyi kavrıyor ve önüne sandık geldiği zaman kendisi gibi olanları iş başına getirmek için azami çaba sarfediyor. Sözkonusu çeşitlilik tabi ki eskiden çok fazla adet olmayan „Akademisyenler“i de bir anlamda halkın önüne taşıdı. Son zamanlarda bir çok akademisyen ya köşe yazıyor yahut televizyon programlarında görüşlerini açıklama fırsatı elde ediyor. Şüphesiz bunlar ülkemiz için çok önemli gelişmelerdir.

Sözkonusu akademisyenlerden büyük bir bölümü ile aynı görüşleri paylaşmasam bile onları takip etmeye özen gösteriyorum. Benim kanaatime göre bu ülkede konusu şiddet olmayan her türlü görüş açıklanabilmeli. Mesela ünlü Profesör İlber Hoca pekala Askeri- yönetim yahut askeri vesayetten yana olduğunu söyleyebilmeli. Şimdi „daha ne desin“ dediğinizi duyar gibiyim. Evet Hoca çok açık bir şekilde Askeri yönetimlerin sivillerin  boşluklarından kaynaklandığını ve askeri vesayete heveskar olduğunu ifade etti. Gerçi bu sivil boşluklar ifadesi tamamen haksız değil ama neyse bizim için bunlar zaten normal karşılanmalı. Ancak Hocanın memleketin uzak köşelerine Üniversite açılmasını külhanbeyi edasıyla ve bir sokak ağzıyla dile getirmesi ayıpların en büyüğü olmuştur. Dahası, odası denize nazır bir müze müdürü akademya mensubunun muhalefet partisinin toplantısında „iktidar„ eleştirisi yapması bununla da yetinmeyerek peşi sıra bunları savunmak için başka hezeyanlar savurması kabul edilemez. Ünlü bir tarihçi olmanız size „abzürdist“ ifadeler kurma hakkını vermez. Denebilir ki insanların saçmalama hakları da olması lazım, peki olsun. Ama o zaman bizim de bu tür kafa taşıyanlara „faşist“ deme hakkımız olmalı. “Belediyecilikle bu işler olmaz“ deme gafletine düşen müze müdürüne bak!!!. Müze müdürü olmakla da senin dediğin işler olmaz.

Yine o bildik ekabiriyet, enaniyet ve tiksindiren kibir. Sebep, onlar elitist Başbakan ise halkın içinden. İlber Hoca istediği gibi iktidar eleştirisi yapabilir. Ünlü bir tarihçi olarak „militarist“ de olsa görüşlerini ortaya koyabilir. Hatta ülkemizdeki bir çok saygın yazar ve akademisyen ona medyun-u şükran da olabilir. Ancak ben bu tepeden ve kibirli bakan yaklaşıma saygı duymuyorum. İnsan rakip olabilir, ama hasım olmaz. Bir akademisyene böylesine küçülmek yakışmaz. Her şey bir yana önemli bir icraatı „ahlaksızlık“ gibi kaba bir ifade ile nitelemek akıl, izàn, insaf ve vicdan ile açıklanabilir değildir. Ağzına geleni hemen dışarı bırakıveren böylesi bir yaklaşımın sahibine ne söylense yetersiz. Bu sebeple kısa keselim ve son sözümüzü söyleyelim: “Zırva te`vil götürmez.“

Baki Selam ve Saygılarımla.

Ömer Erdem
Mainz/Almanya