Herkes’in rahatlıkla yalan söyleyebildiği dünyamızda, bazılarının yalan gibi gerçeklerini anlatabilme yolu var mıdır acaba? Pek görünmüyor, bu direk olarak dinleyenlerin kalbine gönlüne kalmış bir mesele gibi duruyor. Kalp terazisinde tartarsınız, bakarsınız anlatılanın letafetine, zarafetine tasdikler veya ret edersiniz. Ret etmek için eğer kesin bir delil bulamazsak beklemeye almak ne kadar hoş olur, kalbimizde, gönlümüzde. Hele bir de o konunun bir hazzı varsa damağımızda, doyasıya koklamalıyız. Delil bile olsa aleyhinde, içinde olabilecek hak kırıntılarını aramalıyız. Elbette davranışlarımızı ona göre yapmamalıyız. Ama dalalım geniş hülyalara, içindeki gizin bizi taşıyacağı muhtemel gerçeklere uzanmaya çalışalım.
Tarih en başından beri ilim, bilim kayıtları ile doludur aslında. Fakat bu bilim delilleri ekseri elit azınlığın elinde olmuş. Şimdilerde, matbaa, bilgisayar, internet gibi icatlar sayesinde derinlere nüfuz etme fırsatı bulmuş, kayıtlar ve beraberinde ki deliller. Geçmişte pozitif ilim ile bilgi aktarımına pek fazla rastlanmadığını düşünürüz. En azından böyle olduğu zamanlar ve mekânlar olmuştur. Oysa şimdilerde insanlar bilgiyi beyin referanslarından geçirmeden kabullenememektedirler. Bu durumda da aktarmak istediğimiz bilgileri kortekste yani beynin üst zarında şekillendirdikten sonra, pozitif ilim yaklaşımları ile anlatmak zorundayız. Şu anda tam arkamdan “Ya nasıl olacaktı içinden geldiği gibi sallayacak mıydın? ” Diyen bir sürü ses duyuyor gibiyim. Tabi başka bir yol da öğrenmedik.
Ne güzel ki Fatih fetih yapmış, kilise baskısı yumuşamış, orta çağdan yeniçağa geçilmiş, Avrupa bilimde atağa kalkmış. Newton gibi bilim adamları ile beraber, sanayi çağı derken bilgi çağı ve sonuçta beyin, korteks bilgileri yaygınlaşarak çoğalmış. Tabi bu durum alt benimize yabancılaşmamıza da neden olmuş. “Beni bende demen, bende değilem, bir ben vardır bende, benden içerü” nün aslından iyice uzaklaşmışız.
Meşhur mesela dedikle devam edersek: Geçmişte üst beyni ince ve kültürel imkânlar eşliğinde takıntıları yumuşayıp alt beninin hâkimiyetinin çoğunlukta ve sağlıklı olduğu dönemler hayal etmek istiyorum. Bu insanlara kendi fikrine davet tarzı, alt beni etkileyen metotlarla yapılmış olmalı. Bu da çoğu kere bilim değildi.
Alt benin de sezgi veya takıntılarını nerede, nasıl çözeceğini veya besleyeceğini bildiğinden doğru veya arzu ettiği davete muhabbetle koşuyordu. “Kalp kalbe karşıdır”, “Turnalar hangi göle konacağını bilir” tarzındaki deyimlerin anlattığı gibi. Mesela;
Ebu Cehil’in “Ya! Ebu Bekir, senin Muhammed’inin yalanı çıktı (Hâşâ!)”
Öylemi? Ne oldu ki?
Senin Muhammedin, güya göklere yükselmiş, kat kat hepsini dolaşmış, melekleri görmüş, peygamberlerle sohbet etmiş, cennetlikleri cennette, cehennemlikleri cehennemde görmüş de gelmiş. Allah’a iki kaşın arası kadar yaklaşmış. Onunla sohbet etmiş. Geldiğinde de yatağı hala sıcakmış. Gördün mü? Bak, yalanı çıktı.
Kimden duydun, sen bunları?
Hem de kendi söylüyor.
O söylüyorsa doğrudur.
Ebu deli’nin bütün delilleri elinde kurudu kaldı. Tabii o zaman izafiyet teorilerinden filanda bahseden yok. Ne yapsın kendisini beyin bilgilerine hapsedip de, kalbinin yani Hak derinliğine uzanabilen dipsiz kuyunun, hazineler sandığının yardımını alamayan Ebu Cehil?
Ama bu konuya her nedense, olduğu gibi inanan sahabeler, sadece peygamber efendimize değil, onun kalplerin anahtarı ile hazineler odalarını açtığı diğer sahabelere de şeksiz ve şüphesiz inanıyorlardı. Yine kendilerine bahşedilen kalp desteği ile. Nede olsa, inananlarda, inanılanlarda gökteki yıldızlar gibiydiler.
Delil olarak kendilerine indirilen bir Kuran-ı Kerimi aslında yine sadece beyin değil, kalp desteği ile referans alıyorlardı, bence. Öyle ya “o sizin yerinde duruyor gibi gördüğünüz dağlar aslında gökyüzündeki bulutlar gibi uçuşmaktadırlar”[i] gibi kibar kelamları, ayetlerinin içinde sıralayıveren Kuran-ı Kerime inanmak için hangi uzay aracı ile yükseldiler? Bazı filozoflar, bu gerçeklere biraz yaklaştıysa bile, o gün o tanınmayan filozofların, mekânları ve zamanları aşarak onlara ulaşmaları mümkün müydü? Eğer bazı filozoflar veya ilim sahibi olan diğer insanlar, mesela izafi olayları hakkıyla anlasalar ve o devirde yaşayan herkese ulaşsalar bile hangi metotların yardımı ile bildiklerinin doğru olduğunu kanıtlayacaklardı?
Daha dün, orta çağ Avrupa’sında bile çok daha anlaşılabilir meselelerden bahsetmeye yeltenenler, ya cadı diye yakıldı ya da şeytan diye asıldı. Galileo gibi bazı bilim adamları veya düşünürler ise mahkemelerde dünyanın yuvarlak olduğunu söylemekten vazgeçerek zor zahmet canlarını kurtardılar. Peki, yüce peygamber efendilerimiz, Yüce Allah’ın tebliğ ve tebellüğünü emrettiği hakiki bilgileri, hâşâ hiç ret ederler mi? Hiç biri, canlarını kurtarmak adına asla bir tek harfi bile ret etmediler, ısrarla doğruları savundular. Aslında beş duyu organına ilk etapta hitap etmeyen bu bilgilere ise sayılamayacak kadar yandaş toplayarak, giriştikleri her olayın sonunda da ne kadar doğru bir yol takip ettiklerini şuurlarımızın önüne serdiler.
Bizler içinde geçen gerçeklere beynimiz tek başına tamamen yetmeyeceği için gönülden inandığımız kitabımızı, öğrendikten sonra değil inandıktan sonra referans alırız. Kitabımız, zamanla bir kısmının bazı anlamları görülebilir hale gelmeye başlayanlar olsa da, beş duyu organımızla algılayamayacağımız, ayeti-i kerimelerle doludur. Bu sebeple “Akıl sahiplerine bu bir delildir.”[ii], “Hala göremiyorlar mı?”, “Allah hakkıyla görendir”[iii] benzerindeki ifadeler üzerinde daha çok düşünmek gerekiyor. Akıl ve gözün anlamları da burada biraz daha ilgi çekerek, kendilerini ön plana çıkarıyorlar. Atalarımız da hemen tekrar manevi ellerini uzatarak, düşünme yollarımızı bize biraz kolaylık olması açısından, destek bir sözle açıyorlar.
“Göz odur ki dağın ardını göre, akıl odur ki başa geleceği bile”
Yunus Emre
Burada direk olarak, aslında Amentüyü sonunda kısmetlilerine nasip olsa da başlangıç da görmediğimiz halde inandığımızı hatırlıyoruz. Amentünün içinde geçen hiçbir şeyi göremeyiz. Allah’ı, meleklerini, peygamberlerini, kitaplarının hakkıyla manalarını, hayrın ve şerrin ondan geldiğini, öldükten sonra dirileceğimizi beş duyu organımızla algılayamayız. Bunlar için kaynak veya delil de yoktur. Zaten bunların kendileri bize, beş duyu organımızla algılayamadığımız halde kaynak ve delil olacaklardır. Ama bizim kalp dediğimiz ve gizli benliğimize açılan pencereden içeri giren kokular ve kokuları takiben ulaştığımız kapılar ardında bütün bunları müşahede edebilmekteyiz. Aklın sadece aklı maaş, geçim dünyasına ait olan bölümü değil de kalbi kısmını devreye sokmamız gerektiğini anlarken, manevi gözlerimiz olduğunu da anlamış oluyoruz.
Olaylara bu haliyle bakınca da, yine peygamberimizin; “İnananın aklı, inanmayanın aklının iki katıdır” hadisi şerifinin hamasi duygularla hemen kabul edilivermesi ya da inanmadığını düşündüğümüz dâhilere bakıp da ret edilmesi, durumunun dışına çıkarak daha emin bir yolla onaylıyoruz. Çünkü zekâsı normal veya üstün her ne kadarsa, gönülle ya da bu gün bazı bilim adamlarının tarifindeki alt beyinle, alt benlik ile desteklenmiş zekâ sahibi, tek bacaklı bir adamın yanın da yürüyen çift bacaklı gibidir, çocuk bile olsa. Bu durumda sahih mi değil mi sorusuna da bu hadisi şerifimiz için ihtiyaç kalmamaktadır. Öyleyse hakiki imana yaklaşıldığı oranda artan bir akıl bütünlüğüne doğru yol alıyoruz, tarzında daha değişik duygulara açılabiliyoruz. Bu akılın da bu durumda sadece dünya geçiminde atağa kalkarak ön plana çıkan akıl olmadığını bazı ilaveler içerdiğini anlayabiliyoruz. Nitekim çok yüksek zekâlarıyla dünyayı ele geçirenlerin, imanı akıl edememesi sonucunda, cenneti ve Allah’ı kaybettikleri artık inananların zekâsıyla çok çabuk kavranabilen bir şeydir.
Sonsuz bir kurtuluş ve selameti veren bir ahret yaşantısını kazanmaya vesile olan akıl bir taraftadır. Her işte orta yolu tavsiye eden peygamberimiz efendimizin ömrünü de ortalama insan ömrü sayarsak, ortalama atmış üç yıllık ( Hicri hesaptır, miladi takvimle atmış birdir 632-571= 61 ) bir dünya hayatını kazanabilmeye vesile olan akıl diğer bir taraftadır. Sonsuzluğun yanın da yok nispetinde sayılan ortalama dünya ömrünü ister kale alalım, ister almayalım, ne fark eder?
Şu fark eder, bu dünyanın önemi ise bize sonsuzluğa eşitlenerek verilmiştir. Yani bu dünyadaki yaşamın getirdikleri eşittir ebedi mutsuzluk ya da ebedi mutluluktur. Bazılarımızın yokluk, sefalet gibi şeyler sonun da Allah korusun isyana düşebileceğimiz ihtimale dâhildir. Başkalarına olan sorumluluklarımız ise kaçınılmazdır.
Sonsuz = 63 + ? Formülüne ilave edilen bilinmeyenlerle formülü eşitleyerek dünyanın ahret yaşantısına eşitlenebileceğini matematiği de şüpheliler arasına alarak anlayabiliyoruz. Tabi matematiğin şüpheliler arasına alınması kaynaktan yani kendinden değil, matematiği kullanan dâhilerin bile bazı şeyleri hatırlamamış olabileceklerindendir, diğer ilimlerde ki gibi. Formülde soru işaretinin yerine koyabileceğimiz yine sonsuz olduğuna göre, bu bilinmeyenler diye adlandırdığımız, dünya hayatı içinde var olan, ahret hayatını etkileyecek davranışların değerinin de sonsuz olduğunu böylece anlamış oluruz.
Bu durumda peygamberimizin “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya hayatı için çalışın” sözüne de samimiyetle ve araştırma ihtiyacı hissetmeden sarılmamız gerektiğini anlıyoruz. Tabi doğru olduğuna ikna olduğumuz bir şeyin kaynağını araştırmak ise ayrı bir zevk ve arayış olabilir ama doğruyu bir kere daha onaylamaya ihtiyaç kalmayacaktır.
Bir sözün ağırlığı, hangi kaynakta gösterildiğine değil, bizim algılarımıza bağlıdır. Eğer biz yanlış anlamışsak, doğru olsa ne faydası olur? Ekseri sözlerin kıymeti bizim anlayabildiğimiz kadardır. Bazen de inandığımız kadar. Sözün Hz. Ebu Bekir’in sözü veya Hz. Ali’nin sözü olması, bizim aklımızda, gönlümüzde kavrayışlarımızla kaimdir. Yoksa bir sürü nefes kârın aklında, anlamsız olduğunu düşündüğü ayeti kerimeler mevcuttur. Bütün bu kibar kelamların aklımız da, gönlümüzde anlam taşıması, Allah’ın gözlerimizi, kulaklarımızı açtığı orandadır[iv].
…
Hem şerî’at hem tarîkat hem hakîkat kâmili
Hakk ile icra edip eyler bu yolda gayreti
Kâbiliyyet bizde olmazsa meşâyih neylesin
İster ise mürşidi olsun Muhammed Hazreti
…
Salih baba
Tabii ki beş duyu organımızla algıladığımız delil ve kaynaklar çok yetersiz olması sebebiyle her an aldanmamız da an meselesidir. Daha eski kaynaklar bize aklı maaş ve aklı mead (maad) gibi kavramları sunarak, aklın değişik boyutlarını bildiriyor. Aşağıda Salih Baba Divanına ilave edilmiş, tasavvufi kaynaklar referans alınarak hazırlanmış bir sözlükten yararlanarak akıl, aklı maaş ve aklı meadden bahsedilmiştir.
Akıl: Rabbani bir nurdur ki, Hak ile batıl ancak akıl ile bilinir. Aslında maddeden ayrı, iş ve fiilinde ise maddeye bitişik bir cevherdir. Akıl aşk ve manevi işlerde şuurlu ve tesirli olamaz. Akıl, irşad ve hidayete rehber ve vasıta olamaz. Akılları hakikate yürütmeye engel birçok gaile vardır. Nefis, şeytan, menfaat, kin, nefret, kibir, haset ve riya duyguları gibi olgular, bizleri anlayamayacağımız oranlarda ele geçirerek akl-ı selim düşünmemize engel olurlar.
Nitekim gerçek hayatta birçok insan tarafından hatası görülebilen bir bireyin gerçekten de kendi hatalarını göremediği zamanları müşahede ederiz, hiç de akılsız olmamasına rağmen. Bu durum da nefsi veya arzuları, aklını, gözlerini perdelemiş, diyebiliriz. Üstelik aynı birey bir başkası aynı hatalı davranışa düştüğünde ise, Allah Allah nasıl böle bir şey yapabilir diye hayıflanmaktadır.
Fark edemeden kendi evladına sıkıntı verebilen ebeveyn, aynı hataya düşen başka ebeveynleri görürse “İnsan hiç evladına sıkıntı verebilir mi?” diye hayıflanarak üzüntü çeker. Bu sebeple akılın mürşit olup bizi hakiki ilime, Allah’a taşıyabileceğine inanmak büyük bir yanılgı olurdu.
Aklı maaş: Gayesi sadece dünyevi ihtiyaç, arzu ve istekler olan akıldır.
Aklı Maad (mead): İlim ve irfanla terbiye olup, geleceği kavrayan, ahreti idrak eden akıldır.
Ayrıca aklı evvel, aklı kül, aklı cüz, aklıselim gibi kavramlarda bulunmaktaysa da maksadımızın dışına pek taşmamakta fayda vardır.
İslam her şeyde orta yolu önerdiğinden;[v] Kitap, sünnet, kıyas-ı fukuha, icma-i ümmet gibi şer-i üst beyin bilgileriyle ölçüye tabi tutarak hareket edin demektedir. Hatta alt beninin takıntılarını aşıp Hak derinliğinde yol alan Geylani, Yunus, Mevlana, Şeyh-i Sana ve daha niceleri bize hareketleri ile örnek olabileceği halde korteks bilgisi ile tarttığımız şer-i bilgilere uyum gösteriyorlarsa onları örnek alabileceğimizi, değilse bir eksiklik olduğu bilgisini bize vermektedir. Tabii bazen bu büyüklerin şeriat bilgilerinin dışına çıktığı sanılmışsa da, o zanların yanlış olduğu daha sonra anlaşılmıştır.
Bu arada sadece şeriata uyarak da Rahmanda yükselmenin mümkün olduğunu görüyoruz. Ancak, Allah’ımızın önerdiği sırat-ı müstakimde ilerleyip de kendilerini nimet verilen kullarının canlı örneklerini görüp incelemeden, hatta dualarını almadan oldukça zor olduğu çok yerde zikredilir.
Beynine önem vermiş fakat alt beni (kalbi) olduğuna dahi inanmayan insanlara sıra gelince: Onlara bilginin önce kortekste ispatı gereği vardır. Sonra da korteks bilgisi ile beyinlere yerleştirilen anahtarların, gerçek ustanın lütfu ile kalpleri açması için dua etmek. “Ya Muhammed (S.A.V) imanı verecek olan biziz”9 emri şerifinde tarif edildiği gibi. Bu devirde kati olarak beyin bilgilerini esas alan insanlarımızın hedef alındığı bir çalışma İslam da varsa bile bize ulaşamamaktadır. Her ne kadar “Nasıl ki bir eczanenin düzeni…” diye başlayan benzetme gayretleri ile Yüce Allah’ın varlığını kanıtlama çabaları olsa da, artık asla tatmin edici olmamakta ve kısır kalmaktadır.
Peygamber efendimizin “Yazı yazıldı, mürekkebi kurudu” veya “Cennetlikleri cennette, cehennemlikleri cehennemde gördüm de geldim” sözlerini hatırlıyorum. Bu cümlelerin sahih birer hadisi şerif olup olmadıklarını ve gerçek manalarını hadis âlimlerine bırakmakla beraber, beyin bilgileriyle çözemediklerimizi de hemen ret etmeyelim diyorum. Fakat bu ve benzeri hadisler (hâşâ!) uydurma iseler, yüzlerce sene önce bunları söyleyenler, görecelik kuramını ve benzerlerini söylemek için Einstein’dan önce davranmışlar gözüyle de bakabiliriz.
Artık bugün ki ilimle, dün kalpte saklı olanların bazıları beyin bilgilerine yükselmeye başladı. İzafiyet teorisi gibi, belki başka bilgilerle daha değişik destekler de gelecektir, kalbi bilgilerin bir kısmına.
Okuduğumuz eserde kaynak, ararız, eğer bu bir de dini yayınsa Kuran-ı Kerim olmalıdır, kaynağımız. Ama her kaynak referans mıdır? Delil midir acaba? Bazen kaynak bombardımanı içinde bunu gözden kaçırırız. Bizim referans aldığımız bazı kaynaklar vardır. O kaynaklardaki bilgileri anlayamasak bile, hatta bize ters gelse de kabul ediveririz. Bazıları işin aslını bilse de, maksada ermek için, inandığımız kaynağın adı altında getiriverir bilgileri. Bazılarıysa hiç korkmadan hakikatleri saklarlar.
Efendim biz kaynaklarla kamufle edilmiş olabilecek gizli amaçlara karşı çok dikkatli davranmaya çalışıyoruz, diyenler olabilir. Tabi ki bunu çok iyi yapanlar da vardır. Ama yinede bu öyle çok kolay bir ayırım değildir. Filanca yayınlarında sahte kaynak neşretmiş, demekle çözümlenemez. Kaynakların kimileri uzun süreler için de, hatta bazen otoriteler tarafından kendince yumuşatılmıştır. Bazen de çok doğal olan beşeri hatalar veya aslında doğru fakat bize hatalıymış gibi gelen kaynaklar vardır.
Bakara suresi 34 üncü ayeti kerimede diyanet mealinde “Âdem için saygı ile eğilin” başka meallerde örneğin Elmalılı Hamdi Yazır mealinde “secde” diye geçmektedir. Ayrıca orijinaline bakıldığında ise Arapça S, C ve D harfleri ( Sücud ) görülmektedir. Ben “Âdem için saygı ile eğilin” ve “secde” aynı anlamı taşımayabilir diye endişeleniyorum. Acaba buradan hareketle insana secde edilmesi gibi bir yanlış anlamadan kaçınmak mı istenmiştir? Belki “saygı ile yere eğilerek başınızı yere koyun” ve ardına ilave edilecek diğer tamamlama tarifleri ile secde kelimesine yaklaştırılabilirdi.
Araf suresi 29 uncu ayeti kerimede ise orijinalinde “mescidi” diye geçen kelimenin yerine “Her secde yerinde” denmesinden çekinilmemiştir. Yine mealin başka yerlerinde “secde” kelimesi kullanılmıştır.
Tabii ki onlar daha iyisini bilirler, benimki merak. Ayrıca, eğer “secde” kelimesi Arapça olduğu için tercih edilmemişse “Ahret”, “Cennet”, “Cehennem” gibi kelimelere de birer çözüm bulunmalı diye düşünüyorum. Halkımızın tamamen benimsediği kelimeleri de yerine öz Türkçe kelimeler kendiliğinden geçene kadar kullanabiliriz, diye düşünüyorum.
Orijinalinde SüCuD diye geçen bir kelime var. Eğer bu kelime “saygıyla eğilmek” olarak kullanılmışsa, secde kelimesinden de bir nebze farklılık gösteriyordur. Çünkü orijinalinde “secde” kelimesi de ayrıca geçiyor. Ama şunu hatırlatıyor; Meleklerin, kimi kıyam, kimi rükû, kimi de secde için yaratılmışlar. Yani hepsinin kendine has secdeleri var. Bu durumda “kendinize has secdelerinizle secde edin” dendi belki de. Bizi böyle tahminler yürütmeye zorlayan, meallerin farklı olmasıdır. Ayrıca mahalle camilerinin imamlarına, hafızlara da bu kelime (sücud) sorulduğunda, kendi kaynaklarında secdenin çoğulu olarak ifade edildiğini bildirmektedirler.
Kaynağın sahibi eğer orijinalindeki ayeti kerimede “Sücud” kelimesini kullanmışsa, neden bunun yerine “saygıyla eğilmek” yazıldığını kavrayabilmemiz gerekir. Bizler bunda bir art niyet olmadığına inanıyoruz. Fakat Müslümanlığa geçtiği günden beri, Kuran-ı Kerimle tanıştığı andan beri, orijinalinde her ne yazıyorsa, secde diye öğretilen bir toplumun önüne, zorlanarak geliştirilmiş ve çok kişiyi şüphelere karan bir kelime gibi durmaktadır.
İnsanları birde toplaması gereken bir kutsal kelam, bizlerin gayreti ile bir farklılığa daha alet olmuş olabilir. Eğer bu kelimenin orijinali “secde” veya “secde”ye en yakın kelime ise kaynağın sahibi çekinmemiş, yazmıştır. Bizler neden çekiniyoruz? Ya da böyle özel yerlerin açıklamaları tefsir olmasa bile artırılabilir. Bu örnekler başka kaynaklar da incelenerek ele alındığında sayılamayacak kadar artırılabilir.
Saygıdeğer okur severler, herkes’in rahatlıkla yalan söyleyebildiği ya da hata ile işleri karıştırabildiği bir ortamda gerçeklerinizi anlatabilme yolu nedir acaba? Eğer sizin söylediklerinize veya yazdıklarınıza inanmayacaksak, Mesela;
Neden, bir zamanlar bölücülüğe karşı olduklarını bağırarak ilgi çekerken, herkes sebatayist diye tutturan bazı yazarların delil diye getirdiklerine inanacağız? Gerçi belki de herkesi sebatayist yaparak teklikte buluşmaya çalışıyorlardır.
Bu yazar veya yazarların yazdığı cümlelerin sonuna, üstten simgeler ekleyip, sonrada dip notta belirttiği, bu simgenin yanına kendince kaynak gösterdiği için mi, inanacağız? Kaynak, kaynak da, çamurlu mu, berrak mı? O da çok önemli değil mi? Üstelik yüzlerce kaynak yağmuru altında, kim bilir neler var. Örneğin;
Niyazi Mısri’nin hâşâ aslında Müslüman olmadığını yazıyor. Yüzyıllar öncesini tahmin ederken de, orta çağ Avrupa’sında yaşamış bir yazarı kaynak olarak gösteriyor. Yoksa asıl amacı bu çamurlu kaynağı, delil göstermek midir? Kalbine giremediğimiz için buna tam olarak emin olamıyoruz. Ama bize kaynak diye gösterdiği bataklık, kitabındaki diğer yüzlerce kaynak seli arasında amaca hizmet ediyor.
Orta çağdaki Avrupa’nın kralları bile ciddi, güzel hiçbir şeye kaynak veya delil olamazken, o zihniyete sahip, Türklerin İstanbul’u şereflendirmesinden sonra aklına medeniyet düşen ortaçağ Avrupa’sının alelade bir yazarı mı bize delil olacak? Eğer öyle bir yazar varsa! Üstelik eserleri ile edebiyat dünyasına nam salmış bir dahi aleyhinde.
Aslı varsa bir sürü insandan oluşan ekipler, Türkiye’nin her yerinde, hatta bazen dışın da gezinerek, ailelerle sohbetler ve röportajlar yapıyorlar. Sonra her farklı konu için, farklı insanlardan cümleler alıp Meğer Mevlana sebatayistmiş, demeye getiriyorlar. Dip notlarda geçtiği için de bizim bunları kaynak değil, delil olarak almamızı, kimseler beklemesin. Ancak kaynak olabilir, çamurlu bir kaynak!
Peki, bizim yaşadığımız gerçeklere ne oldu? Kime, nasıl anlatacağız gerçeklerimizi? Avrupalı olsun, çamurdan olsun deyip, orta çağda yaşamış da olsa bir yazar adı sunup inandırabilir miyiz, dersiniz?
Neden acaba bütün bir toplum, Hz. Yunus baba’nın “Ete, kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” diyen ve taşlanarak, recim edilmesi ile sonuçlanabilecek cümlesini, hiçbir molla veya profesörü kale almadan, olduğu gibi benimsemiştir? Oysa “En’el Hak”, “Ben Allah’ım” diyen Hallacı Mansur Hazretleri katledilmiştir? Görüldüğü gibi birisinin baş tacı yapılırken, diğerinin katledilmesi bile, aynı kaynak ve delillere dayanıyor. Hakkıyla anlaşılmaya gerek duyulmayan kaynaklar. Gerçi daha sonra Hallacı Mansur’un hakkı iade edilmiştir ama artık arabalar Bor’dan ayrılmış, Niğde yollarına düşmüştür. İnsanlık böyle bir evliyaullah’ın katili olmuştur. Tabi ki o zaman çok güvenilen kaynaklar ve deliller ışığında…
Bu gün güvendiğimiz kaynaklar, acaba ne kadar güvenilir? Burada güvensizlik sadece kaynaktan kaynaklanmamaktadır. Hatta bazen kaynak tamamen nurdur. Kaynağı aktaranlarda çeşitli nedenlerle buna sebep olmaktadırlar; Hata, cahillik, şarlatanlık, menfaat, traj kaygısı gibi…
Atalarımızın sadrında gelişerek, kutlu ağızlarından dökülen öz Türkçe olduğu için derinlemesine anlayabildiğimiz, yüzyıllarca doğruluğu her olayın hepsinde de kanıtlanmış cümleler vardır. Hiç birisinin ardından da keşke Mansur’u katletmeseydik, keşke Niyazi Mısrı’yi daha iyi anlasaydık diye nedamet duymadığımız cümlelerdir.
Hakkı, hakkal yakın anlamış, atalarımızın, Allah’ın kendi Ruh’undan2 üflediği ruhu kaynak edinerek dillerinden dökülen cümlelerdir.
Hiçbir tercüme, meal, tefsir sıkıntısına, hatasına ve bazen de felaketine düşmeden gelen, Allah’ın bize kendi dilimizde hediye ettiği incilerdir.
Saklarsınız samanı ve lazım olduğunda çıkarır kullanırsınız. Yapacağınız tek şey, saman yerine uygun başka kelimeler de bulmaktır. Tevile kaçamayız, yanlış teşbih yapamayız ve eğip bükemeyiz, denesek de inanmazlar.
En sağlam kaynak ve deliller, Kuran-ı Kerim, Hadisi Kutsiler, Hadisi Şerifler yine Hak derinliğinde yol almış ve özün özünü kavramış kişilerin aktardığı haller dışında, başka dillerde kaynak oluşturamadığı gibi, hatalı aktarımlar sonun da kargaşalara bile sebep olabilmektedir.
Çeşit çeşit, farklı farklı hangisinin doğruya daha yakın olduğunu seçemediğimiz, hatta hangisi hatalı veya yanlış anlayamadığımız, Kuran-ı Kerim mealleri vardır. Hayretle ve nedense hiçbir kaosa, tartışmaya sebep olmamaktadırlar. Sanki amaca ulaşılmış gibi…
Öte yandan bir ilahiyatçı, bir tek hadisi şerifi alıp, “Bu delikanlı yaşlanmadan kıyamet kopar” diyor, diyerek, hadisi şerifi ve hadisi şerifin geçtiği bütün kaynakları ret edebilmektedir. ( “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” isimli kitabımın “Kıyamet kopmadı mı?” başlıklı bölümünde detaylarını bulabilirsiniz.) Acaba birisi ona hadisi şerifin gerçek olduğunu ispat edebilse, peygamberi mi ret edecek? Cümleyi anlayamayıp, yanlış sandığı için. Farklılık arayan gözlerle bakıldığında haklıda, alın size eğilip bükülmüş bir kaynak.
Kalp ve beyni, alt ve üst beyni dengeli kullanmak zorundayız. Akılla değil, aklıselimle hareket etmek, düşünmek ve değerlendirmek mecburiyetindeyiz.
Bir bakıyoruz altında imzası olan Yaşar, mahkemede şaşar. Baskı altında imzalamış. Deliliniz, imzaya rağmen tehlikeye girdi.
Eğer konu çok özellikli hatta manevi yönü baskın ilimlerse daha da dikkatli olmak gerekmektedir. Kaldı ki deneyler sonucunda gözle görülen delillere dayanan Newton‘un fiziği bile şüpheler göstermektedir. Beş duyu algılamasının üstüne çıkamadığı, ya da mekândan mekâna farklılıklar gösterdiği son yüzyılda fark edilebilmiştir. Ama o ana kadar kati doğruydular. Yere bir kenarı üç yüz kilometre olan bir eş kenar üçken çizilseydi, artık iç açılarının toplamı maalesef 180 derece olmuyor. Çünkü yuvarlak olan dünyamızın eğimi 250 km den sonra, kendisini hissettirmektedir.
Belirsizlik ve izafiyet gibi kelimeler ise yaşınızı, boyunuzu, kaç kilo olduğunuzu bile allak bullak ediyor. Yani bu ve benzeri konuları düşündüğümüzde bize pek delil ve delil niteliğinde kaynak kalmadığını anlıyoruz. Kendi aklımızı ve gönlümüzü denge içinde kullandığımızda elde edeceğimiz kaynak bize bu durumu daha iyi gösterecektir.
Mekanik fiziğin ısrarla devre dışı bırakmaya çalıştığı sezgilerimize güvenmek zorundayız. Bize sunulan her türlü kaynağı, sezgi ve akıl süzgecimizden geçirmek zorundayız.
İnsanların aklı ve arzuları ile hareket ettiklerini düşünürüz. Bazı insanlara aklı ile mantığı ile hareket ediyor deriz. Bazılarına duyguları ile hareket ediyor hatta bazen duygularının esiri olmuş deriz.
Yukarıda ki ifadelerden hareketle duyguların yanlış, mantıksal ve zekâsal bir davranışında doğru olduğu çıkarımına varabiliriz. Oysa hiç bir şeyi saf iyi ya da katıksız kötü diye ayırmanız mümkün değildir. Başka bir deyişle duyguları hiç katmadan mantıkla ya da sadece istekler, arzular, sezgiler ile hareket etmenin daha doğru olduğunu iddia edemeyiz.
Yaşarken gördüklerimiz bize örneğin mantık evliliği yapan bir çiftin gerçektende düşündükleri muhtemel sorunları beraberce çözebildiklerini ama bazen de hiç istenmeyen sorunlarla tanışıp içinden çıkılmaz bir sarmalla karşı karşıya kaldıklarını göstermektedir. Bu durumda artık eski mantığından eser kalmadan duygu seli içinde, mutsuzluk nutukları ile evlatlarını da anne veya babadan bazen her ikisinden de mahrum ettikleri karma karışık bir yaşam tarzına sürüklendiklerini görüyoruz.
Duygularını ön planda tutan insanlarda da aynı olumsuz veya kısmetse olumlu sonuca ulaştıkları görülebilmektedir. Gerçekten kısmetse, kaderse deyip beklemeli miyiz? Eğer öyle olsa her halde duygular yeterdi. Aklı kullanmaya hiç gerek kalmaz ve böylece de mutsuzluğu kader tanrıçasının hesap defterine not ederdik.
Mutlaka ki hayatımızın içinde en güzel davranışı sergilediğimiz halde istenmeyen sonuçlarla karşılaşırız. Fakat her şeyin en güzelini yapmanın açık gayreti bizi vicdan muhasebeleri ve dış kaynaklı suçlamaların problem artırıcı, ezici gücünden kurtaracaktır. Belki de kaderin bize ileride neler hazırladığını şu anki davranışlarımıza bakarak da bir nebze anlayabiliriz. Atasözlerin de ”Ne ekersen onu biçersin.”, “Kişinin çektiği amelidir ameli!” tarzındaki ifadelerle kader yazıcısının takdir yeteneğini de işin içine katarak yine keskin bir bıçak ayırımı olmadığını görebiliriz.
…
Salih sözün dinle peder
Tedbîrine verme keder
Tedbîri de taktir eder
Derdine derman ara bul
Bir kâmil insan ara bul
…
Salih baba
Geride kalan satırlarda, güvenliği şüpheli kaynaklar dışında, kendi beyin laboratuarımızda çözümlemelere ulaşmaya çalışıyoruz. Buraya kadar yazdıklarımızla salt zekâ, saf duygu veya karışımının her zaman sonuca ulaşmadığını bunların öğrenilmesi gereken bir denge ile kullanılması gerektiğini çıkarıyoruz. İlaveten de buna rağmen istemediklerimizle karşılaşırsak bunların sonuçları gerçekten istemediğimiz şeyler mi olacak? Onu tartmalıyız. Eğer nihai sonuçlarda bizim için zararlı ise hatasız davranma gayreti acılarımızı minimize edecektir.
Bedenimiz de topluca duygular dediğimiz faaliyet kaynaklarını harekete geçiren bölümü keşfetmemiz, mümkünse onları kontrol etmemiz ve düşüncelerimizin de analitik, sağlam bir zemin üzerinde olmasını sağladıktan sonra ikisinin ahenk içinde birleşmesine izin vermemiz gerekmektedir.
Bedenimiz de aralıksız olarak bizim kontrolümüz dışında sürüp gitmekte olan faaliyetler olduğunu vurgulayan bilim adamları onları bize hissedilen örneklerle de göstermektedirler. Çalışan kalp, nefes alma refleksi, belli oranlarda büyüme, sindirim ve bunlar gibi. Yani tamamen bizim kontrolümüzün dışında ki faaliyetler, duyguların zorladığı faaliyetler, aklımızı kullanarak yaptığımız faaliyetler.
Acaba bu ifadelerimiz doğrumu? Değerli bilim adamlarımızın ifadesiyle “bedenimiz de aralıksız olarak bizim kontrolümüz dışında sürüp gitmekte olan faaliyetler” ifadesi, bugüne kadar söyledikleri şekliyle kati doğru olarak değerlendirilebilir mi? Yani aklımıza “ben” demek ama aklımızın dışında ki faaliyetlere ise “Benim dışımda ki”, “Beni zorlayan” şeklinde isimler koymak. Sanırım burada yanılgıya sebebiyet verebilecek bir olgu daha başlıyor.
Bilim adamlarına elbette saygı duyulması gerekiyor, fakat bununla yetinmeyip hizmetimize sundukları bilimi kati doğru olarak algılamamızdan kaynaklanan yanılgılar, bizi oyalayabiliyor. Üstelik bu bilgilerin kati doğrular olduğunu onlar bile iddia etmezken. Ve bu yanılgılar sonunda oluşan kati şartlanmalar, belki de hayatımıza da olumsuz ilavelerde bulunmaktadır.
Bedenimiz bir bütündür ve aklımız uykudayken bile devam ettirdiğimiz faaliyetler var. Bize ait olan diğer faaliyetlerimizi de kontrol edebilir miyiz? Kontrol etmeli miyiz? İhtiyaç varsa evet kontrol etmeliyiz ve inanıyoruz ki şartlanmalardan da kurtulabilirsek doğru eğitim, besleme, yükleme doğru kelime ne ise onunla bu işi yapabiliriz.
Yine çeşitli kaynaklarda, konunun uzmanları, beyin faaliyetlerini korteks denilen ve beyni zar gibi saran ince bir organizmanın yürüttüğünü söylerler. Duymak, görmek, tatmak, düşünmek burada başlar ve burada biter. Aslında bize ben dedirten tüm olgular burada olur. Bizim bilgimiz dışında gelişen faaliyetler ise dışarıdan değil yine bizden ama aşina olmadığımız bir yerlerden gelmektedir. “Beni bende demen, bende değilem, bir ben vardır bende, benden içerü” cümlesindeki gizli ben gibi.
Vücudumuzun refleksif hareketleri, duygular, gönül verdiğimiz işler, uzmanların ifadelerinde yine beyinden ama bu sefer korteks hariç diğer bölümden gelmektedir. Yani bizim dışımızdan değil. Kim bilir? Belki irade dışı olmak zorunda bile olmayan beynimize ait belki de kalp gibi ya da kalp kapısı ile irtibatlı bölümlerden gelmektedir.
Nitekim değerli bir bilim adamımız başka yaklaşım ve çalışmaları ile daha değişik düşünce ve bakışlara yelken açmaktadır. Doç. Dr. Nusret Kaya kortekse üst beyin demekte ve kolay anlaşılması için beynin loplarından kuyruk sokumuna kadar olan bütününü korteksten ayrı tutarak alt beyin diye adlandırmaktadır. Yine onun ifadeleri ile beynimizi oluşturan 100 milyar hücrenin % 28 ini korteks, % 72 sini ise geri kalan kısım oluşturmaktadır. Ayrıca kuyruk bilimi adını verdiği çalışmalarında da bize bu konuda çığır açacak bilgiler vermektedir. ’Evrensel eşit kuyruklu canlı’ isimli kitabında müthiş bir şekilde atalarımızın tecrübelerinin RNA’lar aracılığı ile bize geçtiğini bildirmekte ve bu konuda ki çalışmaları ile Nobel ödülü alan araştırmacıları referans göstererek aktarmaktadır.
Bilim adamımızın bu bilgiyi aktarmaktan öte çok ilgi çekici çalışmaları, kitaplarında negatif virüslerden rüya analizleri ile kurtulmak, pozitif bilgi birikimlerini ise farkına vararak faydalanmak şeklinde gözler önüne sermiştir.
Bu çalışma üzerinde biraz düşündükten sonra, nefes kontrolünü, belki de iyi ki tamamen elimize aldığımızı görememekteyiz ama bizde ki çağların gerisinden gelen mevcut bilgi birikimini, aklımıza, kalpten gelen bir destek şeklinde, kullanabileceğimizin sinyallerini almış oluyoruz. Buradaki en önemli konu ise sezgi, duygu, his dediğimiz duyguların, eski atalarımızın aklı, kalbi tecrübeleri ve daha önce kendi yaşadıklarımız olduğunu anlıyoruz. Ve her şey eski bildiklerimizin sınırladıkları kadar değilse, çok daha büyük hazinelerin de bizi bekliyor olabileceğini görüyoruz. Al-i İmran (korunmuş nesil) kavramı üzerinde düşünmek konuyu daha ilgi çekici bir hale getirmektedir.
Şu anda zihnimizde, biraz daha şekilleniyor ki bu topraklarda yaşamış olmak, atalarımızdan gelen RNA’ların taşıdığı kodlar sayesinde bize zaten gerekli bilgi birikimini vermiş. Şimdi gerekli olan ise atalarımızdan bedenimize aktarılmış olan harika kayıtların üzerine gereksiz kayıtlar koyarak en altta kalmasını engellemek. Ayrıca kudret kaynağı olan bu çok değerli bilgilerin gün ışığına çıkması için doğru tarih bilgisi ve kültürümüzü araştırmak. Yani sanki öğrenmek değil hatırlamak. Tabii ehlini bütün insanlarımız için bu çalışmalara davet ederek.
Eğer, tamamen beyaz bir sayfa gibi tertemiz fakat aynı zaman da boş olan bir bilgisayar gibi doğmuş olsaydık bile, yani bize geçmişimizden gelen hiçbir kayıt olmasaydı bile, duygularımızı kontrol edebilmek mümkün olurdu. Ama anlık düşüncelerimize hiç katmadığımız duygularımızın, devreye girdikleri anlarda bizi doğru yönlendirebilmesi için yapmamız gereken şeyler vardır. Üstelik bu yapacaklarımız en yeni kayıtlar olarak, beynimizin en ulaşılabilir yerinde muhafaza edilecektir. Ya da beynimizin bize en kolay ulaşabileceği yerinde olacaklardır.
Anlıyoruz ki duygular, daha önce şuur altına atılarak, orada şekillenmeye devam eden bilgilerin, irademiz dışında üst beyin dediğimiz bölgeye gelerek bizi zorlamasıdır. Daha önce bir köpek tarafından ısırılan bir bireyin, bu olayı hatırlamamasına rağmen, köpek karşısında soğukkanlılığını korumakta zorlanmasını buna örnek verebiliriz. Öyleyse, acil düşünerek bir sonuca ulaşmamız gereken anlar zuhur etmeden önce ki günlük yaşantımızı yaşarken, bilinçaltına yüklemeye devam ettiğimiz faaliyetler, ani durumlarda önümüze çıkarak bizi kontrol edebilecek faaliyetlerdir.
Menkıbede, yaşlı bir adam, dar ve çok tehlikeli bir çürük köprüden geçmeye çalışıyormuş. Korktuğu için de sürekli Allah’a sığınıp, ona yalvarıyormuş. “Ya! Rabbim bana yardım et” şeklindeki kuvvetli dualarına rağmen köprüden aşağıya düşmüş. Başka bir zamanda ve daha sonra zuhur eden olayda ise bir başkası şarkı söyleye söyleye, emin bir şekilde geçmiş. Kullarından bir kul[vi], Hızır gibi bir kul, olaya manevi gözleri ile şahit olmuş.
– Allah’ım hikmetinden sual sorulmaz ama neden seni çok anan kulunu düşürdün de, şarkılar söyleyerek giden kulunu geçirdin?
– İlk geçen kulum, geniş günlerinde beni hiç hatırlamazdı, anmazdı. Bende, dar günün de onu hatırlamadım. Fakat ikinci kulum geniş günlerinde beni hiç unutmazdı, ben de onu dar günün de unutmadım.
Her ne kadar RNA’lar vasıtası ile veya kendi yaşadıklarımız sebebi ile alt beynimize geçen kayıtların tamamı, bizim istediğimiz gibi olmasalar da, bize, bizim istediğimiz halde şekillenebileceğinin müjdesi verilmiş oluyor. Hani, “Allah isterse bütün şerleri, hayra çevirir”[vii] ayeti kerimesindeki gibi. Ancak öte yandan da, kendi yaşadıklarımızın üzerimizdeki tesirinin, daha fazla olduğunu görüyoruz. Yine kendi yaşadıklarımızın atalardan geçen özellikleri de ya daha derinlere iterek açığa çıkmasını güçleştirdiğini ya da tam tersi bir şekilde açığa çıkmasını kolaylaştırdığını anlıyoruz. Bu durumda yaşantımızı en güzel şekilde düzenleyerek, hem acil durumlarda aklımıza destek olacak duygu ve hisler şeklinde şuur altında birikmelerini, hem de o güzel birikintilerin gelecek kuşaklarımıza destek olmasını sağlamış oluruz. Bu en güzel yaşantı şeklini de şimdiden araştırmak dileğiyle!
Kültürel faaliyetlerimizle gelişen bir üst benimiz var. Muhteşem hazinelerle dolu bir alt, gizli benimiz var. Üst benimizi çalıştırdıkça geliştirebiliriz. Alt benimiz de ise tarihin en başından beri bütün atalarımızın yaşadığı tecrübeleri biriktiren çok büyük bir bilgisayar var. Üstelik Allah’tan gelen ruh’la irtibat halinde olan, bir bilgisayar var. Bu işi geçmişte çok iyi anlayanlar varmış ki;
“ 1263’te meva dan bir beşer suretli hane gelmişim”
Diyerek yaklaşık 160 sene önce doğduğunu bildiren atamız aşağıda ki dizeleri dile getirmiştir.
…
Bu âlemin mesti benim dervişlerin postu benim
Bir altı yok desti benim çok kenz-i hemyân bendedir
Hem Mantıku’t-tayr olmuşam aynı iken gayr olmuşam
Sırrı iken seyr olmuşam gizli nümâyân bendedir
…
Salih baba
Aynî iken gayr olma = Birlikte iken ayrılma.
Gizli – nümayan = Gizli iken açığa çıkma renkten renge girme halleri.
Kenz-i hemyân = Hazine ve onu taşıyan heybe, torba.
Mantıku’t-Tayr = Kuşdili
Sır iken seyr = Gizli iken açığa çıkma
“Bir altı yok desti benim” açık bir şekilde sınırsız bir bilgi hazinesinden bahsederken, kenz-i hemyan ( Hazine torbası ) bunu ikrar etmiyor mu? Bu gün bilimin RNA’lar vasıtası ile en eski atalardan beri biriken tecrübelerin, her biri yirmi milyon bilgi çipine eşit yüz milyar hücre, saklı ve açığa çıkmayı bekleyen hazine dediği, Salih baba’nın dipsiz tesdisi olabilir mi? Ve belki de dahası!
Sonuçta ise bizde açığa çıkacak alt beyin (Kalbi) bilgileri sayesinde alt ve üst benimizi dengeli olarak kullanabileceğiz. Yani duygularımıza komuta eden alt beyin (Gönül, kalp), sayemiz de şekillenerek bizim doğru amaçlara hizmet etmemize sebep olacak. Ya da sezgi ve duygularımızın da en az mantığımız kadar bazen daha fazla doğru olmasını sağlayacak.
Kendi görüşlerimi de katarak aktarmaya çalıştığım bu konuların çalışmacılarına kendi nam ve hesabıma çok teşekkürler ediyorum. Çok değerli ve keyif verici konular. Ama bu konuların hazzını tadarken öte yandan, ille de korteks, üst beyin bilgisi isterim demeyenler içinse, birkaç paragraftır anlatılan bu konuyu kısaca şöyle de özetleyebiliriz;
Kalbimize, sezgilerimize güvenelim. Aklımızın desteğine gönderelim. Ama aklımızı da, sezgilerimizi de geliştirelim. O zaman sunulan delilleri de daha iyi değerlendirebiliriz.
Bu kitabı gereksiz ve hatalı kaynaklarla doldurmak istemiyorum. Kalbimden ve aklımdan gelen bilgi ve sezgileri, keyif ve düşünce aktarma bileşimi eşliğinde kalemimden dökerek, kendi sezgi ve akıl süzgecinden geçirecek, zevk alacak okurlarla paylaşmak istiyorum. Bu nedenle de keşke hiçbir kaynağa ihtiyaç hissettirmeden, gönül gözlerine hitap eden yazılar, yazabilseydim diye hayıflanıyorum. Kaynaklara benim düşündüğümden daha fazla önem verenlere naçizane hatırlatmak isterim ki kaynak sanattır, güzelliktir, içinde çirkinlik olmayandır. Yüce Allah Kuran-ı Kerimi edebiyatın, bilhassa şiirin gözde ve çok ileri olduğu bir dönemde, o sanat’ın icra edildiği dilde adeta nispet yapar gibi bir sanatsal güzellikle önümüze delil olarak sunarken “haydi bütün çağırabileceğiniz herkes bir araya toplansın, bir tek sure yazamazlar”[viii] diyerek bize bunu göstermektedir.
Bu sebeple öz dilini anlamaya çok yakın olduğumuz, atasözlerimizin babalarından, Salih baba’nın şaheserlerini zaman zaman kullanarak, okuduğunuz bu kitabı süslemesi sizce de güzel olmaz mı? Sonuçta Salih baba veya orta çağ Avrupa’sında yaşayan bir yazarın sözleri, bizim hem aklımıza, hem gönlümüze hitap ederek, fetih etmesi gerekmiyor mu?
Kaynak ıstırabına düşerek, Kuran-ı Kerimde üç yüz atmış müphem ayet buldum, dört yüz şüpheli cümle var diyerek, kütüphane kütüphane ömrünü çürütenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çok. Bizde çeşit çeşit mealler oldukça, kütüphane kapılarını aşındıranlar, sonuca ulaşamayıp saçını başını yolanlar hiç eksilmeyecektir. Aslında meal oluşturmak için bütün otoritelerin bir araya gelerek, aslına en çok yaklaşabildikleri bir tane çıkarmaları gerekmez mi?
Israrla Arapça kökenli kelimelerle yazılmış, anlamakta toplumca güçlük çektiğimiz, bir sürü yayın çıkaran ilahiyatçılar, içinde aynen “evliyaullah” yani kelimenin tam anlamıyla “Allah’ın evliyası” diye geçen bir cümleyi, Türkçe ağırlığını veremedikleri “dostu” kelimesi ile değiştirmektedirler. Hâlbuki “dost” kelimesi çok daha geniş bir anlamlar yelpazesini muhayyilemizde canlandırmasına rağmen, “evliyaullah” kelimesi, yüzlerce yıldır Anadolu da kullanıldığı şekli ile çok daha dar bir kesiti hedef almaktadır. Yani anlamı zihnimizde daha belirgin ve daha özel şeyler canlandırmaktadır.
Bu durumda namaz kılan, imam olan herkesi ayette ki anlamı her ne ise, hangi ağırlıkta ise o makama çekip, amel ve ibadetinde biraz zayıf olabilecek insanlarımızı da, adeta dost kelimesinin karşısına taşıyor gibi durmaktadır. Oysa avam zannettiğimiz insanlar düşman olmadıkları gibi, bilemeyeceğimiz özel nedenlerle, Allah’ın evliyası bile olabilirler. Allah’tan büyük babalarımızın manevi elleri uzanıyor da, bizi bu gibi değişik yorumlara düşmekten kurtarıyor. Yine Kuran-ı Kerimin bu ve benzeri bölümlerinin Türkçe aslını hak derinliğinde müşahede edip bize, bizi o an için ilgilendiren kısımlarını;
“Her gördüğünü Hızır bil” Diyerek fısıldıyorlar.
Hiç kıyameti, küçücük bir nükte ile bizi ilgilendiren kısımlarıyla gözlerimizin önüne seriveren mübarek, saygıdeğer Nasrettin hoca ile bir hadisi şerifin evvelini, ahirini, zahirini, batınını bilmeden o hadisi ve kaynağını ret eden bir başka hoca bir olur mu? Ama Nasrettin hoca olayları hak derinliğinde kavrayıp, ruhu sahnede ön plana çıkarıp onun tasarrufu ile Hakkı, halka Hakkel yakin bildirmiş. Bizim adetlerimizle, yaşadıklarımızla, gördüklerimizle… Yüce Allah bize adeta o ve onun gibilerden zuhur eden hal, hareket ve sözlerle, hakikatleri önümüze sermiştir. Evet, maalesef oldukça farklılıklar beyan eden mealler vardır. Bu durumda Nasrettin hoca, Yunus baba, Salih baba gibi gerçeklere müracaat etmek zorundayız. Şükür ki bu zorunluluk, akabinde zevkler ve hazlar zinciri getirmektedir.
Mealler bize bir fikir oluşturması için yapılan çalışmalardır. Meal âlimlerinin ısrarla belirttiği gibi bire bir Kuran-ı Kerimi yansıtabilmesi olanaksızdır. Peki, bu mealleri, mealcilerin önerilerine de kulak asmadan dikkatsizce referans alırsak acaba neler olur dersiniz?
Rahmetli Elmalılı Hamdi Yazır, Kuran-ı Kerimi anlayabilenler ve en azından okuma işaretleri olan, esre, üstün, ötre, şedde, cezim olmadan okuyabilenler üzerinde çalışmalılardır, demektedir. Dikkate alınması gereken bir tespittir. Ama buna rağmen bir araştırmacı yazar, Kuran-ı Kerim yerine mealle çalışarak, bize göre yetkisi olmadığı halde fetva vermiştir. Tabi ortalıkta bir sürü meal olduğu için, üç tanesini seçmiş, birini kendince bir hata bulduğu için elemiş ve şu fetvaya ulaşmıştır;
“İslam da başörtüsü yoktur.” Ve bunu kitabına delil diye koymuş. Kaynak değil delil olduğu iddia edilen bir çalışma, çünkü mealleri kaydedip bizim yorumumuza bırakmamış, meallere dayanarak kati sonuç budur, demiş. Böylece yüksek bir başarıyla bize diyor ki aklı olan herkes başörtüsü diye bir şey olmadığını buradan görür.
Hz. Muhammed, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’den başlayıp, bize doğru yaklaşan zaman akışında, göğüslerden aktarılan, yani sadr ilmiyle yaşayanların oluşturduğu altın bir zincirin altın halkalarından Seyit Emir Külal, Muhammed Bahaeddin, Abdül Kadir Geylani, Hace Abdül Halıgil Gücdivani, Mevlana Halid, Seyyid Abdullah, Seyyid Taha, Sıbgatullahi Arvasi, Şahı Azam Abdurrahmani Tagi ve Anadolumuzun Samileri, Beşirleri, Musaları, Abdurrahimleri, Hüseyin Avnileri hep yanlış bayrak mı taşımışlar? Nasıl bir kaynaktan, ne tür bir fetvaysa?
Araştırmacımızın dediği gibi aklı olan görür, duvarın tek tarafını! Eğer sahip olduğu diğer hazinelerini de aklının desteğine göndermezse, dağın ardını görebilen bir basirete ulaşarak, duvarın öbür tarafını görmesi doğal olarak mümkün olmayacaktır.
Bugün bilim adamları, kâinatın yaradılışı zannettikleri bigbengin ya da Türkçeleşmiş ismiyle Büyük patlamanın on üç milyar yedi yüz milyon sene önce olduğunu beyan ediyorlar.
Takdir sizin!
Nusret Sabiti (Sayın Nusret Kaya)
EN BÜYÜK UZUNLUK[ix]
18 Eylül 2009
Hesaplar:
En küçük uzunluk (mikro) Planck uzunluğu = 1.616x10E-33cm
Işık hızı yaklaşık 1 milyar km (1080000000km/saniye)
Big Bang yaklaşık 15 milyar yıl önce
Bu quantumcuların genelde inandıkları rakamlara göre:
Bir ışık yılını hesaplayalım: 1 x 24 x 365 = 8.76 Trilyon km
Bir ışık yılı 8.76 x 10E+16 cm olur.
Pek çok quantumcunun inandığı gibi Mikro ve Makro yani en küçük ve en büyük arasında bir bağlantı varsa.
Mikro-Planck uzunluğu = 1.616x10E-33 cm ise
Makro uzunluk = 1.616x10E+33 cm olmalıdır.
Bu durumda yukarıdaki hesaba 33-16 = 17 “0” daha ilave edilmelidir.
Yani 100 katrilyon ışık yılı = 8.76x10E+33 cm yapar.
100 de 8.76 ise
X de 1.616 olur hesabıyla
X= 1.616/8.76 = 18.4 çıkar.
Bu durumda 18.4 katrilyon ışık yılı = 1.616x10E+33 olacaktır.
Eğer böyleyse Big Bang zamanının 18.4/2 katrilyon ışık yılı önce olduğunu kabul edebiliriz.
Ve evrenin çapının da 1.616x10E+33 cm olduğunu düşünmek mümkündür.
Hiçbir şey ışıktan hızlı gidemeyeceğine göre: Evrenin sınırlı olması kaçınılmazdır.
Sadece tohumlanma zamanı ve tohumlayan önem kazanır.
Bu durumda ilk doğuş 9.2 katrilyon ışık yılı önce olmalıdır.
Bu hesaplar hiçbir hesaba bağlı olmadan ortaya atılan 15 milyar yıl gibi görece çok az bir zamandan doğru olabilir.
Eğer doğruluğu tartışmalarda ağırlık kazanırsa lütfen bu en büyük uzunluğa 1.616x10E+33 cm’ye “Nusret” sabiti deyiniz.
Bigbengi, başlangıçta toplu iğnenin ucu kadar olan tek bir nesneden, bütün kâinatın çıkışı olarak anlatıyorlar. Aslında elma çekirdeğinden çıkan elma ormanlarına benzetmekte mümkün görünüyor. En azından görülüyor ki, benzetenler var, yazarınız bendeniz gibi… Gerçi bilim kaynaklı çalışmalar bize pek kütür kütür, kıpkırmızı kızarmış, sulu sulu, hormonsuz elmalar bırakmadılar ama yine de yaşı kırk, elli olanlar çocuklarına nasıl bir şey olduklarını anlatmaya çalışıyorlar. Bilim kaynaklı çalışmalar, elmadan usanmış olmalılar ki artık kâinata el attılar, hormonsuz evrenler dileğiyle…
Neyse, biz bahçemizdeki elma görüntülülere dönelim. Eğer bahçemizdeki elma yaratılışın ilk ve tek başlangıcı değilse, neden bigbeng tek ve hatta ilk olsun? Pekâlâ, mevcut düşünceler, deneyler, tezler vs. aynı anda, daha önce ya da daha sonra anlatılan tarzda veya daha farklı başka olaylar olmadığına kanıt değildir. Mesela en azından, kâinatımızın dışına çıkılsa belki komşu fakat biraz daha tuhaf, belki biraz daha yaşlı bir komşu ağabey ve ilave kâinatlarla karşılaşmayacağımızı iddia etmek biraz büyüklenmek, hatta Yaratana hâşâ hakaret bile olabilir. Kaldı ki kâinat dediğimiz uçsuz bucaksız yaratık belki de diğer yaratılanların yanında yok nispetinde yani küçücük kalıyordur. Hani “Arşa, kürse sığmam” diyor ya! Acaba arş ve kürs nasıl bir büyüklükte ki onu bize kıyas olarak sunmuştur. Bu konunun sonu olmaz uzatın uzatabileceğiniz kadar.
Bahsettiğimiz komşu evrenleri görmedik, varlığı sadece hayal, yani varlığını hayal edebiliyoruz. Bizim inandığımız Hz. Allah şöyle, siz düşünebildiyseniz, bir şekilde var etmiş demektir. Üstelik bu varlık eğer tercihine girmişse, maddi bile olabilir. Unutmayalım ki düşüncelerimizde yaratıldılar. Fakat otorite olmuş bilim, bize “büyük patlama, yaratılışın ilk başlangıcıdır” diyerek durumu istediği şekilde kabul ettirmiştir.
Bu konunun ilgilileri çoğunlukla Hıristiyan bilim adamları olduğu için, bunu birde “Allah’a inanmayanlara karşı kazanılmış bir zaferdir” diye beyan etmektedirler. Bu cümleye içinde Allah’a inanmak var diye balık gibi takılan bizlerde kanmaktayız. Oysa bu durumlar inananları Allah’ı hâşâ sınırlı konumda düşünmeye zorladığı gibi, elmaya bakınca Allah’a inanmayanların da, doğal olarak inanmasını sağlamamaktadır. Allah “Bizim ayetlerimiz inananların inancını, inanmayanların inkârını artırır”[x] diyor.
Yukarıda görece farklı düşünen bilim adamımız, bir başka konunun uzmanı olmasına rağmen, bu topraklardan aldığı kudretle yetişen bir bilim adamı olarak, “Sadece tohumlanma zamanı ve tohumlayan önem kazanır” cümlesiyle, daha farklı düşüncelere yelken açıyor. Gerçi biz cümlemizi sadece tohumlayanda da toplayabiliriz. Gerisi onu tanımak ve âşık olmak içindir.
…
Muhabbetden yarattı Ol Habîb’i Hazret-i Mennân
Değil kim Ol Muhammed Hazret-i Mevlâ’da yangın var
Hitab-ı “kün fekân” erdi zuhura geldi akl-ı küll
Felekler gulgule düştü kamu esmada yangın var
Zemîne indi me’vâdan nice yıllar döküp kan yaş
Yalınız ağlayan Âdem değil Havva’da yangın var
Nice yıl hasret-i hicran oduyla yaktı Kenan’ı
Yanan Yakûb değil gör Yûsuf u Zelha’da yangın var
…
Salih baba
Mennan = Çok ihsan edici (Allah).
Kün fekan = ” âyet ile Kün (ol) Feyekun (yokol) anlatılıyor. (Yasin; 82)
Gulgule = Bağırıp çağrışma, feryad.
Kamu esma = Bütün isimler.
Me’va = Nimet cenneti, cennet.
Hasret-i hicran odu = Ayrılık hasreti ve ateşi.
Ken’an = Filistin, Hz. Yakup soyunun yurdu.
Bizi yaratan güç sınırsız bir kudrettir. Yaratmak için beklemez sadece ol der ve her şey var olur.4 Zaman da ol emrinin içindedir ve sonra sen ben sıralı olayların akışını bekleriz.
Bir gün dinlenme, cumartesi günü tatil gibi cümleler kabala öğretilerinde, tahrif edilmiş metinlerde daha çapsız çakma bir ilah için uydurulmuş kavramlardır. İlk başlarda kendi ekseni etrafındaki bir turu 24 saatte tamamlayan bir yer küre olmadığını düşündüğümüz için, bir sonraki cümlede gün yerine devir demeyi tercih edeceğim. Kâinatın yaratılışı altı devirde sahneye çıkmıştır. Ama buna rağmen bu kitabı yazmaya vesile olan benim ve bu kitabın yaratılışı, bilim adamlarının tahmini doğruysa yaklaşık on üç milyar yedi yüz milyon sene sonra sahnede yerini almış.
Dinimiz bize yaratılış olayında bizim zaman çizelgemize göre, maddenin öncesindeki var oluşlardan bahsetmektedir. Öyle ya ruhlar yaratıldı, sorular soruldu, secdeler yapıldı veya terk edildi. Büyük patlama olayı ne kadar büyüleyici olursa olsun bize göre olsa olsa top yekûn bir yaradılışın içinde ki zaman çizelgesinde daha sonra yerini alan bir olaydır.
İlim Allah’ın malı olması sebebi ile çok değerlidir. Fakat bilim adamlarının hataları da put edilmemelidir. Yarın, mevcut matematik denklemleri serisine, Nusret sabitini ilave ediverecek bir bilim adamının Bigbengi katrilyonlarca yıllarla ifade edilen rakamlara taşıması, benzer tecrübelerden biliyoruz ki yatağından kalkanları şaşırtmıyor, sadece yeni bir şey daha gerçeğe, güya gözler önüne çıktı, diye heyecanlandırıyor, olacak. Eskisi ne kadar gerçekmişse? Bu arada bigbengin varlığı ya da varsa da zannedildiği gibi olup olamadığı ise gerçekten muammadır, meçhuldür.
Görülüyor ki ne yaptığını bilen bir yaratıcı ile karşı karşıyayız. Ya bu noktada ben bilmem kâinatın, arşın, kürsün ve bütün yaratılmışların efendisi bilir demeliyiz ya da bu konudaki her türlü anlayışımızın yetersiz kalabileceğini bilerek, ukalalık taslamadan, kati sonuçlara karar vermeden tefekkür ibadetine dalmalıyız. Emirdir dikin gözünüzü semaya dönüp dönüp bakın diyor. İnsanlık kuranı kerimden anladıklarında yetersiz kalmış olabilir.
Var olan her şey, mesela sizin bundan yüz milyaryılsonra cennetteyaşayacağınız bir olay yaratılmıştır. Tabi bize ait olan bir şartlanma ile en başından beri veya şu kadar yıl sonra diyoruz. Oysa Allah zamandan münezzehtir ve olayların başı sonu öncesi arkası bize ait kavramlardır gibi duruyor. Yani buradan hareketle O’nun kalu bela, dünya hayatı, ahret hayatı gibi bağlanmak zorunda olduğu bağlayıcı zaman, mekân sıralamaları yoktur.
Bizim zaman çizelgemiz ve sıralama anlayışımız Allah’ın bir anlık kün emrinin içinde yer alan bir fanidir. Bir anda yaratmış olduğu her şeyi şüphesiz bilir. Hem bu biliş, dün meteoroloji uzmanının yağmurun yağışını tahmin etmesi veya uzmanların güneşin tutulacağını öngörüp takvim yapraklarına yazışı gibi de değildir. Belki yağmurun altındaki ıslanmamız ya da tutulan güneşi izlememiz bu bilişe daha yakındır. Fakat dahası yağmur olmalıyız, güneşin ve onu perdeleyen bulutun yerine geçmeliyiz, önce güneş olup sonra da parçacık altı dünyada patlamalar olmalıyız.
Her şey yalan, gerçek olan Allah olduğuna göre aslında böyle bir sıralamada bizim yalancı dünyamızın bir aldatması olabilir mi? Bence öyle! Belki de bir eşzaman yaşam düşünmek bizim sınırlı, zamana ve mekâna bağımlı aklımıza daha uygun olur. Yani, fikir oluşturmak için söylüyorum kalu bela da secde edenlerin, etmeyenlerin aynı anda dünyada inkârcı veya itaatkâr yan karede ise cennette veya cehennemde ikamet etmesi neden olmasın? Bu durumda da bize bu dünyada zamanı boyut olarak bahşeden Allah, diğer âlemde onu karşımıza farklı bir şekilde çıkarabilir. Bu olayların aslını bilmek ise tasavvuf edebiyatında, hiç okumamış bir uzman olan Salih baba’nın;
“Cismi tecelli tur’u, onda buldu zuhuru”
Dizelerin de saklı gibidir. Nühsa-i Kübra, Ahsani takvim[xi] gibi yüce isimlerle yani yaratılanların en mükemmeli, kübranın, en büyüğün nüshası diye Cenabı Allah tarafından zikredilmiş Salih kul mertebelerine yükselenler acaba Tur dağındaki kelimullah olaylarını gönüllerinde mi yaşıyorlar? “Benim Salih kulumun konuşan dili benim dilimdir” durumundaysalar ya da Kehf suresinde ki gibi “ya Musa Ledünni ilimi verdiğimiz kullarımdan bir kulla buluş ki öğrenesin” dediği bizim adını Hızır koyduğumuz kullar ne kadar biliyorlar?
Biz her ne kadar ilahi olaylar üzerinde düşünsek de, gerçek kârın tanımaya çalıştıkça âşık olacağımız Rabbimizi düşünmek olduğunu biliyoruz.
Cern’de yirmi yedi km dairevi bir tünel yapacaksınız, parçacıkları çarpıştıracaksınız ve yaratılışın ilk anını izleyeceksiniz.
…
“Kün fekân”ın sırrına ermek ne hacet bizlere
Aşka ermektir muradım nâm u nişan istemem
…
Salih baba
Künfekan = Ol ve yok ol emri ilahisi
Yanlış anlaşılmasın, bu işler gereksiz demiyor, bu işlere Allah’ı tanımak için dalalım diyor. Tanıyalım ki âşık olalım.
Cern’de ki gayretler taktire şayan, desteklenmesi uygun olan çalışmalardır. Bunlar zekâları ile seçilmiş, seçkin kere seçkin insanlardır. Ama daha Cern tesisleri inşa edilmeye bile başlamadan önce, on üç milyarın hesabının, milyonlara inerek, neredeyse kati, kesin olduğunu yayıyorlar. Bütün her şeyin tohumunun bu olduğunu iddia edercesine ve dehşet verici bir heyecanla, şimdi ise yaratılışın daha kesin ayrıntılarını ortaya çıkaracaklarını söylüyorlar. Bu kadar keskin zekânın hep bir ağızdan histeriye kapılmış gibi söylediklerini dinlerken, bu zekânın yanın da eksik kalan bir şeyler mi var acaba? Şeklinde düşünmemek elde değil.
Ruhumuzun yaratıldığı ilmi ezeli görebilseydik, ezel zannederdik. Başlangıcı olmayan bir sonsuzluk çizgisinden seyreden zaman çizelgesi gibi! O zaman varlığı meydana çıkan Ruh’un, kaynağı olduğu, his, duygu ve sezgilerimizi, acaba yeterince zekâmızın, aklımızın desteğine verebiliyor muyuz?
Karbon testi yaparak, çok eski çağlara uzanan yaşları, yılları hesap eden bilim adamları, varsayalım bir gün “meğer hesaplar doğrusal değilmiş” dediler. “Bizim en son yaptığımız bilimsel çalışmaların ışığında öğrendik ki ilk atmış bin seneden sonra her yüzyılda bir milyon sene atıyormuş. Yani eskilerin beş milyon atmış bin sene öncesine ait olduğunu zannettikleri bir bulgu, aslında atmış bin beş yüz sene öncesine aitmiş.”
Evet, maalesef bilimden yararlanmanın dışında, bilimi neredeyse tapılacak kutsal bir inek haline getiren insanlık, yeni bir güne, bilimin ışığı devam ettiği için, huzurla başlayacak. Küçük veya büyük benzeri durumlarla sıklıkla karşılaşmaktayız. Bir öncekini çürüten veya bozan yeni yeni bulgular yağmur gibi gelmektedir.
Meğer Boyle Maryot kanunu öyle değilmiş, derlerse, neden? Cıva mı değişti? Diye soramıyoruz. Sorsanızda “böyle” diyecekler. Bundan sonra Boyle. Artık kutsal inek yeni çıkan kuraldır. Oysa küre olduğunu iddia ettiğimiz güneş bile buradan, uzaktan öyle gözükmektedir. Belki de dikenli kirpi gibi bir yamuk gürze daha çok benzemektedir. Eğer ekseni sekizgen değilse!
Bu arada arkeologların bulduğu daha sağlam ve kati delillerde, yeni ve daha kesin karbon testleri, ya da en son teknik lazer testleri sonucunda, güvenilirliğinden kaybetmiş olacaktır. Ama biz elde edebildiğimiz ilimin banko olduğunu umalım ve farz edelim ki öyle. Bu konuda dünyanın en ünlü bilim adamlarından oluşan heyet, öyle deliller sunuyorlar ki bir dönem hastaneler de, yığınla tedavi gören hastalara vesile olmuşlardı.
Sözde deliller yığınla, ret etme ihtimali bırakmamışlar. Çünkü en ince matematik hesapları, Kâbe’nin nasıl bir fırlatma rampası ya da uzaydan zaman zaman ziyarete devam etmekte olan uzay araçlarına mihenk taşı olduğunu ispat ediyor. Doğal olarak milyonlarca insan, başka çamurlu kaynakların da desteği eşliğinde 2012 yılında, Marduk’dan gelecek olan Nefilimlerin, bizleri yani hâşâ yarattıklarını kontrole veya her ne haltaysa gelecekler, diye bekliyorlar.
Nihayet, hâşâ Allah’ın olmadığını ispat ettiler. Bu filim adamlar eminiz ileride Nefilimler’in tarihinde ki taşlara çizilen mesaj paketlerini, mantukut tayr (Kuşdili) içine alınmış ve diğer şifrelerle şifrelenerek kavram değişikliğine karşı koruma altına alınılmaya çalışılmış haberleri veya belki de hikâyeleri eğip, bükecekler. Böylece mevcut olduğuna bizi inandırmaya çalıştıkları Nefilimleri de Allah’ın yaratmadığını hâşâ ispat ederek, bir secdeden daha kurtulacaklardır. Kaçış nereye kadar, en sonunda Âdemin kabrine gelirler ama secde edemeden ölmezlerse! Gelin geç kalmayalım bir Âdem bulalım. Mevlanalar bitmez. Bulalım bir Mevlana. Kalbini Allah’a mesken etmiş bir Mevlana, o kalbi gönül kâbesi, Ruh’un mescidi yapalım.
Evet, yalan söylemiş, ya da söyletilmiş tarihçilerde cabası, haydi seçelim bakalım bu yığınların arasından, gerçek delilleri.
Bir de Salih baba’nın burhanını, delilini inceleyelim mi?
…
Nutk-ı pâkindir efendim bana burhandan lezîz
Zîr-i hâkindir efendim bana dermandan lezîz
Yûsuf-ı Kenân-ı hüsnün aklımı yağma eder
Dişlerin dürr ü mücevher sohbetin candan lezîz
Arifin her bir -kelâmı bir mücevher kânıdır
Canlara verir hayâtı âb-ı hayatdan lezîz
Ehl-i nefsin sözleri akl-ı maâşdan gelir
Ehl-i irfanın kelâmı dürr ü mercandan lezîz
Aç basîret gözlerin bir bak cihâna müddeî
Var mıdır dünyâda bir cân kâmil insândan lezîz
Çok meşâyih devr edip hergiz nazîrin görmedim
Hazret-i şeyhim Muhammed Sâmî Sultândan lezîz
Sâlih’em şeyhim Muhammed Pîr-i Sâmidir benim
Ol durur dünyâ ve mâfîhâ bana candan lezîz
Salih baba
Nutk-ı pâk = Güzel söz
Bürhân = Delil
Zir-i hâk = Ayak bastığın toprak
Dürr ü mücevher = İnci ve mücevher
Kân = Kaynak, maden
Âb-ı hayat = Ab-ı hayvan, ölümsüzlük veren su
Akt-ı maaş = Menfaata, geçime bağlı akıl
Müddei = İddiacı
Nazir = Benzer, eş
Mafiha = Dünyadakiler, dünya nimetleri.
Bir küçük dörtlük daha;
Bırak bu mâsivâ ile hevâyı
Pîr-i Sâmî gibi bul reh-nümâyı
Delîl eyle O zât-ı evliyayı
Bu berzah âlemin geçmek dilersen
Beka gülşanına göçmek dilersen
Salih baba
Masiva ile heva =Allah’tangayrı boş işler
Reh-nüma = Yol gösteren Mürşid
Berzah âlemi = Dünya.
Beka gülşânı = Cennet bahçesi
Her kaynağın, delil olamayacağını unutmamalıyız. O kaynak, kaynağını ispatlar. Doğruluğunu ispatlamaz. Referans olarak kabul edeceğimiz kaynaklar, delilimiz olabilirler. Diğer Kaynaklar kaynaktır, delil değildir. Mesela;
Meallerde, mealcisini gösteren bir belgedir. Mealin doğru olduğunu göstermez. Hele, hele orijinalinden bile çok yüksek özellikler gerektirdiği için fetva verme yetkimiz olmayan Kuran-ı Kerimin, orijinaline ne kadar yakın olduğu şüpheli olmasının normal olduğu bir materyal ile fetva vermek felakettir. Tüm İslam âleminde veya olamıyorsa, bütün Türkiye’de, kabul görmüş, referans alınan bütün otoritelerin imzasını taşıyan belgeler olsaydı, onlarla tefekküre daha rahat dalabilirdik. Fetva makamı yine biz olamazdık. Bu konularda bize düşense en fazla, bize ait fikirlerimizi kendi hal lisanımızla, konunun fetvalarına ters düşmeden ortaya dökmektir.
Bu arada Diyanet veya kendisine sorular sorulan ilahiyatçıların kaçınılamaz güçlükleri olduğu ortadır. Allah cümlesine kolaylıklar ihsan eylesin.
[i]
27 Neml Suresi
88 – Dağları görürsün, onları hareketsiz sanırsın. Hâlbuki onlar bulutların geçişi gibi hareket ederler. Bunu, her şeyi sağlam ve yerli yerince yapan Allah yapmıştır. Şüphesiz O, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. ( Diyanet meali )
[ii]
2 Bakara Suresi
179 – Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki (bu hükme uyarak) korunursunuz. ( Diyanet meali )
Ayrıca Yunus suresi 42, 43
197 – (den bir bölüm ) Ey akıl sahipleri, bana karşı gelmekten sakının. ( Diyanet meali )
[iii]
2 Bakara Suresi
233 – (den bir bölüm )Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki, Allah, yapmakta olduklarınızı hakkıyla görendir. ( Diyanet meali )
[iv]
6 En’am Suresi
149 – De ki: “En üstün delil yalnızca Allah’ındır. O, dileseydi elbette sizin hepinizi doğru yola iletirdi.” ( Diyanet meali )
10 Yunus Suresi
42 – Onlardan sana kulak verenler de vardır. Fakat sağırlara, hele akılları da ermiyorsa, sen mi işittireceksin? ( Diyanet meali )
43 – İçlerinden sana bakanlar da vardır. Fakat körlere, hele gerçeği görmüyorlarsa, sen mi doğru yolu göstereceksin? ( Diyanet meali )
[v]
5 Maide Suresi
66 – Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rableri tarafından kendilerine indirileni (Kur’an’ı) gereğince uygulasalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından (bol bol rızık) yiyeceklerdi. Onlardan orta yolu tutan bir zümre vardır. Ama onların birçoğunun yaptığı ne kötüdür! ( Diyanet meali )
31 Lokman Suresi
32 – Onları, (denizde) bir dalga gölgelikler gibi kapladığında, dini Allah’a has kılarak O’na yalvarırlar. Allah, onları kurtarıp karaya çıkarınca, onlardan bir kısmı orta yolu tutar. Bizim âyetlerimizi ise ancak son derece kaypak, son derece nankör olanlar inkâr eder. ( Diyanet meali )
[vi]
18 Kehf Suresi
65 – Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. ( Diyanet meali )
[vii]
25 Furkan
70 – Ancak tövbe edip de inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. ( Diyanet meali )
[viii]
10 Yunus Suresi
38 – Yoksa onu (Muhammed kendisi) uydurdu mu diyorlar? De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi siz de onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka, çağırabileceğiniz kim varsa onları da yardıma çağırın. ( Diyanet meali )
[ix]
www.pisoestetik.com Doc. Dr.Nusret Kaya
15
8 Enfal Suresi
2 – Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler. ( Diyanet meali )
İsra Suresi 82 – Biz Kur’an’dan, mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. Zalimlerin ise Kur’an, ancak zararını artırır( Diyanet meali )
[xi]
95 Tin suresi
4-6 – “En güzel biçim” diye çevirdiğimiz “ahsen-i takvim” tamlaması bu bağlamda insana Allah tarafından verilen en güzel ve en mükemmel biçim ve yapıyı, bu sayede insanın, yeryüzü varlıkları içinde gerek fizyolojik gerekse ruhsal yetenekler bakımdan en mükemmel ve en seçkin canlı olarak yaratılmış olmasını ifade eder. Yaratılmışların en mükemmeli olan insanda bulunan -âyetteki deyimiyle-bu güzelliğin kaynağı, Allah’ın onu kendi eliyle yaratıp ruhundan üflemesi7“kendi sureti üzere” (kendi sıfatlarından ona -insanlık düzeyinde olmak üzere- lütufta bulunarak) yaratması8 onu yeryüzünde halife kılması9vb. lütuf ve inayetleridir. Müfessir-ler Allah’ın insandan daha güzel mahlûku olmadığı kanaatindedirler. Zira Allah insanı canlı, bilen, irade sahibi, konuşan, işiten, dinleyen, gören, düşünüp tedbir alan, hikmetle hareket eden ve bütün bu özellikleri sayesinde fizik bakımdan kendisinden daha güçlü varlıklar üzerinde bile hakimiyet kurabilen bir varlık olarak yaratmıştır ki bütün bu vb. sıfatlar aynı zamanda ilâhî sıfatların bir kısmının ondaki yansımaları, tecellileridir. 10 İşte 1-4. âyetlerde Yüce Allah kendisinin ilim, sanat ve kudret sıfatlarını gösteren dört önemli varlığa yani insanın maddî gıdalarından olan İncir ve zeytine ve manevî gıdası olan vahyin İndiği Sînâ Dağı ite “emin belde”ye (Mekke), insanların muhtaç oldukları maddî ve manevî ikramların mükemmel örneklerine yemin ederek insanı en güzel biçimde yarattığım, hem bedenen hem de ruhen yükümlülük alabilecek yeteneklerle donattı- ğını ifade buyurmuştur. 11
mükemmeli kılabilecek imkânları kötüye kullanmış oldukları için, hayatın başlangıç noktasından ileriye doğru gitmek, kesintisiz gelişme ve ecir alma imkânından yararlanmak yerine geriye, insandan geri canlılar âlemine doğru gitmiş, alçalmış olacaklardır.
Devam edecek…
7 bk. Sâd 38/72
8 bk. Buhârî, “İsti’zân”, 1; Müslim, “Birr”, 115
9 bk. Bakara 2/30; bilgi için bk. Süleyman Uludağ, “Ahsen-i Takvîm”, Dİ A, II, 178
10 krş. Şevkânî, V, 546
11 İnsanın seçkin yaratılışı ve üstünlüğü hakkında ayrıca bk. İsrâ 17/70 ( Diyanet tefsiri )
lah güç kuvet versin.