aciz, -czi
a. 1. Gücü bir işe yetmez olanın durumu, güçsüzlük: “Kendimde mukavemet yerine zaaf, taarruz yerine aciz, mücadele yerine gevşeklik hissediyorum.” -E. İ. Benice. 2. Beceriksizlik: “Aczini bilmek de bir meziyettir.” -Ö. Seyfettin. 3. huk. Kişinin ve kuruluşun borcunu vaktinde ödeyememesi durumu.

Sponsor Bağlantılar

âciz
sf. (a:ciz) 1. Gücü bir işe yetmez olan, güçsüz: “İhtiyar imparatorluk, bu genç devlet karşısında âcizdi.” -Y. K. Beyatlı. 2. Beceriksiz: “Ne âciz heriflermiş, iki yıl daha dayanamazlar mıydı?” -R. H. Karay. 3. zf. Güçsüz veya beceriksiz bir biçimde: “Ayaklarındaki postalların yarısı yok bir hâlde mart havasının sert soğuğunda âciz ve sefil titriyordu.” -H. E. Adıvar. 4. a. Alçak gönüllülük gösteren kimsenin kendisinden söz ederken söylediği söz: “Biraz sonra Gazi yanına seryaveri Salih Bey’in yaveri Muzaffer Bey’i ve âcizi alarak otomobile bindi.” -R. E. Ünaydın.


ad
(I) a. 1. Bir kimseyi, bir şeyi anlatmaya, tanımlamaya, açıklamaya, bildirmeye yarayan söz, isim, nam: Çocuk, kedi, ağaç, düşünce, iyilik, Ahmet, Ertuğrul birer addır. 2. Herkesçe tanınmış veya işitilmiş olma durumu. 3. db. Canlı ve cansız varlıkları, duygu ve düşünceleri, çeşitli durumları bildiren kelime, isim.

ad, -ddi
(II) a. 1. Sayma. 2. Sayılma.


adem
a. esk. Yokluk: “Ne civarda bir köy var ne bir evin hayali / Sonun ademdir, diyor insana yolun hâli” -F. N. Çamlıbel.

âdem
a. (a:dem) İnsan, insanoğlu, adam.


ademiyet
a. esk. Yokluk.

âdemiyet
a. (a:demiyet) esk. 1. İnsanlık. 2. Adamlık.


adet, -di
a. mat. 1. Sayı: “İşe giren kadınların adedi günden güne çoğalıyor.” -N. Hikmet. 2. Tane: “Kumardan aldığı ilk parayla siyah satenden arkası kemerli iki adet iç yelek yaptırdı.” -L. Tekin.

âdet
a. (a:det) 1. top. b. Görenek: “Bayram tebriği bir güzel âdettir.” -B. Felek. 2. Topluluk içinde eskiden beri uyulan kural, töre. 3. Aybaşı.


adına
zf. Bir şeyin veya bir kimsenin namına, hesabına, yerine: “Haklı bir öfke adına da olsa bir insandan aklını yüreğinden ayırması istenemez.” -S. Eyuboğlu.

için
e. 1. Amacıyla, maksadıyla: “Ukalalık yapmamak için bütün gayretine rağmen yine de o düşündüğünü yapmıştı.” -S. F. Abasıyanık. 2. Neden ve sonuç belirten bir söz: “Hastanın uykuda olduğunu söylemesi sırf vakit kazanmak içindi.” -R. N. Güntekin. 3. -den dolayı, -den ötürü: “Bu büyükşehirde ona ilk hitap eden adam olduğu için ona yüreğini açmak ihtiyacını duyuyordu.” -Y. K. Karaosmanoğlu. 4. Özgü, ayrılmış: Sizin için bir kitap getirdim. 5. Düşüncesince, kendince, göre: “Bizim için çok enteresan bir şeydi bu yeni icat.” -B. Felek. 6. Hakkında: “Gel gör ki dilimin ucunda kağnı var. Kağnılar için de bir çift sözüm var.” -B. R. Eyuboğlu. 7. Oranla, göz önünde tutulursa: Bu şapka senin için büyük. 8. Karşılığında, karşılık olarak: Bu eşyalar için kaç lira ödediniz? 9. Uğruna, yoluna: “Neler yapmadık şu vatan için.” -O. V. Kanık. 10. Süre belirten bir söz: “Açık söyleyeyim, size birkaç gün için sığındım.” -A. Gündüz. 11. Ant deyimleri yapan bir söz: Namusum hakkı için. Çocukların başı için.


ahize
a. (a:hize) Telefonda seslerin duyulduğu ve iletildiği parça: “Ahize birinden ona geçerek belki bir saat konuştular.” -M. C. Kuntay.

avize
a. (avi:ze) Tavana asılan, şamdanlı, lambalı, cam veya metal süslü aydınlatma aracı: “O günlerde avize filan gibi şeyleri görmek değil duymamıştık bile.” -A. Kutlu.


akit, -kdi
a. huk. esk. 1. Sözleşme. 2. Nikâh.

âkit
sf. (a:kit) Bağıtçı.


ala
sf. 1. Karışık renkli, çok renkli, alaca: Ala kilim eskimiş. 2. a. Alabalık. 3. hlk. Açık kestane renginde olan, ela (göz). 4. a. hlk. Kekliğin boynundaki siyah halka.

âlâ
sf. (a:lâ:) İyi, pekiyi: “Beni Konya Lezzet Lokantasına götürdü, âlâ bir öğle yemeği çekti.” -H. E. Adıvar.


alaka
a. (ala:ka, l ince okunur) 1. İlgi: “Sporla alakası var, dedimse öyle sıkı fıkı bir alaka değil.” -N. Hikmet. 2. Gönül bağı.

ilişki
a. 1. İki şey arasında karşılıklı ilgi, bağ, münasebet, temas: “Arkadaşlık ve dostluk şeklinde bile bir ilişki aramadığını kesinlikle anlatacaktı.” -H. E. Adıvar. 2. Bağlantı, temas: Kar yağınca köylerle ilişki kesildi.


alem
a. 1. Bayrak. 2. Minare, kubbe, sancak direği vb. yüksek şeylerin tepesinde bulunan, madenden yapılmış ay yıldız veya lale biçiminde süs, ayça.

âlem
a. (a:lem) 1. gök b. Evren. 2. Dünya, cihan: “İnsan âlemde, hayal ettiği müddetçe yaşar.” -Y. K. Beyatlı. 3. Aynı konu ile ilgili kimseler. 4. Bu kimselerin uğraşlarının bütünü: “Geçen kışın tiyatro, cambazhane âlemlerini uzun uzun tasvir ediyordu.” -O. C. Kaygılı. 5. Belli bir grupraki canlıların bütünü: Hayvanlar âlemi. 6. Durum ve şartlar: Evlilik âlemi. 7. zm. Herkes, başkaları: Bu yaptığından dolayı âleme rezil oldun. 8. Ortam, çevre: “Fakat onun Türk ve Müslüman dostları hep alafranga ve zengin bir âlemde yaşarlardı.” -H. E. Adıvar. 9. Kendine özgü birçok niteliği bulunan şey. 10. Farklı davranış içinde bulunan kimse. 11. mec. Eğlence: “O gün evde iki gün önceki araba âlemlerini düşünüyordu.” -O. C. Kaygılı.


alim
sf. (ali:m) esk. Bilen.

âlim
a. (a:lim) Bilgin: “Hiçbir şeye inanmayan ne inkılapçı ne muhafazakâr ne âlim ne şair olabilir.” -O. S. Orhon.


ama
bağ. (a’ma) 1. Çelişkili ve tutarsız iki cümleyi birbirine bağlamaya yarayan bir söz, amma, lakin: “Para kazanmayı hiç sevmiyordu ama hesapsız harcamaya bayılıyordu.” -N. Cumalı. 2. Uyarma veya şartlı bir ifade niteliğinde olan bir cümleyi, başka bir cümleye bağlamaya yarayan bir söz: “İnanmam ama fırsat bulursam baktırmadan da yapamam.” -K. Tahir. 3. Beklenmeyen bir sonucu anlatan iki cümleyi onun sebebi durumunda olan cümleye bağlayan bir söz: “Gerçi Miralay bey bu suretle tekrar hatıralarına dalıp derdini unutur ama onu gece yarılarına kadar dinlemek fedakârlığı da yine bize düşer.” -H. Taner. 4. Bir yargıyı veya bir buyruğu pekiştirmek için de kullanılan bir söz: Güzel ama güzel bir söz söyledi. 5. Bazen dikkati çekmek için cümlenin sonuna getirilen bir söz: “Gerçi, vekillerden bazıları yerli yerinde duruyordu ama!” -Y. K. Karaosmanoğlu.

âmâ
sf. (a:ma:) Görme engelli.


amin
a. kim. Amonyaktaki hidrojen yerine, tek değerli hidrokarbonlu köklerin geçmesiyle oluşan ürünlerin genel adı.

âmin
ünl. (a:min) din b. “Öyle olsun, Allah kabul etsin” anlamlarında, duaların arasında ve sonunda kullanılan bir söz.


araz
a. fel. 1. İlinek. 2. tıp Belirti: “Bu hastalığın gösterdiği çeşitli araz üzerindeki sayısız müşahedelerim bana bir nevi pratik ihtisas temin etmişti.” -R. N. Güntekin.

âraz
ç. a. (a:ra:z) Belirtiler.


aşık, -ğı
a. anat. 1. Aşık kemiği. 2. mim. Aşırma.

âşık, -kı, -ğı
a. (a:şık) 1. Bir kimseye veya bir şeye karşı aşırı sevgi ve bağlılık duyan, vurgun, tutkun kimse: “Güzeller deniz kenarına geldikleri zaman âşıklar da kale burçlarına ve bedenlerine dolarlar.” -A. H. Çelebi. 2. Sevişen bir çiftten kadına oranla genellikle erkeğe verilen ad. 3. Halk ozanı: “Dinleyin âşıklar benim sözümü / Felek yaktı kül eyledi özümü” -Halk türküsü. 4. tkz. Dalgın, kalender kimse: Âşık yine geç kaldın. 5. ünl. tkz. “Ahbap, arkadaş” anlamında kullanılan bir seslenme sözü: Âşık! Anlat bakalım, neler yaptın?


ayan
sf. esk. Belli, açık.

âyan
ç. a. (a:ya:n) esk. 1. İleri gelenler. 2. Senato üyeleri.


ayrım
a. 1. Ayırma işi, tefrik: Kuvvetler ayrımı. 2. Bir kimse veya nesnenin bir başkasıyla karıştırılmamasını sağlayan ayrılık, benzer şeyleri birbirinden ayıran özellik, başkalık, fark: “Bu arada silinen ayrımlar ve ayrımcıklar, bulanıklığı iyiden iyiye artırıyor.” -T. Uyar. 3. Alt bölüm. 4. man. Cinsleri ve türleri birbirinden ayıran ana karakter, fark. 5. Ayrılma noktası: Yol ayrımı. 6. sin. ve TV Bir veya daha çok sahne içinde geliştirilip olayın tamamlanmış bir parçasını veren film bölüğü.

ayrılık, -ğı
a. 1. Ayrı olma durumu. 2. Birinden uzak düşme: “Sevgiyi tanımayanlar ayrılığın acısını da bilmezler, özlemezler ve gurbet hissi duymazlar.” -M. Kaplan. 3. Düşünce, görüş veya duygu arasındaki uymazlık, mübayenet: “Arapça konuşan milletler arasındaki ayrılıklar da onun dikkatini çekmemişti.” -M. Kaplan. 4. huk. Evlilik birliğinin yargıç kararı ile geçici bir süre için kaldırılması.


bağlı
sf. 1. Bir bağ ile tutturulmuş olan: “Günlerden beri bağlı duran demir, sert bir hırıltıyla denize daldı.” -Halikarnas Balıkçısı. 2. Gerçekleşmesi bir şartı gerektiren, vabeste: “Ekinlerin gürleşmesi yağmura bağlıdır, Sevincimiz üzüntümüz / Hep sana bağlı” -B. Necatigil. 3. Sınırlanmış, sınırlı: Tüzüğe bağlı bir işlem. 4. Kapatılmış olan, kapalı: Bağlı geçit. 5. Bir kuruluşun yetkisi altında bulunan: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun bağlı kuruluşlarını ziyaret ettim. 6. mec. Bir kimseye, bir düşünceye, bir hatıraya saygı, aşk vb. duygularla bağlanan, sadık, tutkun: Çocuklarına bağlı ana. 7. hlk. Halk inanışına göre, büyü etkisiyle cinsel güçten yoksun edilmiş (erkek).

bağımlı
sf. 1. Başka bir şeyin istemine, gücüne veya yardımına bağlı olan, özgürlüğü, özerkliği olmayan, tabi. 2. Bir kimseye veya şeye maddi veya manevi yönden aşırı bağlı olan. 3. Sigara, uyuşturucu madde vb. kötü alışkanlıklara aşırı derecede düşkün, müptela.


batın, -tnı
a. esk. 1. Karın. 2. top. b. Kuşak: O, dördüncü batından dedesi oluyor.

bâtın
a. (ba:tın) 1. İç. 2. sf. Gizli, görünmeyen.


bekar
a. müz. Diyezli veya bemollü bir sesin eski durumuna getirilmesini gösteren nota işareti.

bekâr
a. 1. Evlenmemiş kimse: “Bekârdı, evlenmeye vakit bulamamıştı.” -Ö. Seyfettin. 2. Evli olduğu hâlde ailesinden ayrı, yalnız yaşayan kimse.


berat
a. 1. Bir buluştan, bir haktan yararlanmak için devletçe verilen belge, patent. 2. tar. Osmanlı Devleti’nde bir göreve atanan, aylık bağlanan, san, nişan veya ayrıcalık verilen kimseler için çıkarılan padişah buyruğu.

beraat, -ti
a. (bera:at) huk. Aklanma.


bilakis
zf. (bi’lakis, l ince okunur) Tersine olarak, tam tersine, tersine, aksine: “Bilakis tecrübeli bir adam gibi söz söylüyorum, inanınız.” -P. Safa.

bilhassa
zf. (bi’lhassa) Özellikle: “Bu makalemde bilhassa, daha ziyade kanaat verici dokümanlara malik olduğum için patlıcan üzerinde duracağım.” -A. H. Çelebi.


cefakâr
sf. (cefa:kâr) 1. Eziyet eden. 2. hlk. Eziyet çeken, cefakeş.

cefakeş
sf. (cefa:keş) esk. Cefa çeken, sıkıntıya katlanan: “Bu, cefakeş bir işçi kadının hikâyesiydi.” -Y. K. Karaosmanoğlu.


çekimser
sf. Oy vermekten, eğilim göstermekten veya bir şey yapmaktan kaçınan, kararsız, taraf olmayan (kimse), müstenkif.

çekingen
sf. Her şeyden çekinen, ürkek, tutuk (kimse), muhteriz: “Bunlar çoğunlukla çekingen, utangaç olurlardı.” -A. Kutlu.


dahi
bağ. 1. Da, de: “Ben dahi başka bir diyara gitmek için izin talep ederim.” -A. Kabaklı. 2. Bile: “Oysa bu arada o, sizi hiç tanımıyor dahi olabilir.” -E. Şafak.

dâhi
a. (da:hi:) Olağanüstü yeteneği ve yaratıcı gücü olan kimse, deha: “Atatürk, bilmek için öğrenmiş olmaya ihtiyacı olmayan dâhiler soyundandı.” -H. Taner.


dahil, -hli
a. esk. Bir işe karışmış olma, karışma.

dâhil
a. (da:hil) 1. İç, içeri: “Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler.” -Atatürk. 2. zf. İçinde, … ile birlikte: “Bütün bu insanlar, amcası dâhil tiyatroda perdenin açılmasını bekler gibidir.” -T. Buğra.


delalet
a. (dela:let, l ince okunur) esk. 1. Kılavuzluk, aracılık: “Hemşehrilerinden birinin delaletiyle, senet sahiplerinin her birini ayrı ayrı öğrendi.” -E. E. Talu. 2. mec. İz, işaret.

dalalet
a. (dala:let, l ince okunur) esk. Sapınç, sapkınlık, doğru yoldan ayrılma: “Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler.” -Atatürk.


depremin şiddeti
a. Depremin hareketinin, gücünün derecesi, yeğinliği, sertliği.

depremin büyüklüğü
a. Depremde oluşan enerjinin düzeyini belirten ölçü.


deyim
a. Genellikle gerçek anlamından az çok ayrı, ilgi çekici bir anlam taşıyan kalıplaşmış söz öbeği, tabir: “Bu deyim seni korkutmasın. Çünkü fazlasıyla basit bir şeyden bahsediyorum.” -İ. O. Anar.

deyiş
a. 1. Deme, söyleme işi: “Peki deyişleri de akılları yattığı için değil, korkuları ağır bastığı için oldu.” -T. Buğra. 2. Söyleme biçimi, anlatım biçimi, üslup. 3. Bir kimsenin bir konuyla ilgili anlattıkları, ifade. 4. ed. Halk şiiri, halk türküsü: “Karacaoğlan’ı okudukça deyişin önemini daha iyi anlarız.” -N. Ataç. 5. müz. Semahla birlikte yalnızca bağlama eşliğinde ağır tempoda söylenen bir tür beste.


doyumsuz
sf. 1. Tatmin olmayan. 2. Sonu gelmeyen, sınırsız: “Erhan’ı doyumsuz bir sevgi ile kucakladılar.” -E. İ. Benice. 3. Bıkılmayan.

doyulmayan
Kanılmayan, tatmin olunmayan


emir, -mri
a. 1. Buyruk, komut, talimat, ferman. 2. İstek: “İkide birde dönüp benden bir emrim olup olmadığını soruyordu.” -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. bit. b. Orta Anadolu’da şarap yapımı için üretilen, orta kalın kabuklu, beyaz renkli, kısa ve karışık budanan bir tür üzüm.

emîr
a. (emi:r) Araplarda ve bazı Müslüman ülkelerde bir kavim, şehir veya ülkenin başı.


etkin
sf. 1. Hareketli, işleyen, çalışan, etkili, faal, aktif, dinamik. 2. fel. Fiilde bulunan, etkinlik gösteren, edilgin karşıtı. 3. kim. Kimyasal tepkimelere katılma yatkınlığı gösteren (molekül, atom).

etken
a. 1. Etki eden şey, faktör: “Bu sanatçıların çoğunun başarısında dış ülkelerde edindikleri sahne görgü ve kültürü etken olmuştur.” -M. And. 2. kim. Bir madde üzerinde belli bir değişiklik yapan şey, müessir. 3. db. Doğrudan doğruya öznenin yaptığı işi anlatan, öznesi belli olan fiil, etken fiil, aktif, aktif fiil, malum, edilgen karşıtı: Kırmak, bilmek etken fiillerdir.


eyer
a. Binek hayvanlarının sırtına konulan, oturmaya yarayan nesne: “Gözlerini eyerin kuburluklarıyla atın doru boynunda hasıl olan gölgeli çizgiye dikmişti.” -Ö. Seyfettin.

eğer
bağ. (e’ğer) Şart anlamını güçlendirmek için şartlı cümlelerin başına getirilen kelime, şayet: “O zaman inandığım gibi / Sahiden bir öbür dünya varsa eğer” -C. S. Tarancı.


fani
a. fiz. İnsan gözünün algıladığı ışık şiddeti.

fâni
sf. (fa:ni:) Ölümlü, gelip geçici, kalımsız: “Her fâni güneşten, çimden nasibini alıyor.” -Y. Z. Ortaç.


folklor
a. (fo’lklor, l ince okunur) Halk bilimi: “Hep, folklor, sanatın, ilmin, kültürün kendisidir, ortaya attık.” -F. R. Atay.

halk oyunları
Bir ülkede yaşayan halkın kültür ürünlerini, duygu ve düşüncelerini anlatan, müzik eşliğinde toplu biçimde oynanan oyunlar.


geçtiğimiz hafta
geçtiğimiz hafta

geçen hafta
Bir önceki hafta


hak, -kkı (doğruluk), hak, -kki (oyma), Hak, -kkı (Tanrı)
Hak, -kkı (Tanrı) öz. a. din b. Tanrı: “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal.” -M. A. Ersoy.
hak, -kkı (doğruluk) (I) a. 1. Adalet: Haktan ayrılmamalı. 2. Adaletin, hukukun gerektirdiği veya birine ayırdığı şey, kazanç: “Üstelik adli tatil olduğu için hak sahipleri bekleşirler.” -B. Felek. 3. Dava veya iddiada gerçeğe uygunluk, doğruluk: Bu davada hak görmüyorum. 4. Verilmiş emekten doğan manevi yetki: Ana hakkı ödenmez. 5. Pay: Makas hakkı. Komşu hakkı. 6. Emek karşılığı ücret. 7. sf. Doğru, gerçek: “Karacaoğlan der ki sözüm haktır.” -Karacaoğlan.
hak, -kki (oyma) (II) a. esk. 1. Maden, ağaç, taş üzerine elle yazı veya şekil oyma, kazı: Mühür hakki. 2. Kâğıttaki yazıyı kazıma, kazı: Resmî kâğıtlarda hak ve silinti yasaktır.

hâk, -ki
a. (hâ:k) esk. Toprak.


hakim
sf. (haki:m) esk. 1. Bilge. 2. din b. Her şeyi bilen (Tanrı).

hâkim
sf. (ha:kim) 1. Egemenliğini yürüten, buyruğunu yürüten, sözünü geçiren, egemen: “Arkasında yavaş fakat çok hâkim bir ses işitmişti.” -A. Gündüz. 2. Başta gelen, başta olan, baskın çıkan. 3. Duygu, davranış vb.ni iradesiyle denetleyebilen (kimse): “Bir kere sinirlerine bu kadar hâkim oyuncu görmedim.” -H. Taner. 4. Yüksekten bir yeri bütün olarak gören: Denize hâkim bir köşk. 5. a. huk. Yargıç: “Bir hâkimin çok ciddi, bir satıcının çok mültefit, bir askerin çok otoriter olması meslekleri icabıdır.” -M. Kaplan. 6. Baskın.


hakimane (bilgece)
zf. (haki:ma:ne) esk. Bilgece.

hâkimane
zf. (ha:kima:ne) esk. Buyururcasına, hükmedercesine: “Fikirlerini anlattığı vakitlerdeki hâkimane ve müstehzi sesiyle söyledi.” -P. Safa.


hal, -li (pazar yeri), hal, -lli (çözme, eritme), hal (tahttan indirme)
(I) esk. 1. Çözme, çözülme. 2. Çözüm. 3. Eritme. 4. Karışık bir sorunun içinden çıkma, sonuca varma.
(II) a. Sebze, meyve, bakliyat vb.nin satıldığı yer.
(III) a. tar. Tahttan indirme.

hâl
a. (ha:li) 1. Bir şeyin içinde bulunduğu şartların veya taşıdığı niteliklerin bütünü, durum, vaziyet: “Herkes hâline göre bir hediye verdi.” -H. R. Gürpınar. 2. Davranış, tutum, tavır: “Bambaşka bir hâliniz vardır sizin. Merhametli bir insan olduğunuz bellidir.” -O. Rifat. 3. Şimdiki zaman, içinde yaşanılan zaman: “Bugün yazılan her kitap hâlden istikbale bir habercidir. Hâl dediğimiz şey yarından sonra mazi olacaktır.” -Y. K. Beyatlı. 4. Güç, kuvvet, takat: Şimdi gezmeye çıkacak hâlim yok. 5. mec. Kötü durum, sıkıntı, dert: Zavallının başına ne hâller geldi. 6. db. Durum.


hala
a. (ha’la) Babanın kız kardeşi, bibi.

hâlâ
zf. (ha:lâ:) Şimdiye kadar, o zamana kadar, hâlen, henüz: “O zamanlar sağlam dişi söktürüp yerine altın diş taktıran, böylece güzelleştiğine inanan insanlar hâlâ vardı.” -A. Kutlu.


haya
a. anat. Er bezi.

hayâ
a. (haya:) Utanma duygusu, utanç, utanma, sıkılma.


ilgili
sf. İlgilenmiş olan, ilgisi bulunan, alakalı, alakadar, müteallik: “Tütün piyasası ile ilgili hesapların bir ucu, yine elindeydi.” -N. Cumalı.

ilişkin
sf. İlgisi, ilişiği olan, bağlı, ilgili, ait, merbut, müteallik: “Dikkatle yüzüne bakıyorum ama beni suçladığına ilişkin hiçbir belirti göremiyorum.” -A. Ümit.


indirmek
(-i) 1. Yüksekten, sarp ve kötü yerden veya yukarıdan aşağıya inmesini sağlamak: “Zeynep’i o sel yatağından, yağdan kıl çeker gibi indirdi.” -Y. Kemal. 2. Bir taşıt veya binek hayvanından aşağıya almak. 3. Fiyatını azaltmak, düşürmek. 4. Hızla vurmak: “Genç adamın başına son darbeyi indirdi.” -Y. K. Karaosmanoğlu. 5. Kapamak: Kepenkleri indirmek. 6. (nsz) Yağmur, sis, birdenbire bastırmak: “Haberlerle birlikte hızlı bir yağmur indirdi.” -N. Cumalı. 7. Kırmak, tahrip etmek: Göstericiler yapının camlarını indirmişler.

indirgemek
(-e) 1. Daha kolay ve yalın duruma getirmek. 2. (-i) kim. Bir maddenin oksijenini alarak oksit özelliğini yok etmek, irca etmek. 3. (-i) mat. Bir işlemi daha kısa veya daha yalın bir biçime sokmak, irca etmek.


irtica
a. (irtica:) Gericilik: “Vilayetin bir yerinde faili yakalanamayan bir irtica vakası çıkar.” -R. N. Güntekin.

iltica
a. (iltica:) Sığınma.


isal, -li
a. (i:sa:l) esk. Ulaştırma.

ishal, -li
a. Olağandan daha çok, daha sık ve sulu dışkı çıkarma, sürgün, ötürük, iç sürme, cır cır, amel, linet, kabız karşıtı.


kabil
sf. (ka:bil) Olanaklı: “Ben onu bir göreyim, dedi, kabil mi?” -P. Safa.

kabîl
sf. Türlü, gibi, benzer. a. Tür, cins.


kam
a. Şaman.

kâm
a. (kâ:m) esk. 1. Dilek. 2. Zevk, mutluluk, tat.


kamelya
a. (kame’lya) bit. b. Çaygillerden, büyük, beyaz, pembe veya kırmızı renkte çiçekler açan, dayanıklı yapraklı bir bitki, Japon gülü, Çin gülü (Camellia japonica).

kameriye
a. Bahçelerde yazın oturulmak için yapılan, kafes biçiminde, kubbeli, üstü yeşilliklerle sarılan süslü çardak: “Kim şu kameriyede oturmuş, şu çiçeklerden kim toplamıştı?” -S. F. Abasıyanık.


kanun
(I) a. (ka:nu:nu) huk. 1. Yasa. 2. Geçerli olan kural: “Dünyanın en büyük kanunu, nefsini müdafaa ve muhafaza etmek için karnını doyurmaktır.” -A. Ş. Hisar.
(II) a. (ka:nu:nu) müz. Dikdörtgen biçiminde, bir köşesi kesik, yassı bir sandık üzerine gerilmiş tellerden oluşan, tırnak adı verilen çalgıçlarla çalınan ince saz çalgısı: Kanunun ilk kez Farabi tarafından yapıldığı söylenir.

kânun
a. (kâ:nu:nu) esk. Eski takvimde yer alan kânunusani, kânunuevvel ay adlarında geçen “ateş ocağı” anlamındaki söz: “Eski tabirle kânunları yani aralık ve ocak aylarını sevmem.” -B. Felek.


kap, kap, -bı
(I) a. 1. İçi gaz, sıvı veya katı herhangi bir maddeyi alabilen oyuk nesne. 2. Kap kacak. 3. Türlü şeylerin taşınması veya saklanması için kullanılan torba, kılıf, çanta, sepet, sandık vb. 4. Kapak, cilt.
(II) a. 1. Gövdeyi omuzların üstünden çepeçevre saracak biçimde yapılan bir tür üst giysisi. 2. Kadınların giydiği kolsuz üstlük.

kâp, -bı
a. (kâ:bı) esk. Aşık kemiği.


kaplı
sf. 1. Kaplanmış olan: “Çantasından çok sayfalı, maroken kaplı küçük bir defter çıkardı.” -Ö. Seyfettin. 2. Kabı olan. 3. Ciltli.

çevrili
sf. 1. Çevrilmiş, kuşatılmış: “Bizim lokantanın üzeri, yanları, karşısı büyük büyük apartmanlarla çevriliydi.” -O. Kemal. 2. Dönük.


kar
a. Havada beyaz ve hafif billurlar biçiminde donarak yağan su buharı: “Kıştı, yerler iki karış kar tutmuştu.” -T. Buğra.

kâr
a. (kâ:rı) 1. Alışveriş işlerinin sağladığı para kazancı. 2. İş. 3. mec. Yarar, fayda: Bundan benim hiçbir kârım yok. 4. ekon. Üretim faktörlerinden biri olan girişimcinin üretimden aldığı pay. 5. tic. Maliyet fiyatıyla satış fiyatı arasındaki fark.


karşın
zf. Gerekenin veya mantığın tersine olarak, rağmen: “Sabah olunca, bütün gece uyumamasına karşın kendini dinç hissediyordu.” -İ. O. Anar.

karşılık, -ğı
a. 1. Bir davranışın karşı tarafta uyandırdığı, gerektirdiği başka davranış, mukabele: “Haykırışlarına etraftan karşılık gelmiyordu.” -H. R. Gürpınar. 2. Bir dildeki bir sözü başka bir dilde aynı anlamda karşılayan söz: “Sonra temaşa kelimesi doğrudan doğruya tiyatro kelimesinin karşılığı olarak kullanılmıştır.” -A. K. Tecer. 3. Cevap, yanıt. 4. Bir şey alınırken karşı tarafa verilen başka şey, bedel: “Bir buçuk aylığının karşılığı olan üç yüz lira hatırı sayılır bir para idi.” -R. H. Karay. 5. Bir iş için ayrılmış para, ödenek, tahsisat.


katil, -tli
a. Öldürme.

katil
a. (ka:til) 1. İnsan öldüren kimse, cani: “Öldürdüğü güzele ağlayan bu katilin / Elleri kanlı fakat gözyaşları temizdi” -E. B. Koryürek. 2. sf. Öldürücü, ölüme neden olan: Katil kurşun.


konsantre
sf. 1. Yoğun. 2. kim. Derişik.

konsantrasyon
a. kim. 1. Derişim. 2. ruh b. Dikkat toplaşımı: “Ölçüsüzlük matematik eksikliğinden, laubalilik dağınıklık, konsantrasyon yetersizliği hep bundan…” -H. Taner.


kurgu
a. 1. Bir şeyin zembereğini kurmak için kullanılan araç, anahtar. 2. Zembereğin kurulmuş olma durumu: Saatin kurgusu bitmiş. 3. Bir bütün oluşturmak için parçaları takıp birleştirme işi, montaj: Demir fabrikasının kurgusu bitti, işletmeye açıldı. 4. Bir işe hazırlamak için yapılan telkin: “Bankacılardan birkaçının kurgularıyla Belediye başkanlığına adaylığını koymuştu.” -M. Ş. Esendal. 5. ed. Çatı. 6. fel. Uygulamaya geçmeyen yalnız bilmek ve açıklamak amacını güden düşünce, kuramsal araştırma, spekülasyon. 7. sin. ve TV Bir filmin değişik süre ve yerlerde çekilen bölümlerini, bir anlam ve uyum bütünlüğü sağlayarak birleştirme, montaj. 8. sin. ve TV Gerçek olmayan olay ve kahramanlardan oluşan eser.

kurmaca
sf. 1. Olmadığı hâlde varmış gibi tasarlanmış, kurgulanmış: “Yalnızca bir romandır ve bütün romanlar gibi kurmacadır.” -S. İleri. 2. a. Tasarlanmış olay: “Şimdi şunu merak ediyorum, kurmacanın serpildiği gerçek, bir aşama sonra yine kurmacayı besliyor mu?” -T. Uyar.


lam
a. (l ince okunur) 1. Mikroskopta incelenecek maddelerin üzerine konulduğu dar, uzun cam parçası. 2. Dar, çok ince metal parça.

lâm
a. (lâm) Arap alfabesinin yirmi üçüncü harfinin adı.


mahsur
sf. Kuşatılmış, sarılmış, çevrilmiş.

mahzur
a. 1. Sakınca: “Artık söylemekte bir mahzur olmadığından gizlemek abes.” -R. H. Karay. 2. Engel.


maiyet
a. Üst görevlinin yanında bulunan kimseler, alt kademedekiler.

mahiyet
a. (ma:hiyet) 1. Nitelik, vasıf, öz, asıl, esas: “Üstelik tiyatroda her şey şahsi bir mahiyet arz eder.” -A. K. Tecer. 2. İçyüz.


mani
a. ruh b. Kişinin sevinç, güven ve her türlü etkinliğinin normal olmayan bir biçimde arttığı ruh hastalığı.

mâni
(I) a. (ma:ni:) Bir şeyin yapılmasını önleyen şey, engel: “Kaç zamandır beynimi, kanımı ateşlendiren bu idealimin lezzetini tatmak için her mâniyi çiğneyeceğim.” -H. R. Gürpınar.
(II) a. (ma:ni) ed. Genellikle birinci, ikinci ve dördüncü dizeleri uyaklı olan, daha çok hecenin yedili ölçüsüyle söylenen halk şiiri: “Her köyde mâni, türkü söyleyen biri var.” -M. C. Anday.


meşruiyet
a. (meşru:iyet) esk. Meşruluk.

meşrutiyet
öz. a. tar. Osmanlı Devleti’nde 1876 Anayasasıyla başlayan ve 1918 Mondros Mütarekesine kadar süren, I. ve II. Meşrutiyet dönemi adlarıyla anılan süre.
a. (meşru:tiyet) Hükümdarlıkla yönetilen bir ülkede hükümdarın başkanlığı altında parlamento yönetimine dayanan hükûmet biçimi: “Meşrutiyete uygun yönetim, yurt hainlerinin döküntüleriyle kurulamaz.” -H. C. Yalçın.


metin, -tni
a. 1. Bir yazıyı biçim, anlatım ve noktalama özellikleriyle oluşturan kelimelerin bütünü, tekst: “Aslında kâğıda gerek yoktu çünkü bütün metni satır satır ezbere biliyordu.” -E. Şafak. 2. Basılı veya el yazması parça, tekst: “Eserin Farsça metninin yazma nüshaları arasında da bazen oldukça büyük farklara tesadüf edilmektedir.” -A. H. Çelebi.

metîn
sf. (meti:n) Acılar karşısında dayanma gücünü yitirmeyen, sağlam, dayanıklı, metanetli: “Geçimi yolunda, maddeten ve manen metîn bir ailedir.” -R. H. Karay.


muhabere
a. (muha:bere) 1. Yazışma: “Mektupçu evrak okur, cevap yazar, muhabere işlerini idare ederdi.” -S. Ayverdi. 2. tek. İletişim.

muharebe
a. (muha:rebe) 1. ask. Savaşta yapılan çarpışmalardan her biri: “Geceleri bazen öyle bir sessizlik çöküyor ki muharebenin bu yerlerde olduğuna insanın inanamayacağı geliyor.” -N. F. Kısakürek. 2. mec. Güçlü tartışma.


muhasebe
a. (muha:sebe) esk. 1. Hesaplaşma, karşılıklı hesap görme. 2. Hesap işleriyle uğraşma: “Muhasebe ile defter tutma işlerini de üzerine aldığından milleti burnundan yakalamıştı.” -T. Dursun K. 3. Hesapların bütünü. 4. Hesap işlerinin yürütüldüğü yer: “Nedir bu benim çilem / Hesap bilmem / Muhasebede memurum” -O. Rifat.

musahabe
a. (musa:habe) esk. Konuşma, görüşme, söyleşi: “Musahabe bu vadiye dökülünce tekrar karışmak ihtiyacını duydum.” -Y. K. Karaosmanoğlu.


mürteci
sf. (mürteci:) esk. Yeni düzene karşı direnen (kimse), gerici: “Halk onu okuyor ve seviyor, polis ve mürteci çevreler ise ona kin besliyor ve mutat vasıtalarla tasfiye etmeye çalışıyorlardı.” -N. Hikmet.

mülteci
a. (mülteci:) Sığınmacı.


mütehassis
sf. esk. Duygulanmış.

mütehassıs
sf. Uzman: “Hünerlerinizin inceliklerini, güzelliklerini anlamak için mütehassıslar zuhur etti.” -A. H. Müftüoğlu.


mütevazi
sf. (müteva:zi:) esk. Birbirine paralel olan.

mütevazı
sf. (müteva:zı) 1. Alçak gönüllü: “Sakin, mütevazı ve kalabalıktan kaçan ruhunu incitmemek için onu, birkaç kişi ile sırtımda ebedî makamına ben götürdüm.” -A. H. Müftüoğlu. 2. Gösterişsiz, iddiasız: “Düğün sahibinin bütçesi ne kadar dar ve mütevazı olursa olsun, hokkabaz şarttı.” -S. Ayverdi.


nakil, -kli
a. 1. Bir yerden alıp başka bir yere iletme, aktarma, taşıma, geçirme, aktarım. 2. Göç, taşınma: “İşte, nakil masrafı da avucumda, diyerek otuz lirayı saydı.” -S. M. Alus. 3. Anlatma, söyleme, hikâye etme. 4. Bir görevden başka bir göreve atanma, tayin. 5. Yazı veya resmin aynısını başka bir şeyin üzerine yapma, kopya etme. 6. Başka dilden bir eseri kendi diline çevirme, tercüme etme.

nâkil
sf. (na:kil) esk. 1. Taşıyan, aktaran, geçiren. 2. Anlatan, hikâye eden. 3. fiz. İletken.


nazım, -zmı
a. ed. Şiir.

nâzım
sf. (na:zım) 1. Düzenleyen, düzene koyan, tertip eden. 2. a. ed. Manzume yazan kimse.


nefis, -fsi
a. 1. Öz varlık, kişilik: “Çoğunu kendi nefsini kurtarmak için öldürmüştü.” -Ö. Seyfettin. 2. İnsanın yeme içme vb. gereksinimlerinin bütünü.

nefîs
sf. Pek hoş, çok güzel: “Duvarlardaki pastel ve yağlı boya nefis levhalara uzaktan bir göz atmadan geçemiyorduk.” -A. H. Müftüoğlu.


nüfus
a. (nüfu:su) 1. Kişi: Burada beş nüfus var. 2. Bir ülkede, bir bölgede, bir evde belirli bir anda yaşayanların oluşturduğu toplam sayı, popülasyon: “Yedi nüfuslu haneye / Üç buçuk tayın yetecek” -O. V. Kanık. 3. Ortak bir özellik gösteren kimselerin bütünü: Tarım nüfusu. Gecekondu nüfusu.

nüfuz
a. (nüfu:zu) 1. İçine geçme. 2. mec. Söz geçirme, güçlü olma, erk: “Birbirlerinin servetlerini, nüfuzlarını, rütbelerini, kabiliyetlerini bilirlerdi.” -A. Ş. Hisar.


olasılık, -ğı
a. 1. Bir şeyin olabilmesi durumu, olabilirlik, ihtimal: “O gün biyolojicinin yazılı yapma olasılığı vardı.” -Ç. Altan. 2. fel. O zamana kadar yapılan deneylerle bir olayın ortaya çıkmasının beklenilmesi ancak yine de tam bir kesinliğin bulunmaması durumu.

olanak, -ğı
a. Yararlanılan uygun şart veya durum, imkân: “Olanakların, olasılıkların bir sonu bulunabilirdi belki zamanla.” -Y. Atılgan.


oldukça
zf. (oldu’kça) Olabildiğince: “Bu oyun oldukça geniş bir sahada taammüm etmiştir.” -A. K. Tecer.

çok, çok fazla
sf. 1. Sayı, nicelik, değer, güç, derece vb. bakımından büyük ve aşırı olan, az karşıtı: “Bana matematik çok kolay geldi.” -F. R. Atay. 2. zf. Aşırı bir biçimde: “Biz çocuklar evimizi çok beğendik.” -A. Kutlu.


öğretim
a. 1. Belli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim. 2. Öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenleme, gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme işi.

öğrenim
a. Herhangi bir meslek, sanat veya iş için gerekli bilgi, beceri ve alışkanlıkların elde edilmesi amacıyla yapılan çalışma, tahsil: “Öğrenimini bitirmeye bir yıl kala Türkiye’deki büyük fabrika sahiplerinden çağrılar alıyormuş.” -M. C. Anday.


özel
sf. 1. Yalnız bir kişiye, bir şeye ait veya ilişkin olan, spesiyal: Aşçının özel yemeği. 2. Benzerlerinden ayrılmasını sağlayan bir özelliği olan, spesiyal. 3. Bir kişiyi ilgilendiren, hususi, zatî: “Özel bir diyeceği varmış gibi koluma girdi sokakta.” -N. Cumalı. 4. Devlete değil, kişiye ait olan, hususi, resmî karşıtı. 5. Dikkate değer: Özel bir ilgi gösterdi. 6. Ayırt edici bir niteliği olan. 7. Her zaman görülenden, olağandan farklı: Özel durumları da göz önüne alalım.

özgü
sf. 1. Birine, bir şeye ait olan, öze, has, mahsus: “Bu, içinde doğduğu, geliştiği, biçim kazandığı topluma özgü dildir.” -N. Uygur. 2. Belli bir kimsede, şeyde veya türde bulunan, öze, has, mahsus. 3. Aynı cinsten başka hiçbir türde veya bireyde rastlanılmayan, öze, has, mahsus.


sadır, -drı
a. 1. Göğüs, sine. 2. Yürek, kalp. 3. tar. Kazaskerlere verilen unvan. 4. tar. Sadrazam.

sâdır
sf. (sa:dır) esk. Çıkan, görünen.


sari
a. 1. Hint kadınlarına özgü giysi. 2. Bu giysinin yapıldığı kumaş: “Sari denir kumaşa bürünen, ayağı bilezikli ve burunları incili veya mücevherli kadınlar…” -F. R. Atay.

sâri
sf. (sa:ri:) esk. 1. Başkasına geçen, geçici. 2. Bulaşıcı, bulaşık (hastalık).


seri
(I) a. Herhangi bakımdan bir bütün oluşturan şeylerin tümü, dizi: “Bu, seri hâlinde yazılmış bir yazı değildir.” -S. F. Abasıyanık.

seri:
(II) sf. (seri:) Hızlı: “Nazik ve oynak tavırlar, seri kelimelerle sözüne devam etti.” -R. N. Güntekin.


sıcaklık, -ğı
a. 1. Sıcak olan şeyin durumu, etkisi veya sıcak olan şeyin niteliği, hararet: Sobanın sıcaklığı. 2. Bir araçla veya cihazla ölçülebilen ısı derecesi, suhunet: Havanın sıcaklığı. 3. Hamamlarda yıkanılan sıcak yer. 4. mec. Sevgi, içtenlik ve sevimlilik: “Türkçesinde bir tutukluk vardır ama anlatımındaki sıcaklık bütün aksaklıkları bir anda silip yok eder.” -S. Birsel.

ısı
a. 1. fiz. Bir cismin uzamasına, genleşmesine, buharlaşmasına, erimesine, sıcaklığının artmasına yol açan fiziksel enerji: Isı, atomlar arası çekim gücünü yenerek maddenin hacmini arttırır. 2. Doğal vücut sıcaklığı, hararet: İnsan vücudunun doğal ısısı 36,5 °C’dir. 3. Fiziksel bir olaya dayalı, belirli bir ölçü üzerine kurulmuş olan sıcaklık ve soğukluk derecesi.


şura
a. (şu’ra) Anlatana veya söyleyene göre biraz uzakta olan yer, şu yer: Şuraya oturmuştu.

şûra
a. (şu:ra:) Bir alanla ilgili olarak oluşturulan danışma kurulu: Millî eğitim şûrası. Sağlık şûrası.


tabii
sf. (tabii:) 1. Doğada olan, doğada bulunan. 2. Olağan, alışılmış, her zamanki gibi olan, beklenildiği gibi: “Sıcaklar arttıkça serin yerler aramak, âdeta tabii bir ihtiyaç hâline geliyor.” -A. Rasim. 3. Sağduyuya, mantığa, olağan düzene uygun olan: “Beklenen cevap gelince derhâl yazılacağı tabiidir.” -Atatürk. 4. Yapmacık olmayan, doğal: “Eğer sürmenin üstüne bunu sürmezsen renk tabii olmaz.” -P. Safa. 5. Katıksız, saf, doğal: Tabii meyve suları. 6. zf. (ta’bi:) Elbette, doğallıkla, doğal olarak, işin gereği olarak: “Yurttaşlarım arasında bana bu yabancılığı çektirmemek isteyenler de oldu tabii.” -A. Ağaoğlu.

tabi
(I) sf. (ta:bi) Bağımlı: “Sanki bütün kamara, bütün halk, onlara tabi, onlara mahkûmdu.” -P. Safa.
(II) a. (ta:bi) esk. 1. Basıcı. 2. Yayımcı.


tahrifat
a. (tahri:fa:tı) Bir şeyin aslını bozma, değiştirme.

tahribat
a. (tahri:ba:tı) Yıkıp bozma, harap etme.


takdir
a. (takdi:ri) 1. Beğenme, beğenip belirtme, değer verme: “Hakkında sarf edilen alaycı sözlere mukabil şimdi takdirler, hürmetkâr iltifatlarla karşılıyordu.” -A. H. Çelebi. 2. Bir şeyin değerini, önemini, gerekliliğini anlama. 3. Takdirname. 4. Değer biçme: “Bu aç adama yeni elbisenin ne derece faydalı olacağını okuyucularımızın takdirine arz ediyoruz.” -F. Otyam. 5. Kitle iletişim araçlarında izlenme oranı. 6. din b. Yazgı.

taktir
a. (takti:r) esk. Damıtma.


tavsiye
a. 1. Öğütleme, yol gösterme: “Doktorların tavsiyesini yerine getirmek için de yürüye yürüye evine vaktinde yetişir.” -A. Ş. Hisar. 2. Bir şeyin, bir kimsenin iyi, işe yarar olduğunu ilgili kişiye söyleme, referans.

tasfiye
a. 1. Arıtma, ayıklama, temizleme: “Yoksa mutlu bir şansla bir uzlaşma olacak, bu da yumuşak bir tasfiyeye imkân bırakacak mıydı?” -T. Buğra. 2. dil b. Özleştirme: Dilde tasfiye. 3. tic. Bir ticaret kuruluşunun batması, kapanması vb. sebepler üzerine hesapların kesilmesi, alacaklılara, ortada kalan mal ve paradan paylarına düşen miktarın verilmesi, likidasyon. 4. mec. Türlü sebeplerle birçok kimsenin görevine son verme.


teamül
a. (tea:mül) 1. Bir yerde öteden beri olagelen davranış: “Ekseriya gelen ecnebiler ve Hristiyanlar teamül olarak ayrı bir yerde ve hürmeten ayakta durup ayini seyrederlerdi.” -A. H. Çelebi. 2. kim. esk. Tepkime. 3. esk. İş, davranış.

temayül
a. (tema:yül) 1. Bir tarafa eğilme, meyletme: “Musiki ruhların en tabii temayülleri arasındadır.” -A. Ş. Hisar. 2. ruh b. Yönseme. 3. mec. Bir kimseye veya bir şeye ilgi duyma: “Yarının siyasetine yol açan fikirler, temayüller ilk önce bunlar arasında kaynaşır.” -Y. K. Karaosmanoğlu.


tefriş etmek
döşemek: “İçerisini gene kendi paramla tefriş ettim.” -Y. K. Karaosmanoğlu.

teşrif etmek
1) şereflendirmek, onurlandırmak; 2) bir yere gelmek: “Efendi hazretleri, nihayet teşrif edebilmişler demek?” -A. İlhan.


tellak, -ğı
a. (l ince okunur) Hamamda insanları keseleyip yıkayan erkek.

natır
a. Kadınlar hamamında hizmet eden ve müşterileri yıkayan kadın.


tellal
a. (l ince okunur) 1. Herhangi bir şeyi, olayı veya bir şeyin satılacağını halka duyurmak için çarşıda, pazarda yüksek sesle bağıran kimse, çağırtmaç: “Annemin çeyizlik eşyasını hamallarla tellallar çarşısına gönderdi.” -Y. K. Beyatlı. 2. Satışlarda aracılık eden kimse.

tellak, -ğı
a. (l ince okunur) Hamamda insanları keseleyip yıkayan erkek.


temiz
sf. 1. Kirli, lekeli, pis, bulaşık olmayan, arı (I), pak, münezzeh, hijyen, hijyenik: “Ayak basacak tek adımlık temiz yer yok.” -A. Ağaoğlu. 2. Özenle yapılmış: Temiz iş. 3. Çok az kullanılmış veya hiç kullanılmamış olan, özrü olmayan: Temiz araba. 4. Ahlakça lekesiz, necip, nezih. 5. zf. Kirli, lekeli, bulaşık olmayan bir biçimde: Temiz giyinmek.

temyiz
a. (temyi:zi) 1. Ayırt etme. 2. huk. Mahkemelerce verilen kararın kanun ve usul yönünden incelenmesini sağlayan yasal yol: “Dama tıkıldım ama temyizde beraat ettim.” -A. Gündüz.


teskere
a. (te’skere) esk. 1. Sedye. 2. Yapılarda malzeme taşımak için kullanılan, dört kollu ve iki kişinin taşıdığı tahta araç.

tezkere
a. 1. Pusula: “Bu vaziyette en tabii çare, ona küçük bir tezkere yazmaktı.” -R. N. Güntekin. 2. Bir iş için izin verildiğini bildiren resmî kâğıt: “Nihayet yol tezkerem yapıldı, üstüm başım düzeltildi.” -Y. K. Beyatlı. 3. ask. Askerlik görevinin bittiğini bildiren belge.


uhde
a. esk. 1. Birinin yapmakla yükümlü olduğu iş, görev. 2. Sorumluluk.

ukde
a. esk. 1. Düğüm, yumru. 2. mec. İçe dert olan şey: “Geceleri bilhassa yatsı namazından sonra seccadede oturmuş, çocuk dilimle, içimde ukde olan meseleler hakkında Allah’la konuşur dururdum.” -H. E. Adıvar.


ücret
a. 1. İş gücünün karşılığı olan para veya mal: “Ücret hizmet mukabilidir. Ne yapıyorsun ki sana para verelim?” -N. Hikmet. 2. Kiralanan veya satın alınan bir şey için ödenen para: “Fiyatından daha yüksek bir ücretle satın aldı.” -P. Safa.

para
a. 1. ekon. Devletçe bastırılan, üzerinde değeri yazılı kâğıt veya metalden ödeme aracı, nakit: “Çıkarken elini göğsüne sokup bir kese çıkardı, keseden alabildiği kadar para alıp delikten attı.” -F. Otyam. 2. Kazanç: “Balıkçılıkta para vardır ama dalgıçlık kadar da genç işidir.” -S. F. Abasıyanık. 3. esk. Kuruşun kırkta biri.


vakıa
a. (va:kıa) Olgu: Bu bir vakıadır, inkâr edilemez.

vâkıâ
zf. (va:’kıa:) Gerçi, her ne kadar … ise de: “Vakıa, bunlardan bir kısmını unutmamıştım.” -H. F. Ozansoy.


vakıf, -kfı
a. 1. Bir hizmetin gelecekte de yapılması için belli şartlarla ve resmî bir yolla ayrılarak bir topluluk veya bir kimse tarafından bırakılan mülk, para. 2. Bir topluluk veya bir kimse tarafından bırakılan mülk ve paranın idare edildiği yer: “Vakıf hayırları yalnız Mushaf vakıflarına ait değildir.” -N. F. Kısakürek. 3. Birçok kişi tarafından kurulan ve toplum yararına çalışmayı ilke edinen kuruluş.

vâkıf
sf. (va:kıf) esk. 1. Bilen, farkında olan: “Demirci anladı, ses çıkarmadı, duvardan üç beş halka aldı, sanatına vâkıf bir adam sükûnetiyle değneğe taktı.” -M. Ş. Esendal. 2. Bir şeyi vakıf durumuna getiren.


varis
a. tıp Toplardamar genişlemesi, ordubozan: “Varis ağrıları yüzünden on dakikadan fazla ayakta duramıyordu.” -E. Şafak.

vâris
a. (va:ris) Kalıtçı: “Ali Bey’in evlat ve vâris edineceğini düşündüğü anlar olmuştur.” -H. E. Adıvar.


vasi
a. (vasi:) 1. Bir yetimin veya akılca zayıf, hasta birinin malını yöneten kimse: “Garson, para kıymeti bilmediğim için bana karşı bir vasi tavrı takınıyor.” -R. N. Güntekin. 2. Ölen bir kimsenin vasiyetini yerine getirmekle yükümlü olan kimse.

vâsi
sf. (va:si:) esk. 1. Geniş. 2. Engin.


yad
sf. Yabancı.

yâd
a. (yâ:d) 1. Anma. 2. Hatır, zihin: “Yâdımda ezelî ve mor bir fecir memleketi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim.” -Ö. Seyfettin.


yakın
sf. 1. Az bir ara ile ayrılmış olan (zaman veya yer), uzak karşıtı. 2. Küçük, önemsiz değişikliklerle birbirinden ayrılan: “İklim ile toprağın bereketi ve insanın faaliyeti arasında yakın bir münasebet vardır.” -C. Meriç. 3. Aralarında sıkı ilgi bulunan: “Her birinin muhakkak bir yakın arkadaşı vardır.” -E. Şafak. 4. Benzeyen, andıran, yaklaşan: “Beş dönüme yakın bahçesi bir ormanı andırırdı.” -Ö. Seyfettin. 5. Erişmesi, olması zaman bakımından yaklaşmış olan: “Elli yaşında adam, ellisine yakın kadın…” -S. F. Abasıyanık. 6. a. Uzak olmayan yer: Yakınımızda otururlar. 7. a. Aralarında sıkı ilişki olan arkadaş, dost veya akraba: “Türkçe konuştuğu için bana kendi yakınlarımızdan biri hissini veren yaşlı garson yanımıza geldi.” -Y. K. Karaosmanoğlu.

yaklaşık
sf. Gerçek değeri ve miktarı değil, ondan az fazla veya eksik bir niceliği gösteren, aşağı yukarı bir değerlendirme yapılarak bulunan, takribî: Yaklaşık bir hesap. Yaklaşık bir sayı.


yakınlık, -ğı
a. 1. Yakın olma durumu: “Ayrı ayrı anlıyorum da aralarında ne yakınlık var, çıkaramadım.” -M. Ş. Esendal. 2. mec. Duygusal bağ veya akrabalık ilişkisi.

uzaklık, -ğı
a. 1. Uzak olma durumu, ıraklık: “Duvarın yüzünde birbirine otuz arşın kadar uzaklıkta sımsıkı kapalı iki büyük kapı vardı.” -H. R. Gürpınar. 2. mat. İki nokta arasındaki uzay ölçümü, mesafe.


yar
a. Uçurum: “Aşağıda daimî akislerle seslenen gürültülü, derin yarlar tehlike hissini kalbimizden ayırmıyordu.” -H. S. Tanrıöver.

yâr, -ri
a. (yâ:ri) 1. Sevgili: “Yâr yoluna dökülmedik dilleri neyleyim / Yâr yâr / Seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar” -B. R. Eyuboğlu. 2. esk. Dost, tanıdık. 3. esk. Yardımcı: “Allah’tan başka yârim yoktur.” -Şemsettin Sami.


yaşantı
a. 1. Yaşanılanlardan, görülenlerden, duyulanlardan, edinilenlerden sonra kişide kalan şey. 2. Yaşanılan bir an, hayatın bir bölümü. 3. Hayat tarzı, içinde yaşanılan şartların tümü, hayat: Köy yaşantısı.

hayat
(I) a. (haya:tı) 1. Canlı, sağ olma durumu. 2. Yaşam: “Hayat sahnesinde yetmiş üç yaşın basamaklarındayım.” -H. F. Ozansoy. 3. Hayat biçimi, içinde yaşanılan şartların bütünü, yaşantı: Köy hayatı. Gece hayatı. 4. Meslek: “Uzun dualardan sonra bana denizcilik hayatını anlatmaya başladı.” -R. N. Güntekin. 5. Geçim şartlarının bütünü: “Hayatımı yazılarımla kazanırım.” -H. E. Adıvar. 6. Canlılığı gösteren hareket, kaynaşma: Bu köyde hiç hayat yok. 7. din b. Yazgı: Hayat onları bir türlü birleştirmedi. 8. Yaşamayı sağlayan şartların bütünü: Ayda hayat yok. 9. Bir kimsenin tarihsel biyografisi, hayat öyküsü, hayat hikâyesi: Atatürk’ün hayatı.
(II) a. hlk. 1. Genellikle köy ve kasaba evlerinde, üstü kapalı, bir veya birkaç yanı açık sofa. 2. Avlu. 3. Balkon. 4. Sundurma.


yoksul
sf. 1. Geçinmekte çok sıkıntı çeken (kimse, toplum, ülke), yoksuz, fakir, fukara, zengin, varsıl karşıtı: “O kadar yoksulmuş ki rüyasında bile eline para değmemiş.” -E. Şafak. 2. mec. İstenilen nitelikte ve özellikte olmayan, yetersiz: “Yazılarını okudum, sözlerini dinledim, bilgice onu biraz yoksul buldum.” -M. Ş. Esendal.

yoksun
sf. Belli bir şeyden kendisinde olmayan, belli bir şeyin yokluğunu çeken, mahrum.


yönetmenlik, -ği
a. 1. Yönetmen olma durumu. 2. Yönetmenin görevi veya yeri.

yönetmelik, -ği
a. 1. Bir kuruluşun çalışma yöntemini belirleyen kuralların tümü. 2. Bu kuralların yazılı olduğu belge, talimatname. 3. huk. Yasa ve tüzüklerin uygulanmasını sağlamak amacıyla hazırlanan, düzenleyici kuralların yazılı olduğu resmî belge: “Ayrıca bu dönemde seyircinin haklarını ve sağlığını korumak amacıyla bir de tiyatro yönetmeliği hazırlanmıştır.” -M. And.

Not: Prof. Dr. Şükrü Halûk AKALIN, Prof. Dr. Recep TOPARLI ve Uzm. Belgin TEZCAN AKSU’nun hazırladığı Sıkça Karıştırılan Sözler, Prof. Dr. Recep TOPARLI ve Şefik Bilâl ÇAVUŞOĞLU tarafından Genel Ağ ortamına aktarılmış, III. Uluslararası Ağız Araştırmaları Çalıştayı kapsamında 1 Ekim 2010 günü törenle kullanıma açılmıştır.

Kaynak: Bu bilgiler “Türk Dil Kurumu” sitesinden derlenmiştir.