Gezi YazısıYurt içinde veya yurt dışında gezip görülen yerlerin ilginç özellikleriyle tanıtıldığı yazılara “gezi yazısı” denir.
 
Gezi yazarı, gezip gördüğü yerlerle ilgili kendi gözlemlerini, değerlendirmelerini yapar, bunun yanı sıra o bölgenin tarihî, coğrafî özelliklerini, halkın yaşayışı, gelenek görenekleri, kültürleri hakkında da bilgiler verir.
 
Gezi yazıları okuyucuların gezip görme arzularını karşılar, onları eğlendirerek yaşadıkları ortamın tekdüzeliğinden kurtarır.

Sponsor Bağlantılar

 

Gezi yazarları sıradan şeyleri değil, ilginç olan şeyleri görüp anlatabilmelidir. İnsan her gün çevresinde gördüğü, sürekli karşılaştığı, bildiği şeylere ilgi göstermez.
 
Gezi yazarlarının güçlü bir gözlem yeteneğine sahip olmaları gerekir. Nice insanlar vardır ki, ömürleri yollarda geçer de, güzelliklerin, ilginç şeylerin farkına varamaz.

 

“Gezip görmek, ölümlü insanoğlunun gerçekleştirmek istediği büyük bir özlem bir bakıma. Gidip gezdiği yerlerde bir şeyler görebilene, elbette. Gördüklerinden yeni güçler kazanmasını bilenlere. Ama, derinliği zorlamayanlar, okyanuslar aşıp yıllar yılı dolaşsa, yine de kupkuru ve tamtakır dönüp gelirler. Gösterişli yapılardan, tadına doyulmayan yemeklerden ve içkilerden, değişik güzellikte kadınlardan, cicili bicili giysilerden gayrısını görememişlerdir.”  (Burhan Arpad)

 

Gezi Yazısının Diğer Türlerle İlişkisi
 
Gezi yazıları ile “günlük” ve “anı” türleri arasında yakın bir ilişki vardır. Bu türlerin kimi zaman iç içe girdiği görülür. Gezi yazıları günlük ya da anı biçiminde yazılabilir. Günlük ve anı türlerinde kişinin kendisi, duyguları, çevresindeki olaylar hakkındaki yorumları ön plandadır, gezi yazılarında ise, dış dünyaya, çevreye ait gözlemler ön plandadır.

 

Türk edebiyatında Batılı anlamda gezi yazılarından önce, gezi türünü örneklendirecek çeşitli yazılar vardır: ruznameler, menaziller, mektuplar, sefaretnameler, hac yolculukları.
 
Eskiden devlet görevlileri tarafından her gün yapılan işlerin kaydedildiği defterlere “ruzname” denirdi.
 
Eskiden sultanların sefer sırasında konaklar arasındaki mesafeleri yazdığı eserlere “menazil” denirdi.
 
Kimi yazarlar da gittikleri ülkelerden gönderdikleri “mektup”larda bulundukları ülkeyle ilgili gözlemlerini anlatmış, çeşitli bilgiler vermişlerdir.
 
Yabancı ülkelere gönderilen elçilerin görev yaptıkları yerlerle ilgili gözlemlerini anlattıkları eserlere “sefaretname” denirdi.
 
Müslümanların hac ibadetini yerine getirmek amacıyla kutsal topraklara yaptıkları hac yolculuklarına dair gözlemlerini yazdıkları defterler de bir tür gezi yazısıdır.
 
Gezi Türünün Gelişimi (Dünya Edebiyatı)
 
Gezi türünün ilk önemli yazarı, Venedikli ünlü gezgin Marco Polo (1245-1324)’dur. Marco Polo, Yakın Doğu ve Orta Asya ülkelerini kapsayan uzun bir yolculuğa çıkmış, gözlemlerini anlatan bir eser yazmıştır.
 
Gezi türünün ilkleri arasında gösterebileceğimiz bir diğer yazar ise, ünlü Arap gezgin İbni Batuta (1304-1369)’dır. İbni Batuta Anadolu, Harezm, Maveraünnehir ve Horasan’ı dolaşmış, oralarda yaşayan Türklerin yaşayış ve geleneklerine dair gözlemlerini anlatan bir eser yazmıştır.
 
Türk Edebiyatında Gezi Türü
 
Türk edebiyatında gezi türünde yazılan ilk eser, denizci Seydi Ali Reis’in (1493-1563) “Mir’atü’l-Memalik” (Ülkelerin Aynası) adlı eseridir. Eserde, Hint denizinde Portekizlerle savaşırken fırtınaya yakalanıp karaya çıkan Seydi Ali Reis’in Hindistan, Afganistan, Maveraünnehir ve İran yoluyla memleketi Edirne’ye dönüş yolculuğunda başından geçen maceralar anlatılır.
 
Türk edebiyatında gezi türünün en büyük ve en önemli eseri Evliya Çelebi’nin (1611-1682) on ciltlik “Seyahatname” (Tarih-i Seyyah) adlı eseridir. Eserde ünlü gezgin Evliya Çelebi’nin 1898-1938 yılları arasını kapsayan kırk yıllık gezilerine ait gözlemleri anlatılır. Evliya Çelebi, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki bölgelerin yanı sıra Avusturya, Habeşistan ve Dağıstan gibi ülkelere ait gözlemlerini de bu eserinde anlatmıştır. Gözlemlerini kaynaklardan edindiği bilgilerle zenginleştirmiştir. Seyahatname, 17. yüzyıl yaşamına, toplumsal yapısına ışık tutan değerli bir kaynaktır.

 

Gezi Türündeki Eserler
 
* Seydi Ali Reis,  “Mir’atü’l-Memalik”
 
* Evliya Çelebi,  “Seyahatname”
 
* Nâbî,  “Tuhfetü’l-Haremeyn”
 
* Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi,  “Fransa Seyahatnamesi”
 
* Ahmet Mithat Efendi,  “Avrupa’da Bir Cevelan”
 
* Direktör Ali Bey,  “Seyahat Jurnali”
 
* Cenap Şahabettin,  “Hac Yolunda”, “Afak-ı Irak”, “Avrupa Mektupları”
 
* Ahmet Haşim,  “Frankurt Seyahatnamesi”
 
* Falih Rıfkı Atay,  “Denizaşırı”, “Taymis Kıyıları”, “Bizim Akdeniz”, “Tuna Kıyıları”, “Hind”, “Yolcu Defteri”, “Gezerek Gördüklerim”
 
* Şükûfe Nihal,  “Finlandiya”
 
* Sadri Ertem,  “Bir Vagon Penceresinden”, “Ankara-Bükreş”
 
* İsmail Habip Sevük,  “Tuna’dan Batıya”, “Yurttan Yazılar”
 
* Reşat Nuri Güntekin,  “Anadolu Notları”
 
* Hikmet Birand,  “Anadolu Manzaraları”
 
* Burhan Arpad,  “Gezi Günlüğü”, “Avusturya Günlüğü”
 
* Celal Esat Arseven, “Seyyar Sergi ile Seyahat İntibaları”
 
* Azra Erhat,  “Mavi Yolculuk”, “Mavi Anadolu”
 
* Haldun Taner,  “Düşsem Yollara Yollara”
 
* Attila İlhan,  “Abbas Yolcu”
 
Gezi Türü Örnek Metinleri
 
“Faust”un  Mürekkep  Lekeleri

Frankfurt SeyahatnamesiFrankfurt’a gelen herkesin sorduğu şunlardır:

    – Eski şehri gezdiniz mi?

    – Rothschild’in evine gittin mi?

    – Goethe’nin evini gezdin mi?

Frankfurt şehri meşhur gezgin Rothschild’in ve şair Goethe’nin vatanı olmakla iftihar eder. Vardığımın ilk günü Goethe’nin evine koştum. Romanyalı hasta arkadaşımla beraber.

Gün pazardı. Eski bir İstanbul sokağını andıran gürültüsüz, tenha, temiz, loş bir sokakta eski bir İstanbul konağının tokmaklı kapısı önünde durduk. Ve bir elektrik zilinin düğmesine dokunduk. Goethe ne kadar büyük bir şair olursa olsun, ölümünden yüz sene sonra, bütün duvarları, bahçeleri, meydanları taze sarı çiçeklerle dolduran bu neşeli ve güneşli sonbahar sabahında loş bir sokaktaki loş evinde kendine kâfi bir müşteri bulabileceğini pek de ummuyordum. Şahlanan maddiyetin ruhunu ifna etmesi icap ediyorsa, artık harikulâde fennî keşifleri sayılamayacak bir hâle gelen, semada koca “Zeppelin”i uçurup kuşları eski bir makine gülünçlüğüne düşüren, Atlantik’te Bremen vapurunu işitilmemiş bir hızla kaydıran, hava azotundan sun’î gübre, odundan şeker, kömürden benzin çıkaran şu altın gözlüklü, kenevir saçlı, golf pantolonlu kimya muharebesi hazırlayıcıları genç “Herr doktorlar” vatanında eski bir şairden başka bir şey olmayan Goethe’yi ölümünden yüz sene sonra ziyaret edecek iki kişi bile bulunamaz, diye düşünüyordum. Meğer aldanmışım. Bir mezara inecekmişim gibi soğuk bir ürperme ile açılan kapıdan içeriye girince hayretten donakaldım. Burada ruhun aydınlığı bir şafak ziyası gibi yüzümüze vurdu. Evin içi talebe yaşındaki çocuklardan, kızlardan, şık kadın ve erkeklerden, yaşlı efendilerden müteşekkil gayet temiz ve müteheyyiç büyük bir kalabalıkla dolu idi. Bunların hepsi de Alman’dı, yani bizim gibi tecessüsün oraya çektiği seyyah ve yabancı nevinden vâhi ve lâkayt bir gölge yığını değil.

Frankfurt’un zengin iki üç ailesinden birine mensup olan Goethe’nin konağı kuyulu idi. O zamanlar kuyusu olmak bir aile için mühim bir imtiyazdı. Ancak Rothschild’lerin, Goethe’lerin kuyusu vardı. Umum için sokakta çeşmeler akardı. Mutfakta Goethe ailesinin muhteşem kuyusuna hürmetle baktık. Mutfağın duvarları üzerinde dizili duran elli, altmış tatlı ve pasta kabı Goethe’nin annesinin ne sıcak bir ev kadını olduğunu gösteriyordu. Ev, olduğu gibi muhafaza edilmişti. Bütün pencereler eskisi gibi çiçekli ve tül pencereliydi. Şairin hatırası bu evin her tarafında nefes alıyordu. Yüz sene evvel içinde can verdiği oda, memleketin her tarafından yeni gönderilmiş çelenk yığınlarıyla dolu idi. Sanki şairin cesedi henüz kaldırılmamıştı ve havada esen şan ve şerefinin ıtrı, o sabah açmış iri bir kırmızı gülün kokusu gibi taze ve kuvvetliydi.

Nihayet şairin çalışma odasına vardık. Kafileye kılavuzluk eden memur, üstü baştan başa mürekkep lekeleriyle kaplı eski bir yazı masası önüne gelip de “Goethe Faust’u bu masa üzerinde yazdı. Bu lekeler Faust’un lekeleridir!” dediği zaman, kalabalığın son hadde varan merakı ve heyecanı, ışık hâlinde gözlerden taştı. Herkes o mukaddes gölgeleri yakından görmek için medenî nezaketi unutarak masaya yaklaşmak üzere kendine yol açmaya çalışıyordu. Bu hayran gözlerde lekeler, mürekkep lekeleri değil, bir ebedî lâcivert semada namütenahi yıldız serpintileri idi.

(Ahmet Haşim, “Frankfurt Seyahatnamesi”) 
 
Dilenci Estetiği

Frankfurt caddelerinde en çok garibime giden insan Alman dilencisi olmuştur. Bu dilenci, temiz gömlek ve yakası lekesiz elbisesi, ütülenmiş beyaz mendiliyle iyi bir kahvaltıdan sonra sigarasını yakarak sabahın neşeli kalabalığı içinde işine giden herhangi bir efendiye benzer.

Hastahanenin kırmızı nehir sularına bakan pencereleri önünde, şehrin en şık ve en işlek caddelerinde, ikişer, üçer kişilik takımlar hâlinde sabahtan akşama kadar opera ve operet parçaları söyleyerek havayı keman ve armonik sesleriyle dolduran dilenciler hep bu tiptedir. Bunların gündelik kazançları, alelâde bir alışverişin getireceği kârdan aşağı değil.

Yakın veya uzak bütün şark memleketlerinde, böyle bir kılıkla gelip geçenlerin merhametine el uzatmak cesaretini gösterecek herifin toplayacağı hav ve yiyeceği dayaktır. Merhametli hanım veya efendi, sadakaya muhtaç adamın kendisine bu kadar benzer oluşuna tahammül edemez; kalbinin heyecan mekanizması harekete geçmek için, dilenciden, korkunç bir Lon Chaney makyajı ve tüyler ürpertici bir sahne tertibatı ister.

Şark estetiğine göre dilencinin gözü olmamalı. Göz yerinde patlamış iki beyaz zar olacak ve onlardan parçalanmış yanaklara doğru birtakım kanlı et parçaları sarkacak! Dilencinin ağzı ve dişleri olmamalı! Ağız yerinde dipsiz bir uçurumun karanlıkları sırıtacak ve dişler, etlere gelişigüzel saplanmış birtakım kemik parçaları olacak! El ve ayak yerinde demir çengeller şangırdayacak veyahut karışık tahtalar takırdayacak! Dilenci için kıyafet: Yazın onu buram buram terletecek yağlı, paramparça kalın bir hırka; kışın ise, içinde titreyeceği her tarafı delik deşik siyah bir paçavra gömlek! Ağustos güneşi altında kanı ter hâlinde, damla damla toprağa akmayan ve kış poyrazlarında donmak üzere olmayan bir dilenciye sadaka verilir mi hiç?

Hint’in, Mağrib’in, Buhara ve Semerkant’ın müthiş dilencileri bu itibarla ne büyük artistlerdir! Hâlbuki şu yakalı ve kravatlı Alman dilencileri…

Bir gün bir Alman’a sordum:

    – Bunlara nasıl acıyabiliyorsunuz?

    – Mecbur olmadan el uzatabilecek bir Alman tasavvur edemeyiz. Onun için dilenen bir Alman, bizi kendine acındırmak için fazla yalana ve zillete düşmeye muhtaç değildir. Bu bir hususî ahlâk meselesi. Fakat işe bir de akıl zaviyesinden bakalım: Dilenen bir insan, ne kadar alelâde bir insana benzerse, bana o kadar yakındır; o nispette kolay derdini duyar, eksiğini anlarım. Fakat her ne surette olursa olsun, insan şeklinden çıkmış bir mahlûk benim cinsimden değildir. Ona acıyamam! Şark merhameti mantıksızdır!

Kızardım. Uydurma bir cevap verdim:

    – Biz dilenciye acımayız, ondan korkarız. Bu korku dilencinin çirkinliği nispetinde artar. Çirkinliğin birtakım tehlikeli kudretler taşıdığına inanırız. Bütün Afrika, Amerika, Hint ve Çin ilâhları çirkin değil mi? Bize en fazla haşyet ve nefret veren dilenciye uzattığımız para bir sadaka değil, fakat korku sanatkârına takdim edilmiş naçiz bir mükâfattır. Şark, artist milletlerin vatanıdır. 

(Ahmet Haşim, “Frankfurt Seyahatnamesi”) 
 

Taç Mahal Dedikleri 

Taç MahalRio de Janeiro, dünyanın en güzel kentlerinden biri değil mi? Paris methedile edile bitirilemez değil mi? Herkes Niyagara Şelalesi’nin karşısında huşu duyar değil mi?

Ama siz herkes değilsiniz. Herkesin beğendiğini beğenmek koyunluğunu kabul edemezsiniz. Herkesin beğendiğini beğenmeyeceksiniz ki size orijinal desinler. “Rio de Janeiro mu? Vallaha beni hiç açmadı. Nesini beğeniyorlar bilmem.” “Paris mi? Adı çıkmış a canım. Neden kitapların anlattığına kapılırız bilmem.” “Niyagara’ya gelince, hiç mi hiç sarmadı beni. Manavgat’ı ona tercih edebilirim.”

Sizi bilmem ama, ben izninizle bu çeşit gösteriş meraklısı ukala dümbeleklerine biraz tutulurum. Taç Mahal’in karşısında da şimdi bunu düşünüyorum. Buraya gelmeden çok yazardan, çok seyyahtan Taç Mahal’in çeşitli övgülerini dinledim. Hepsi bu konuyu antolojiye geçecek bir düzyazı örneği haline getirmek için özen ve çaba gösteriyorlar. Tasvirlerini benzetilerle donatıp tümceleri periodlarla uzatıp edebiyat döktürüyorlar. Ama ne diyorlarsa hepsi doğru. Ne kadar övüyorlarsa o kadar yerinde. Taç Mahal bir anıt değil, bir yaşantı. Mucizeye akraba bir olay, bir fenomen. İçiniz sıkılmışsa, bunalım içinde iseniz ya da hava kapanıksa, çevrede kasvet varsa buraya gelince içinize güneş doğuveriyor. Türbenin konumu öyle ferah, öyle rahat. Işıklı avlunun orta yerinde, iki yanında serviler sıralı su kanalının çizgisi sizi türbenin cephe kapısına, onu çevreleyen cephe duvarına ve onun iki katlı zarif nişlerine çekiyor. Türbe buradan görünümü ile gerçekten çok, düşsel bir varlığa benziyor. Bu iddiasız, bu uçuk şiirsel ve sırlı görünümde içinize, ta içinize işleyen bir şey var. Belki efsanesini bildiğinizden bu gerçek dışı görünümünü ona yakıştırıyorsunuz. Biraz daha ilerleyip su kanalının ulaştığı büyük havuza yaklaşınca uzaktan alçakgönüllü sandığınız anıt-kabirin görkemiyle karşılaşıp şaşırıyorsunuz. Cephe alınlığı ve onu çeviren taş oymalar, iki kanadındaki iki katlı zarif nişler, yetmiş beş metre yukarınızda hem ağır hem tüy gibi hafif hissi veren ana kubbe ile çevresindeki yavru kubbeler ve nihayet türbenin dört yanındaki zarif minareler başınızı döndürüyor. Bütün bu unsurlar o kadar kozmik bir denge içinde oturtulmuşlar ki, başka bir mimarî çözüm ve seçeneği olanaksız kılıyor.

Demin minarelerden söz ettik. Biz minareyi hep ezan okunan kule işlevi ile bellemişiz. Oysa Hint mimarisinde minareler türbelerin çevresinde salt dekoratif öge olarak kullanılabiliyor.

Haldun Taner Düşsem Yollara Yollaraİçeri girince buranın akikler, somakiler daha nice değerli sert taşlarla adeta oya gibi dokunduğunu görüyorsunuz. İşin tuhafı, bunca ayrıntı özeni tüm içinde öylesine eritilmiş, bu kakma ve kabartmalar bu çelenk ve nakışlar öylesine var ve de öylesine yokmuşçasına silinebiliyorlar ki, zenginlik ve gösteriş duygusu beklerken onun yerine alçakgönüllü bir sadelik uyumu ile karşılaşıp bir daha apışıyorsunuz. Greklerin “asil sadelik ve sessiz yücelik” ilkesinin bir Asyavî varyasyonu ile karşı karşıya olduğunuzu, bir söylentiye göre 16, bir başka söylentiye göre de 22 yıl boyu, bir anıt-kabiri süsleyen bunca sanatçının bütün göz nurlarını, beyin ve el emeklerini, hâsılı zevk ve ustalıklarını en sonda tümün sade büyüklüğü hizmetine verip, geri çekildiklerini anlar gibi oluyorsunuz. Kakma taştan çiçeklerle işlenen bir kaide üzerine konmuş olan sandukalar ve onları çevreleyen kafes mermer çevirmeler de “asil sadelik ve sessiz yücelik” ilkesine uyuyor.

Türbe, Mümtaz Mahal’in olduğu için kubbenin tam altında o yatıyor. Ona bu türbeyi aşkını sonsuza kadar belgelemek için adayan Şahı Cihan ise sevgili eşinin yanında sığıntı gibi kalmış. Aslında Şahı Cihan kendisi için de bu türbenin yanında kara mermerden bir türbe yaptırmayı ve türbeyi bir köprü ile birleştirmeyi tasarlamış, ama ömrü yetmemiş, eceli yetişmiş. Tahta geçen oğlu Evrenk Zeyb babası kadar eli açık olmadığından, hatta Şahı Cihan’ın savurganlığından bezdiğinden onu eşi Mümtaz Mahal’in sandukası yanına koyduruvermiş.

Burası bir türbe değil de adeta bir aşk tapınağı. Sevdalılar gelip bu anıt-kabirin eşiğine yüz sürüyorlar. Zaten Şahı Cihan da karısına yaptırdığı bu türbeye bakıp bakıp: “Bir günahkâr buraya sığındığında tüm günahlarından arınır. Bu yapıtın görünüşü kalbe ağlama verir. Ama bu rahatlatıcı bir ağlamadır. Güneş ve ay bu yapıta baktığında gözyaşı döker.” diyor.

(Haldun Taner,  “Düşsem Yollara Yollara”)
 
Bir Aşk Efsanesi

Mümtaz Mahal’le Şahı cihan’ın aşkları daha çocukluklarında başlamış. O tarihte Şahı Cihan’ın adı Hurrem, Mümtaz Mahal’inki ise Ercümend Banu Begum. Güzelliği dillere destan olan bu Ercümend’i görüp vurulduğunda kız henüz on altı yaşında imiş. Hurrem’in büyük babası Ekber Şah zamanında başlayan bu büyük aşk hemen bir evlenmeye dönüşmüş. Ondan sonra iki sevgili birbirlerini büyük bir ihtirasla sevmişler. Şahı Cihan adını alan Hurrem’e karısı en kara günlerinde bile yâr olmuş, destek olmuş. Hâsılı tek bir ruh, tek bir vücut gibi imişler. Şahı Cihan imparator olunca Ercümend Banu Begum’un adı da Mümtaz Mahal olmuş. Ne var ki bu eşsiz mutluluk uzun sürmemiş. Şahı Cihan’a on üç çocuk doğuran Mümtaz Mahal on dördüncüsünü de doğurduktan sonra hastalanmış. Hekimler derdine çare bulamamışlar. Öldüğünde otuz yedi yaşında imiş. Şahı Cihan onu yitirmekle sanki dünyasını yitirmiş. Bir hafta boyu odasına kapanmış dışarı bakmamış. Artık onun için ne saltanatın ne de hayatın tadı kalmış. Bir yıl için ülkesinde matem ilan etmiş. Altınlı, gümüşlü, sırmalı esvapları her çeşit takıları, kokuları, süsleri, eğlenceleri yasaklamış. Sonra çoğu İstanbullu, Anadolulu ustalardan oluşan sanatçılarla işte bu Taç Mahal anıt-kabirini sipariş etmiş. Yapı bittiğinde saçlarında tek siyah saç kalmadığı rivayet ediliyor. Artık bu yapıda somutlaşan anılarından başka avunağı ve dayanağı kalmamış.

Taç Mahal’in böylesine tavaf edilen bir anıt-kabir olmasına mimarî güzelliğinden çok, salt bu benzersiz aşk hikâyesi bu şiirli tarihi bile yeter. Taç Mahal bir estetikçinin dediği gibi ne kadar “yeryüzünün en güzel türbesi” ise yine bir başka düşünürün tanımladığı gibi “evlilik bağının ve sevgisinin de yüce bir anıtı”dır.

Taç Mahal’i şöyle bir ayaküstü bir görüp geçmek yetmez. Onu güneş doğarken, öğleyin, akşamüstü, gurup vakti ve özellikle ay ışığında göreceksiniz. Biz şanslı imişiz ki seferimiz dolunaya rastladı. Bu aşk ateşinde ısınmış mermerler sabahleyin toz pembe bir renk alırmış. Onu göremedik. Öğle güneşinde göz kamaştıran beyazlığa dönerken tanıdık. Gurup ile ay ışığındaki halini de görmek için bekledik. Gurup vakti, inanmayacaksınız, o mermerler önce portakal rengine sonra eflatuna dönüştü. Ay ışığında ise uçuk bir maviliğe büründü. Şahı Cihan’a hak verdim. Gözlerinizin yaşarması işten değildi.

Buraya gelen kadın turistlerin ilk tepkisi duygulanmak ama sonra kocalarına çatmak oluyor. “Bak el âlem eşine hazineler döküp ne saray-türbeler yaptırmış, aşkını ve ona kayıtsız şartsız bağlılığını bir anıtla sonsuza dek nasıl perçinlemiş. Sen bana bugüne kadar ne yaptın?” diye takazaya kalkıyorlar.

Hindistan’da türbeler boyut olarak büyük yapılıyor. Cami gibi. Oysa bizim padişah türbelerimiz bile alçakgönüllüdür. Ekber’in türbesini gezerken anlattılar. “Ben kabrimde hiç süs istemem.” dediği halde oğlu Humayun bu vasiyete sade alt katta uymuş, babasına sadece bir taş sanduka yaptırmış. Ama gönlü razı olmamış onun şanına uygun olsun diye de hemen bir üst kat çıkmış. Üst katta aşağıdaki sandukanın hizasına gelen yere yine işlemeli bir sanduka koydurmuş.

1970

(Haldun Taner,  “Düşsem Yollara Yollara”) 
  

Venedik

VenedikÇağın tekerlek ve elektrik gürültüsünden usanan, Avrupa şehirlerinden bıkan insanlar hiç olmazsa bir hafta için Venedik’e gitmelidirler. Venedik dünyanın hiçbir şehrine benzemez. Sokakları sudan, suları kumaştan, binaları mozaik, halkı masal kişisi, hayatı orta çağa özgü bir şehirdir.

(…) Eskiden yalnız gemi ile gelinen bu şehri şimdi Avrupa’ya bağlayan uzun bir tren köprüsü vardır. Tarlalar, ormanlar, bahçeler, dereler, dağlar, tepelerle çevrili, asfalt yollu, tramvaylı, fabrikalı Avrupa şehirlerinden geçip bu köprüye gelen trenin pencerelerinde, bir iki metre derinliği geçmeyen geniş bir denizin nemli havası solunur. Tren diğer garlar gibi bir garda durur, ama bu garın kapısından çıkınca arabalar, otomobillerle dolu bir alan yerine mermer basamakları ıslak bir rıhtıma yanaşmış siyah gondollar görülür.

(…) “Canale Grande” dedikleri büyük kanal, en büyük caddeye karşılıktır. Orada otomobil yerine gondollar, tramvay yerine küçük motorlar işler. Büyük kanaldan iki yana, kaldırımları sudan küçük küçük yollar ayrılır.

İri parmaklıklı pencereler, demir kapılar, küf kokan binalar arsından sağa sola dönerek şehri dolaşan bu kanallar kimi zaman küçük bir alanın eteğini yalar, kimi zaman bir barok kilisenin rıhtımlarını ıslatır, kimi zaman bir köprünün altından geçer, kimi zaman bir mağazanın eşiksiz kapısından girer, sonunda Sen Mark alanının önündeki geniş limanda birleşir.

(…) Sen Mark alanının Şehzadebaşı çayhaneleri gibi sekiz kişiden çok almayan kahvehanelerinde yaldızlı peykeler ve oymalı Venedik aynaları karşısında insan bulunduğu çağı unutur. Şimdi, her akşam belediye mızıkasının çevresine toplanan halkı, Kandiye’nin fethi dolayısıyla bu alanda düzenlenen büyük cirit oyunlarını seyre gelmiş sanır. Bayram günleri sırma işlemeli giysileriyle kiliseye giden toplulukları, üstüne Venedik’in aslanlı bayrağı çekilmiş uzun kırmızı direkler önünde yapılan esnaf alaylarını, büyük yargılamaları, herkesin gözü önünde yapılan idamları düşüne düşüne kendinden geçen insanın hayali ortaçağa gider. Alanın birkaç yerinden ayrılan dar sokaklar kırk elli adımda bir, kemerli köprülerden, başka bir adaya geçtikçe kırmızı kiremitli yüksek evlerin gölgeli duvarları arasına sokulmuş kanallar, sel baskınına uğramış bir şehrin sokaklarını andırır. (…)

Celal Esat Arseven Seyahat İntibalarıYüksek duvarlarla çevrili dört arşınlık bahçelerin, sulara kadar sarkan mor salkımları arasında kırmızı zakkumların sivri yaprakları görünür. Suyun dışındaki her biçimin sular içinde de bir resmi meydana gelir. Tersine çevrilmiş pencereler, tırabzanlar, duvarlar, kapılar ve bunların altında mavi bir gök, ebrulu bir kâğıt gibi hareli renklerle resimleşir, erimiş sırçadan bir tablo yapar. Bu renkleri kimi zaman bir gondolun siyah bıçağı keser, akide gibi uzatır; renkler sallanır, birleşir, ayrılır ve gondolcunun başka bir gondolla çarpışmayı önlemek için “uhuu!” diye ses çıkardığı o üzüntü verici ses duvarlarda yankısını yitirdikten sonra yine eski biçimini alır. Bu tablo esin kaynağı olan binalara, renklere, salkımlara, göklere serenat yapar.

Yarısı güneşli, yarısı gölgeli dar kanalların sonunda kimi zaman güneşle parıldayan saraylar, yaldızlı kubbeler, kırmızı köprüler, sarı duvarlar, pembe binalar görünür.

Şallarının uzun püsküllerini sarkıtarak gondolları seyreden genç kızların köprülerin üstünde yürüyüşleriyle, uzun mantolarını sallayarak giden yaşlıların yürüyüşlerinde hep sessizlik ve hayal vardır.

İki metreyi geçmeyen dar yollarında ne bir at nalı ne de bir tekerlek gürültüsü işitilir. Burada çabuk olan bir şey yoktur. İnsanlar zaman gitmez, zaman insanlara gelir. Sen Mark alanındaki “jakmar”ın eli tokmaklı heykelleri saat başını çaldıklarında herkes zamanın geçtiğinden değil, belki konuşma zamanının geldiğinden memnundur.

Alçak tavanlı karanlık odaların dar pencerelerinde bekleyen sevdalılar vardır. Dükkânlarında ortaçağdan kalma eserler, evlerinde sekiz yüzyıl önceki görenekler yaşayan bu şehirde, gündüzle gecenin ayrımı pek azdır.

Mehtaplı gecelerde, kanallar mandolin ve gitar sesini taşıyan gondollarla dolar. Yuvarlak kâğıt fenerlerle donanmış olan bu kayıkların köşklerinin içinde dolunaydan bile gizli öpücükler alınıp verilirken, köprülerin üstünde durup bir ağızdan şarkı söyleyenler, sevgilisinin penceresine serenat yapanlar işitilir. Sarayın yanındaki hapishanede idam edilenlerin üç delikli taştan damlayan kanları, belki şimdi bile duvarların, suyun dışında kalan kısımlarına karışıktır.

Aşkın, kıskançlığın, kinin, düşmanlığın, casusluğun, kara çalmanın bütün gücüyle egemen olduğu bu sarayda artık ne yanan bir meşale, ne acı çeken bir tutuklu kalmıştır.

Sarayın içinde Düj’lerin siyah mantolu hafiyelerinin yerine, şimdi elinde anahtarlarıyla gezen müze bekçileri duvarlardaki resimlerle konuşur.

Avluların mermer dehlizlerinde ipekli giysilerinin eteklerini hışırdatarak gezen düşesler, saraylılar yerine, şimdi tekir kedilerin sessiz ayakları dolaşır.

Venedik ResimleriMehtaplı gecelerde Venedik’i aydınlatan ay bir tane değildir. Her sarayın, her kanalın, her köprünün ayrı bir ayı vardır. Sen Mark alanının ayı “Riyalto” köprüsünün ayına, “Ölüm” köprüsünün ayı da “Barbiyeri” kanalının ayına benzemez. Kimi zaman yüksekte, kimi zaman alçakta, kimi zaman büyük, kimi zaman küçüktür. İnsan sanır ki doğa, Venedik’in her köşesini bir suluboya resim aşkıyla boyamış ve her tablonun en uygun yerine bir ay koymuştur.

1927

(Celal Esat Arseven, “Seyyar Sergi ile Seyahat İntibaları”)