Türk edebiyatında edebî toplulukların veya edebî faaliyetlerin başarısı/etkisi genellikle “şiir”le ölçülmüştür. Hatta denilebilir ki, Türk toplumunda edebiyat denilince akla ilk, manzum eserler gelir.
İşte toplumumuzda edebî anlamda böylesi bir öneme haiz olan şiir, II. Meşrutiyet dönemine gelinceye kadar türlü merhalelerden geçmiş, türlü tartışmaların odak noktası olmuştur. Saray ve çevresindeki aydınlar arasında, İran ve Arap edebiyatlarının ciddi etkisiyle, teşekkül eden Divan şiiri ve 17. yüzyıl sonlarına doğru başlayan mahallileşme hareketi sonucu tekrardan gün yüzüne çıkan, eski önemine yaklaşan Halk şiiri arasındaki ilişki, bu merhalelerin ilki sayılabilir. 17. yüzyıla kadar şiir, aruz vezni ile yazılan, Arapça ve Farsça terkiplerin hâkim olduğu ve ancak yüksek zümrenin anlayabildiği bir edebi türdü. Nedim’le başlayan mahallileşme hareketi ile yabancı etkilerden kurtarılmaya çalışılan şiirimiz, bu hareketin başarılı denebilecek sonuçları ve Halk şairine ve şiirine olan ilginin tekrar canlanması sayesinde 17. yüzyılı Halk şiirinin en parlak dönemi haline getirmiştir.

Sponsor Bağlantılar

Yine Tanzimat döneminde bir başka edebi çaba edebiyat tarihimizde yerini alır. Şinâsi, Ziyâ Paşa ve Nâmık Kemâl’in başını çektiği bu hareket yeni bir şiir dili gayretine girer. Şinâsi’nin Avrupa dönüşünde başladığı “sâfî Türkçe” çabası, ne yazık ki, istediği başarıya ulaşamamıştır. “Eşek ile Tilki, “Arı ile Sivrisinek” gibi bazı manzumelerinde ve bazı müfred şiirlerinde konuşma diline yaklaşsa da ifadeyi kuruluktan kurtaramamıştır.

“Koyamam kargayı bülbül yerine
Çiçek açmış dikeni gül yerine”

“Kişiye her işi a’la görünür
Kuzguna yavrusu anka görünür” (Akyüz, 1986: 20)

Ziyâ Paşa yazdığı birkaç heceli şiirleri dışında eskiye bağlı kalmış, Şeyh Gâlip etkisinde şiirler vermiştir. Düşünce olarak modernleşmeyi savunan şair, bunu şiirlerine aktaramamıştır. Kenan Akyüz’ün ifadesi ile; “Düşünceleri ile inkılapçı olan Ziyâ Paşa, duyguları ile tamamıyla alışkanlıklarına bağlıdır.” (Akyüz, 1995: 46) Belki de dönemin en çok yeniliği “vatan şairi” Nâmık Kemâl’de görülür. Hak, hukuk, hürriyet, vatan gibi birçok yeni kavram Türk şiirinin konusu olur. Fakat tüm bu çabalar dönemin şiirlerini Divan şiiri etkisinden kurtaramamıştır. Şiir zevklerine bu kaynaklardan beslenerek erişen şairler, fikren modernleşmeyi savunsalar da bunu şiirlerine yansıtma konusunda başarılı olamamışlardır.

Tanzimat edebiyatı döneminde başlatılan modernleşme çabası Servet-i Fünûn döneminde büyük bir hızla ilerler. Tevfik Fikret’in başında bulunduğu topluluk ilk olarak Divan şiirinin etkisinden sıyrılmakla işe başlar. Yeni şekiller (sone, terza-rima gibi) şiire girer. Sadece şekilde değil konularda da değişikliğe giden topluluk, önceki dönemin “her güzel şey” şiire konu olabilir anlayışını “her şey” şiire konu olabilir şeklinde genişletmiştir. Aşk ve tabiat konularının önemli yer tuttuğu anlayışta sosyal ve metafizik konulara pek yer verilmez. Servet-i Fünûn’un belirgin özelliği olan maraziliği “belli bir devrin hastalığı” olarak nitelendiren Kenan Akyüz’ün şu ifadeleri topluluğun Fransız şiirinin etkisiyle yapmaya çalıştığı modernleşme çabasının, aslında Türk şiirini belli bir kesimin anlayabildiği sınırlı bir çerçeveye mahkum ettiğini açıklar niteliktedir: “XIX. Yüzyıl Fransız şiirinin romantizmden sembolizme kadar türlü merhalelerini tanımış ve o kanalda yeni bir duyuş ve hayal kuruş tarzı, yeni bir zevk ve estetik getirmiş olan Servet-i Fünun şairleri, bunlarla birlikte, beğendikleri birçok hayalleri de getirmeyi ihmal etmediler. Bunların ifadesi için yeni bir vokabüler zarureti doğunca Türk şiirinin vokabülerini yeni baştan ele almak zorunda kaldılar. Şiir dilindeki Arapça ve Farsça kelimelerin sayısını biteviye çoğaltmakla suçlanan bu aykırı çalışma ve “sanatkârâne üslup” gayesi ile yapılan çabalar Servet-i Fünûn şiirini ancak sınırlı bir aydın topluluğun anlayabileceği bir duruma getirdi.” (Akyüz, 1995: 94)

Şiiri üst zümre için yapılmış bir edebi tür haline getiren Servet-i Fünûn’da şiir, Tanzimat şiirinden hem dil hem şekil hem de anlayış bakımından büyük farklılık gösterir. Türk dilinde kapalı ve açık olarak var olan hece anlayışı bu dönemde üçüncü bir hece olan “uzun hece” ile farklılık kazanır. İlerleyen dönemde büyük tartışmalara sahne olacak “milli vezin” meselesinin çıkışı kabul edilecek anlayış, bu dönemde en çok Tevfik Fikret’in şiirlerinde kendini bulur. Servet-i Fünûncular aruzu yalnızca şiir anlayışlarındaki musikiye elverişli olduğu için, severek kullanmışlardır. Edebiyatımız için yeni olan “sone” yine bu topluluğun rağbet ettiği şekillerdendir ve en güzel örnekleri Tevfik Fikret ve Cenap Şehâbeddin tarafından verilir. Kafiye anlayışları da şiir anlayışlarındaki musikiye paralel olarak sese dayalıdır. Nihad Sami Banarlı’nın ifadesi ile; “Onlar bu anlayışı Recaizâde ile birlikte, kafiye göz için değil, kulak içindir, sloganıyla ifade ediyorlardı.” (Banarlı, 1971: 1019)

İşte böyle farklı anlayışlarla şekillenen, zaman zaman eskiye dönüşlerin olduğu, kimi
zaman Batılılaşma çabasıyla ele alınan, gelişimi değişimine paralel olan ve ne yazık ki, tam olarak “bizim şiirimiz” diye adlandırabileceğimiz bir standarda ulaşamayan Türk şiiri, önemli bir döneme daha “sessiz” bir geçiş yapacaktır.

Sessiz bir geçiş diyoruz, çünkü 1901-1908 arasında Servet-i Fünûncular oldukça sessiz kalmış, kendilerinden beklenen hamleyi yapmamışlardı ve bu sessizliğe şiir sevenler daha fazla sessiz kalamayacaklardır…

* II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ ŞİİRİMİZ ve ŞİİR KİTAPLARI