GünlükBir kimsenin gündelik yaşamıyla ilgili gözlemlerini, duygularını günü gününe yazdığı ve üzerine tarih attığı yazılara “günlük” denir.
 
“Günlük” terimi yerine “günce” de kullanılır, yaygın olan kullanım “günlük”tür.

 

Sponsor Bağlantılar

Bir insan niçin günlük tutma gereksinimi duyar?

 

“İnsanın içini dökmeden edemediği dakikalar olur. Bir dost, bu dakikalarda erişilmez bir değer kazanır. Ama her şey bir dosta söylenemez ki! Onun için, hele bir insan yazarsa, içinin gizli kıvrımlarını görmesini biliyorsa, masasının başına geçip kalemi eline almadan edemez. İşte günlük dediğimiz, yazarın kendi kendisiyle alçak sesle konuşmasından doğmuştur.”

                                                                                                        Suut Kemal Yetkin

 

Kişinin tuttuğu günlük, onun yakın arkadaşı gibidir. En yakın arkadaşa dahi söylemeye çekinilen duygular günlüğün satırlarına akıp gider. Günlük kişinin sırdaşıdır. En gizli duygular günlükle paylaşılır.
 
Kişi günlüğüne gündelik yaşamda karşılaştığı her şeyi yazmaz, bunlar arasında birtakım ayıklamalar yapar. Kendisi için önemli olan, kendisini derinden etkileyen olayları günlüğüne geçirir. Bu şekilde, günlüğünü okuduğumuz bir sanatçının, yazarın gündelik yaşamda nelere takıldığını, nelerden hoşlandığını, nasıl vakit geçirdiğini öğrenerek onu daha yakından tanımış oluruz.
 
Kişi günlüğüne, okuduğu bir kitap veya dergi, izlediği bir film veya tiyatro hakkındaki düşüncelerini, eleştirilerini yazabilir.
 
Günlük, günü gününe yazılan bir yazın türüdür, ancak kimi zaman kişi yazı yazma olanağı bulamayabilir. Bu nedenle günlüklerde kimi zaman birkaç günlük kopmalar olabilir. Arada atlama olduğunda, birkaç gün öncesine ait gözlemler, duygular da günlüğe gecikmeli olarak aktarılabilir. Günlük tutan bir kişi, günlük tutmaya başlayınca, illâ ki her gün yazı yazmak zorunda değildir. Arada atlamalar, yazmadan geçen günler olabilir.

 

Türk Edebiyatında Günlük
 
Eskiden devlet görevlileri tarafından günlük olayların ve giderlerin kaydedildiği defterlere “ruzname” denirdi. Edebiyatımızda günlük niteliği taşıyan ilk eserler ruznamelerdir.
 
Batıdaki anlamıyla günlük, edebiyatımızda ancak Tanzimat’tan sonra görülür. Direktör Ali Bey’in “Seyahat Jurnali” adlı eseri Türk edebiyatında Batılı anlamda yazılan ilk günlüktür.
 
Jurnal” sözcüğü Fransızca “journal”den gelmektedir. Bu sözcüğün anlamı “günlük” demektir. Jurnal sözcüğünü edebiyatımızda Cemil Meriç kullanmıştır. Cemil Meriç, günlüklerini “Jurnal 1-2” adıyla yayımlamıştır. Jurnal terimi pek kabul görmemiştir.
 
Edebiyatımızda günlük türünün en önemli iki ismi Nurullah Ataç ve Salah Birsel’dir. Bu türü karşılamak üzere Nurullah Ataç “günce”, Salah Birsel ise “günlük” terimini kullanmışlardır. Günümüzde yazarlar tarafında tercih edilen, daha yaygın kullanılan terim “günlük”tür. Nurullah Ataç, “Günce” adlı eserinde gerek edebiyat gerekse dil üzerine eleştirel düşüncelerine yer vermiştir.
 
Günlük Türündeki Eserler
 
Nurullah Ataç, “Günce”
 
Salah Birsel, “Kuşları Örtünmek, Nezleli Karga, Bay Sessizlik, Aynalar Günlüğü, Yaşlılık Günlüğü” adlı eserleriyle günlük türünün önemli yazarları arasındaki yerini almıştır.
 
Orhan Burian, “Günlükler”
 
Tomris Uyar, “Gündükümleri”
 
Oğuz Atay, “Günlük”
 
Cemal Süreya, “Günler”
 
İlhan Berk, “El Yazılarıma Vuruyor Güneş”
 
Hilmi Yavuz, “Geçmiş Yaz Defterleri”
 
Cahit Zarifoğlu, “Yaşamak”
 
Adalet Ağaoğlu, “Gündökümleri”
 
Günlük Türü Örnek Metin: Nurullah Ataç, “Günce”
 
Nurullah Ataç 24 Nisan, Cuma  (1953)
 
Otobüsteydim bugün. Bir adam bindi. Sarımsak yemiş, yanımda durmadı benim, uzağa gitti, gene de duyuluyordu ağzının kokusu. Burnumu tıkadım. Ben zaten inecektim, ama gideceğim yere varmamış olsam da inerdim, çekilir şey değildi o koku.

Nasıl yaparlar bunu? Kendi keyiflerinden başka hiçbir şey düşünmezler mi bu adamlar? Şunu bunu rahatsız edeceklermiş, umurlarında değil. Onlar sarımsağı yesin de yüzlerce kişi bundan rahatsız olsun, zararı yok.

Sarımsak yemesinler demiyorum. Ben sevmem o nesneyi, ama bunca yüzyıldır insanoğlu yiyor onu, demek bir tadı var, bir iyiliği de var. Yesinler, kimsenin zevkine karışacak değilim, ama sarımsak yedikten sonra dalmasınlar kalabalığın içine, düşünsünler biraz, düşünsünler de ötekini berikini rahatsız etmesinler. Yalnız ben rahatsız olmuyorum, nice kimseler rahatsız oluyor. Sarımsak yemeyi seveni gördüm, ama kendisi yemeden sarımsak kokusundan hoşlananı görmedim. Akşam yenmez mi bu? Çoluk çocuk akşam yemeğinde yersiniz o sarımsağı, sonra oturursunuz evinizde, olur biter.

Şu adama bir çatayım dedim içimden. Söylemeliydim düşündüklerimi. Bir kavgadır çıkardı. Bilirim, otobüstekilerin çoğu da ondan yana olurdu. Canı istemiş de sarımsak yemiş o adamcağız! Ne karışırmışım ben? Belki bir de alaturkalık, alafrangalık tartışması açarlar, bana züppe derlerdi. Göze alamadım. Ama almalı göze. Kavga etmeyi, tartışmayı, züppe sayılmayı almalı göze, dayak yemeyi bile göze almalı. Kimsenin işine, keyfine karışmak değildir bu. İnsanları biraz da ötekini berikini düşünmeye, şunu bunu rahatsız etmekten çekinmeye çağırmaktır. Bana öyle geliyor ki bu da, bir yurttaşın başlıca ödevlerindendir. Böyle kavgaları, tartışmaları, bu uğurda dayak yemeyi göze almazsak, bu ülke sarımsak kokusundan kurtulamaz. Yani bu toplumun insanları yalnız kendilerini düşünüp, başkalarına aldırmamaktan, bütün kötülüklerin anası olan bu huydan silkinemez. 

Cuma, 2 Ekim  (1953)

Dünden beri hastanedeydim. Önemli bir hastalık değil, şeker varmış da onun niteliğini araştıracaklarmış. Bu araştırmalarla hasta edecekler insanı. İlk sözleri, tütünü yasak etmek. Ben o yasağı dinlermişim gibi! Ama gizli içilen cigaranın da başka bir tadı oluyor. Dün, tam beş saat cigara içmedim sonra bir tane yakınca bir sevindim ki!…

Yakınmıyorum hekimlerden. Onlardan yakınmanın, onlarla eğlenmenin ne kadar budalaca, ne kadar bayağı bir şey olduğunu bilirim. Ellerinden geldiğince iyilik etmeye çalışıyorlar. Ama ellerinden büyük bir şey gelmiyormuş… Ne yapalım? O kadar işte insanoğlunun bilgisi. Hekimlerin ellerinden gelen büyük bir şey değilse bile az mı? Büsbütün hiç mi? Şu yüz yıllık ilerlemeye bakın, diliniz varmaz hekimlikle alay etmeye. Ama biz başkaları için yeter bulduğumuzla kendimiz yetinemiyoruz. Kendimiz hasta olduk mu mucize bekliyoruz hekimlerden, mucize olmayınca da basıyoruz yakınmayı, basıyoruz alayı. Hep bencilliğimizden. Kendimizin de ancak başkaları kadar bir insan olduğumuzu bir türlü kavrayamıyoruz. 

Çarşamba, 12 Mayıs  (1954)

Nurullah Ataç GünceSabahleyin vuruldum gazeteyi görünce: Sait Faik ölmüş… Yıllardır tanırdım onu. Ben İstanbul Lisesi’nde öğretmenlik ederken o da öğrenciymiş, bulunmuş benim dersimde. Ama ben hatırlamıyorum, onu bir arkadaş diye tanırdım, çok severdim. İstanbul’a her gidişimde bir gün olsun arardım onu Burgaz adasında. Bulamazsam bir daha giderdim, onu görmek, onunla konuşmak bir ihtiyaçtı benim için. Ne konuşurduk? Şundan bundan. Öyle edebiyat, sanat tartışmalarına giriştiğimiz pek olmazdı. Sait Faik benim gibi değildi: Edebiyat konuları üzerinde konuşmayı değil, hikâyelerini yazmayı severdi.

Sait Faik ölmüş… Biliyorum, bir yazar ölmez. Fuzuli ölmüş mü? Montaigne, Voltaire ölmüşler mi? Şiirlerini, kitaplarını okuyup yüzyıllar arasından gene konuşuyoruz onlarla. Budur işte ölümsüzlük, yalnız budur. Bir yazar, bir sanat adamı eserinin son okunduğu, okunabildiği güne kadar yaşar. Sait Faik, yazıları öyle yıllarca, yüzyıllarca okunacak yazarlardan mıdır, bilmiyorum orasını, daha kestiremeyiz, kimse kestiremez, onu ancak zaman gösterir. Ben isterim ölmez yazarlardan olmasını.

Hikâyeci Sait Faik, bir yazar olan Sait Faik daha yıllarca okunacak, demek yaşayacaktır. Ama ben şimdi hikâyeci Sait Faik’i, bir yazar olan Sait Faik’i düşünemiyorum ki. Bir insan olan, bir dost olan Sait Faik’i düşünüyorum. O ölmüş, bir daha göremeyeceğim… Sesini duyamayacağım bir daha… Bugün hep ondan konuşmak istiyorum. Ama kiminle? Çevremde onu tanımış, onunla arkadaşlık, dostluk etmiş kimse yok. Şimdi İstanbul’da olsaydım, gider Fuat Ömer’i bulurdum. Onunla oturur, Sait’ten konuşurduk. Biliyorum, ağlamazdık. Bir yaştan sonra kolay olmuyor ağlamak.

Belki de Sait’ten değil, başka şeylerden konuşurduk Fuat’la. Gülerdik belki, şununla bununla alay ederdik, şunu bunu çekiştirirdik. Ama Sait’in bir daha göremeyeceğimiz, yavaş yavaş belleğimizde gölgelenecek yüzü, bir daha işitemeyeceğimiz, yavaş yavaş yitireceğimiz sesi aramızdan eksilmezdi.

Anacığını düşünüyorum Sait’in, “Ağlarsa anam ağlar…” Zavallı kadın! Bitkindir şimdi. Saklayamamışlardır oğlunun öldüğünü. Belki de başı ucundaydı. Belki değil, şüphesiz. Ne hale gelmiştir!… Onu da göremeyeceğim. Görsem de ne diyebilirim? Ne denir böyle acılar karşısında?

(Nurullah Ataç, Günce)