Kişinin çevre ile olan ilişkileri “ben´´liği hakkındaki duygusu ile ilişkilidir. Sağlığı, huzur ve rahatı, benliğine olan güveni ölçüsünde artar ya da azalır. Kişinin “ben´´i ile olan bu ilişkiler iki türlüdür. Kişi önceden var olan bir çevreye uymak, onunla bütünleşmek zorundadır. Fakat aynı zamanda o çevreyi etikelemesi ve de onu değiştirmesi gerekli olabilir.
Çevre ile bütünleşme olanağı bulunmadığı hallerde, kişinin etkileme yeteneği, ilerlemesinin, gelişmesinin ve de sağlıklı yaşamının kaynağını, teşkil edecektir.

Sponsor Bağlantılar

İnsanlık tarihinin başlangıcında, doğal çevre ile, onun kaynakları ve tehlikeleri ile doğrudan doğruya karşılaştığı zaman, kişi, ilerlemesini, gelişmesini işte bu hareket ve etkileme yeteneği ile sağlamıştır.

MUHİT Mİ ORTAM MI YAŞAM ÇEVRESİ Mİ?

Başlangıçta “dış âlem´´ sadece bir ortamdır. Birbirinden farklı nedenler ve araçlardan oluşan bu dış âlem hepimizi aynı ölçüde ilgilendirmez.
Kişinin ya da toplumunun bu ortam üzerindeki hareket ve etkileri onu değiştirip yaşam çevresi haline dönüştürecektir.

Yaşam çevresi, demek oluyor ki, muhitin ve tarihinin meydana getirdiği hareketlerimiz sonucu olan ilişkilerinin bir ifadesi olduğu gibi, yaşam çevresi, tarih, sosyal bilim ve çoğrafya bilgileri bakımından da çok büyük kültürel ve bilimsel buluşlara yol açmıştır.

Fakat bizi asıl ilgilendiren konu insanoğlunun yaşantısını oluşturan, bedeni ve kişiliği ile temas halinde olduğu yerlerin tümünü kapsayan günlük yaşam çevresidir. Fakat bizi burada, özellikle, insanoğlunun yaşantısını oluşturan vücudu ve kişiliği ile temas halinde olduğu yerlerin tümünü teşkil eden günlük yaşam çevresini ilgilendirir.

YAŞAM ÇEVRESİNİN ALGILANMASI

Herşey duyulardan geçer

Herbirimizin yaşam çevresi, görülüyor ki, hareket ve faaliyetlerimiz için hazırlanmış ve düzenlenmiş yerlerin tamamıdır.

Bu çevre bizim evimiz, bizim mahallemizdir. Kullandığımız ve yararlandığımız donatım ve araçlarımızdır, çalışma, dinlenme ve eğlence yerlerimizdir.

Yaşam çevresi bir bütün olarak algılanır. Dinlendirici ya da yorucu, saldırgan ya da güvendirici olsun biz onda daima kendimizi buluruz.

O çevrede ister rahat olalım, ister kendimizi rahatsız hissedelim o, bizim için hazırlanmış, düzenlenmiş bir bütün olarak yaşamakta ve de yaşanmaktadır.

Bu algılamaların bütünü teker teker her duyumuzun bize ilettiği birbirinden farklı algıların toplamıdır. Her yaşam çevresi birçok duysal alanlara bölünür. Duysal organlar insanla ordam arasında, insanın “iç âlemi´´ ile “dış âlemi´´ arasında köprülük vazifesi görür.

Bu nedenledir ki ; “Yaşam çevresi´´ kavramına açıklık getirebilmek için bu duysal alanların içine girebilmek, taşıdıkları bilgilerin özelliklerini ve birbirleriyle nasıl bağdaştıklarını anlamak gerekmektedir.

İnsanın duysal mekanizması, dıştan gelen iki tür bilgiyi elde etmeyi sağlayan özel algılayıcılardan oluşmaktadır.

* Gözler, kulaklar ve burun ile uzak nesnelerden gelen mesajlar.

* Deri, mukozalar ve de kaslar ile hemen yanımızda olan mesajlar.

Herbir duyu, bir duyusal alanı kavramayı mümkün kılar. Genellikle “ortam´´ ve de “yaşam çevresi´´ görülüyor ki, herşeyden önce gözün, kulağın, burunun, parmakların, ısının ve kasların kendilerine özgü olan alanların toplamından oluşmaktadır.

GÖRSEL ALAN

Görme hassaı insanda en geç gelişmiş olan bir duyudur. Bu yetenek kişiye, uzak mesafeden eşyayı ya da insanları seçmek, alanlarda hareket etmek, aletler üretmek ve nihayet başkaları ile bağlantı kurup düşünceleri iletmek imkanı verir.

Gözler, sinirsel sisteme uzak mesafeden bilgi toplayan bütün öteki algılayıcıların önünde gelir.

Bundan başka görsel algılamanın önemli bir de estetik rolü vardır : Işığı, bunları birbirine bağlayan ilişkileri ve bunlardan kaynaklanan ahengi de belirtir.
Her devrin ressamları, heykeltraşları, mimarları, yaşam çevrelerimizin görsel oluşumunu en yüksek düzeye çıkarabilmişlerdir.

Görsel algılamalar, çoğunlukla kalıcıdır. Ne var ki, sesli alanın aksine görevini her zaman ve her yerde yapamaz. Karanlıkta göremeyiz, görsel algılama sıfıra düşer ve de görsel alandan çıkmak istersek i bu bizim elimizdedir, gözlerimizi yumar, alanın dışında kalırız.

DUYMA ALANI

Bir iletişim görevi

Görme hassasının herşeyden önce işlevsel ve estetik bir rolü olmasına karşılık, duyma hassasının önemli bir iletişim görevi vardır.

Kulak sözlerin, konuşmanın, sesin taşıyıcısı, ulaştırıcısıdır. İlk gramofonlar ve ilk telefonlardan beri dış âlemin uzak sesleri durmadan ve hergün biraz daha artarak evlerin en mahrem yerlerine sızmaktan geri kalmamışlardır.

Radyo ve televizyonun baş döndürücü gelişmesi, geçen yüz yılın en cüretli, hayali en geniş kişinin düşünemeyeceği yeni, yepyeni bir durum yaratmıştır: Yeryüzünde olup biten her şey herkes tarafından rahatlıkla duyulabilmektedir. Gününün hemen her saatinde, çağdaş insan i şu ya da bu mesajın algılayıcısı durumundadır. Ne var ki bu mesajları o kişi seçip algılamamakta onun için başkaları mesajlar arasında beğendiklerini, gerekli ya da zararlı gördüklerini ona ulaştırmaktadırlar. Kişinin kendisi seçmediği halde algıladığı sesler, insanlar arasında bir söz ve fikir alış-verişinden çok bir çeşit “vekalet yolu´´ ile yaşamak durumunu yaratmışlardır. Ses ve söz algılamasındaki bu enflasyon duyuların eksilmesine, azalmasına yol açmaktadır: İnsanlar belki daha fazla duyuyolar ama kuşku yok ki çok daha az dinliyorlar.

İlk zamanlarda gelenekler, kültürler sesli olarak ağızdan kulağa iletilirdi. Duyu alanının büyük bir önemi, esaslı bir rolü vardı. 1440`lara doğru matbaanın Gutenberg tarafından icadı, sözlü gelenek kültürlerini, yazılı gelenek kültürlerine dönüştürdü. Harfleri meydana getiren şekiller sözün yerini alıyordur. Yazı, anı oluyordu. Bütün bu değişimlerin sonucu olarak görsel alan, duyu alanını geride bırakıyordu. Onun için değilmidir ki “Söz uçar, yazı kalır´´ diyoruz.

BERAT VURUCUEL tarafından “Makale Yarışması” için yazılmıştır…