Yazar: makaleyarismasi

Ayn, Şın, Kaf… Aşk…

Aşk rahmettir, nimettir.  Kainat’ ın mayası, kalbin anahtarıdır. Aşk, aşka aşık olmak,Geceler dolusu düşünmektir sevdiğini.  Her sabah zifiri karanlığın bir kez daha bittiğini hatırlatmaktır kendine.  Hiçbir duyguyu ertelememek, sevgiyi yarına bırakmamaktır.Aşk vuslata giden yolun vesilesidir.  Bir kere yaşamak bin kere ölmektir. İbadet,  kalp demektir.  Kalbini korkusuzca, riyasızca, kusursuzca savunmak demektir.Aşk, aşkı yardan öğrenmek, onu aşk bilmek demektir.  Aşk hayal kurmak, yaşamak, yaşatmaktır.Pişmektir, yanmaktır, dik kalmaktır.  Aşk hasrettir, özlemdir.  Ansızın ağlamak, ansızın gülmektir.Sokak ortasında kimseye aldırmadan iyiyim çığlıkları atmaktır.  Yıldızlara sevgilinin resmini çizmek,Yıldızları o bilmek, onun sevdiği her şeyi sevmektir.  Aşk çöle inen yağmur damlası gibi toprağın canıdır.Gece yarısı apansız uyanmaktır. Ağlamaktır, gülmektir, O’nu sen ilmektir. Her şeydir.Aşktır alimi ilme meylendiren. Aşıktır onun yokluğunda dua dua onu haykıran.Aşktır avuçlardaki o koca boşluğu dolduran.  Özlemleri mehtaba karıştıran,  hayatı anlamlandıran…Aşk demek ekmek demek, aş demek. Aşk, Rabb’in onu sana müjdelemesi demek.Aşk aleme beşaret olarak gönderilen demek.  Aşk kabul olunası dua  demek.Aşktır duyguların en ekmeli.  Sevdaya  şahit olan kalemlerin adı.Aşktır sevilenin adı, canı. Aşksız kalpler soğuk, kalpler yetim, kalpler sessiz.Aşk duyulan her seste o geldi diye ümitlenmek.  O yokken saatlerin asırlar gibi olması.Gökyüzünden inen her damla adedince susamak sevdiğine.Dilden dökülen dua olmak…Aşk olmasa Kerbela’ ya döner her şey.  Aşk olmasa füsul hazan olur.Aşk sevgili’ ye hitap ederken kelimelerin titremesi,  benliğin titremesidir.Aşk hasreti nakış nakış işlemek gözün değdiği her yere.Her zerre adedince şükretmek Rabb’e. Çaresizliğe onun adıyla çare sunmak.Aşk sevileni yazmaya cüret eden acizin...

Devamını Oku

Geç Kalan Buluşma

Hiç bilmediğim duygulara tanıklık etmenin telaşı var yürekte. Yıllar derin bir okadar da anlamlı çizgiler oluşturmuş yüzünde. Hiç hesapta yokken zaman iki farklı hayatı karşılaştıran belki de en büyük düşman.Saçlarının neredeyse tamamı kırlaşmış, yaşlı gözlerle ve yarı mahçup bir ifadeyle karşımda duran bu adam, ilk kez ne hissedeceğimi bilememenin şaşkınlığını yaşatıyor ruhuma. İri gözlerinden süzülen damlalar , yaşadıklarından duyduğu pişmanlığın en ham meyveleri. Bavulumu yerden kaldıramayacak kadar ağırlaşmış bir beden ve suskun gözlerle yanımda yürüyen sanki ilk kez gördüğüm biri. Neydi yıllardır seni burada tutan diye soruyor ağlayan gözlerim? Ne cevap vereceğini bilememenin ezikliği ile yüzüme bakan yabancı biri gibi. Yıllar öyle çok şey götürmüş ki bizden. Vicdan denen duygu omuzlarına ne denli ağır gelmiş olacak ki ruhsuz bedeni yürümekte güçlük çekiyor. Suskunluğun avaz avaz bağırdığı bir hesaplaşma yaşanıyor yaşlı gözlerde. Bakışların sözlerden daha çok şey anlatabildiği başka bir an olamaz. Yaşananların omuzlarımı çökerttiği ağırlığa inat hala tebessüm etmeye çalışıyor kelimelerim. Aslında öyle zor geliyor ki  sana dair kuracağım cümlelerim. Özlemim tarifsiz. Yıllardır herkesten sakladığım duygularım şimdi seninle paylaştığım en büyük yalnızlığım.  Bazen tüm gücüyle bağırmak ister ya insan, içindekileri dökmek, biriktirdiklerini söylemek,geçmişe dair ne varsa dile getirebilmek, işte bu an şimdi  yaşadığım zaman. Dipsiz bir kuyu misali peşimi bırakmıyor anılarım. Düşündükçe ne çok şey yitirmişiz diyorum kendime. Bir sana bakıyorum bir de yaşadıklarına. Değermiydi söyle?Sensiz geçen günlere, ağladığım gecelere, neredesin diye yokluğunda avunduğum sahte sözlere değermiydi? Şimdi geldin...

Devamını Oku

Nerdesin Meleğim

İnsan hayatta en çok ne ister? İyi bir iş sahibi olmak, ev sahibi olmak, zengin olmak mı? Bense sadece anne olmak istedim. Bunun önemini, özlemini, içimde yaşadığım fırtınaları ancak benim gibi bu yolda mücadele eden anlar. Yedi yıl oldu mücadelemi başlayalı. Her tedavi yeni bir başlangıç, yeni bir umut oldu. Arkadaşlarımın birer, ikişer çocukları oldu. Okula başladılar. Onlarla ilgili hayalleri hedefleri oldu. Benim ise sadece,  hayallerimde, rüyalarımda, kaldı. O doktor bu hastane derken maddi ve manevi gücüm kalmadı. En son tüp bebek dediler. Heyecanla başladım tedaviye. Her gün yediğim iğneler, her gün kan aldırmalar, muayeneler hiç biri ama hiç biri zor gelmemişti bana. Belki inanmayacaksınız ama zevkle heyecanla devam etti bu süreç. Sonunda hayalime, özlemime kavuşmak vardı ya, yeter ki olsun ben her şeye katlanmaya hazırdım. O sıralarda bir arkadaşımda hamileydi. Hayal kuruyorduk olursa arkadaş olurlar diye. O büyük gün gelip çattı. Eşimle dualarla heyecanla çıktık evden. Embriyo transveri yapıldı. Artık on dört gün bekleme süresi kalmıştı. Geçmek bilmiyor saniyeler bile ilerlemiyordu sanki. Kalbimin atışı hiç dinmiyordu heyecandan. Hamile miyim diye düşünmediğim bir an dahi olmadı. Sonra bir sabah uyandığımda yoklardı artık. Dünya durmuş, her şey anlamını anlamını yitirmişti sanki. Sadece sabır ver Allahım diye dua ettim. Taktir Allah’ındı çünkü. Yapacak bir şey yok. Elinden gelen bir şey yok çünkü. Milyoner bile olsan faydası yok. Parayla satın alınacak bir şey değil bu. Öyle zor ki bu duyguları,yaşamak. Yaşamayan kimse...

Devamını Oku

Nükleer Silahlanma ve Muhtemel İsrail – İran Savaşı

Günümüzde ABD, İran’a nükleer enerji kullandığı için birçok yaptırımlarda bulunuyor ve savaşla tehdit ediyor. Fakat ilginçtir ki 1957 yılında İran’ı bu nükleer çalışmalar konusunda desteklemiş, onu cesaretlendirmiş, hatta 1958 yılında Uluslararası Nükleer Enerji Ajansına ABD göstermiş olduğu kendi istek ve desteğiyle üye olmasını sağlamıştır.1968 yılına gelindiğinde İran’daki ilk reaktör ABD tarafından Tahran Üniversitesin kuruldu. İran 1970’de NUCLEAR NON_PROLIFERATION (nükleer silahların yayılması) anlaşmasını imzaladı. Bu anlaşma gereği Uluslararası Atom Enerji Ajansına vermesi gereken periyodik bilgileri eksik ilettiği için bu gün ABD tarafından nükleer bomba yapmakla suçlanan İran; 1973 petrol krizinden büyük gelir elde etmiş ve 20 adet, 20 bin megavatlık...

Devamını Oku

İsrail’in Asimetrik Savaşları ve İran

21. yüzyıl savaşlarının çoğu asimetrik çatışmalar olacaktır. Asimetrik savaş güçsüz olan askeri birliklerin daha güçlü olan askeri birliklere karşı yürüttüğü Gayri Nizami Harp unsurlarından oluşur. Özellikle İsrail’e karşı Arap-Fars saldırganlığı ortada iken İsrail’in bunlara karşı asimetrik çatışma yaratarak önlem aldıkları kuvvetle muhtemeldir. Yani aslında detaylı bakıldığında İsrail, İran, Suudi Arabistan hatta Suriye bir mücadele içinde değildir. Onların karşısında somut olarak İsrail yoktur !İsrail’in ya da Küresel Gücün kontrolündeki asimetrik çatışma için ortaya çıkarılmış antagonistleri vardır ; Hizbullah, Hamas, El-Fetih vs. Nitekim ABD, Kosova Kurtuluş Ordusunu, Sudan’daki iç savaşta Hıristiyan ve animist savaşçıları, Irak’taki Baas Rejimi karşıtı grupları desteklerken tam da bu bahsettiğimiz şeyi yani asimetrik savaşı yaratmak istemişti. Belki de 1979’dan beri bunun farkında olan İran,hazır ABD, Afganistan’ı da halletmişken artık karşısında antagonistleri değil gerçek gücü görmek istiyor ve nükleer programa devam ederek bu sayede uluslararası somut yaptırımları da önlemiş oluyor. Ama elinde nükleer programı bulunmayan ülkeler İran kadar şanslı değil nitekim bunların meyvesini son 1 aydır isyanlarla alıyorlar tabi acı meyveler diyebiliriz. Antagonistlerden kurtulamayan bu ülkeler kısa ve seviyesi düşük ama yoğun saldırılar aldılar ve güçlenmeleri bu sayede engellendi ABD’ye karşı mı hayır tabi Ortadoğu’da kendine müttefik arayan İsrail’e karşı. Bu saldırılar sayesinde çeşitli insan gruplarının tutum ve görüşleri değiştirildi. Ve belki de bu yolla günümüz isyanlarına zemin yaratıldı … Hizbullah’la düşük yoğunluklu çatışma halinde olan İsrail ise asimetrik savaş tekniklerini çok iyi bildiğinden bu durumu lehine çevirip...

Devamını Oku

Domino'nun galibi ; 'Küresel Pers'in Mollaları'

‘Kerkük’e Brüksel Modeli’ manşetlerinin boşuna atılmadığı ortada. NATO güdümlü bir merkez oluşturulması beklenilen Kerkük’teki şii ve sünni kavgasınının da Anglo-Sakson Hasan Sabbahlara nasıl yaracağı görülmeyecek bir gerçek değil. Tabi ki bunu tarih gösterecektir. Ve tam bu noktada şu soruyu soruyoruz belki de kendimize Ortadoğu’da bütün iktidarlar bir bir devrilip, isyanlar bastırılamazken neden İran’ın böyle bir sorunu yok,İran’ı farklı kılan ne?İran; İslami bir ülkedir ama ‘Şii’ bir ülkedir ve Şii Mezhebi, İslam içerisinde çeşitli Batıni kolları ile hayli farklı bir konumdadır. İsrail’in İran’la ‘can düşmanı’ olduğu gibi kati ve sert cümleler; Uluslararası politikayı, stratejik duruşları ve o ülkelerdeki odak akımları yok sayıp göz ardı etmekte steril bir dış politika yaklaşımı olmaktadır. Şiilik bünyesindeki kollar; İslam’ın diğer kolları tarafından ciddi suçlama ve tehditlere maruz kalmakta, bu olay basit bir mezhep ayrılığından öte ciddi ayrışmalara dönüşmektedir. Bunu bir örnekle somutlaştıracak olursak; El-Kaide’nin ideologlarından, Bin Ladin’in sağ kolu ve Suudi Arabistan sorumlusu Yusuf El-Ayeri; ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra Haziran 2003’te yayınlanan ‘Bağdat’ın Düşmesinden Sonra Irak ve Arap Yarımadasının Geleceği’ isimli kitabının basımından üç ay sonra Suudi güvenlik birimlerince öldürülmüştür. Ayeri’nin özelliği; Şiileri ‘Haçlılar ve Siyonistlerle İşbirliği ’ ve onların 5.kol faaliyetlerini yürütmekle suçlamaktır. Irak’taki direnişe destek veren Ebu Musab El-Zerkavi’de; Şiiler için ‘çok tanrılı’ gibi ifadeler kullanmakla kalmayıp; Sistani için ‘Yahudi Dönmesi’ ifadesini kullanmıştır. Şiiliği; İslam mezhepleri arasında bu tarz suçlamalara konu eden yapısı; özellikle bazı kollarının ezoterik yapısıdır. İmamlık kurumunun; Tanrı ile...

Devamını Oku

Günlük Yaşamda Sosyal Ağlar

Sosyal ağların günlük yaşama olan etkileri sayılamayacak kadar çok olsa da biz, iki ana başlık altında ele almaya çalışacağız. Sosyal ağlar, kimilerine göre olumsuz kimilerine göre de olumlu etkilere sahiptir günlük yaşamda. Bir kısım, insan ilişkileri ve çevre kazanımı hususunda olumlu etkilere sahip olduğu, diğer bir kısım ise günlük yaşamda sosyal ilişkilere zarar verdiği, kişisel arkadaşlıklara nifak tohumu ektiği yönünde fikir beyân etmektedir.Sosyal ağ sitelerinin günlük yaşamda bireylere sağladığı kazanımları ele alalım… Bu fikri savunanlar, internet platformunda sosyal ağlar sayesinde insan ilişkilerinin geliştiği tezini öne sürmektedirler. Kısacası; sanal dahi olsa edinilen arkadaşlıklar, sohbet ve kendini ifade etme yetisinin gelişmesine sebep olmaktadır. İlk etapta sanal olan ifade kabiliyetini gerçek hayata yansıtma konusunda zorluklar yaşansa da, bu engeli zihinlerinde aşabilen kişilerin günlük yaşamda kendilerini ifade etme hususunda daha başarılı oldukları öne sürülmektedir. Ayrıca sosyal ağlar sayesinde edinilen arkadaşlıkların büyük bir kısmı samimiyetten uzak olsa da, az da olsa “gerçek arkadaşlıklar” kuran kişi sayısı da azımsanamayacak seviyede… Edinilen bu arkadaşlıklar günlük yaşama da yansıdığında çevre kazanımı da gerçekleşmiş olmaktadır. Öte yandan sosyal ağ sitelerinin günlük yaşama olumsuz etkileri bulunduğunu iddia edenler de yok değil… Şimdi de bu zararları gözden geçirelim. Sosyal ağlar sayesinde edinilen arkadaşlıkların büyük bir kısmı sanal ortamda kaldığı, yalnızca internet üzerinden görüşüldüğü ve samimiyetten uzak, sığ arkadaşlıklar olduğu, bu düzeysiz arkadaşlık ilişkileri için günün büyük bir bölümünün vakfedildiği düşünüldüğünde, günlük yaşamda sosyalleşmeye çok zaman kalmadığı da âşikar. İşte bu...

Devamını Oku

OK'ye BYE BYE

“La lengua de una nación pierde, todo se pierde.” Tahmin edebiliyorum, birçok kişi şu an ne demek istediğimi anlamadı. Farklı dilde söylenmiş bir söz, bir cümle. İnsanların birbirini anlamasında, anlaşılmada en önemli araç dildir. Nesillerin devamı, kültürel ve sosyal değerlerin aktarımı için vazgeçilmez bir kaynaktır dil. Konfüçyüs’e sormuşlar:– Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız ilk olarak ne yapardınız? Büyük düşünür şöyle karşılık verir: “Hiç kuşkusuz, dili gözden geçirmekle işe başlardım.” ve dinleyenlerin meraklı bakışları karşısında sözlerine devam eder: “Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.” Büyük düşünürün de belirttiği gibi, bir milleti ayakta tutan, devamlılığını sağlayan her şeyden önce gelen dilidir. Türk toplumu kültürüne, dinine, gelenek ve göreneklerine önem veren bir millettir. Yüzyıllardır, Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren bu değerlerine sahip çıkmış, bu uğurda can vermiş ve almıştır. Bizim milletimiz için bu değerler bu kadar önemliyken, bunların büyüklerden küçüklere, yeni nesillere aktarımı da o kadar büyük önem arz etmektedir. Bu durumda da sahneye dil çıkmaktadır. Neredeyse bu görevi tek başına üstlenmektedir. Günümüz Türkçesine olan itibar günden güne azalmaktadır. Türk Dil Kurumu, Dil derneği, üniversite bünyesinde çalışma gösteren topluluklar ve kuruluşlar vb. birimler Türkçenin önemi, güzelliği, kolay...

Devamını Oku

Fatmagül'ün de Suçu Var, Bizim de…

Uyutuluyor, uyuşturuluyoruz… Yavaş yavaş, sinsice üstelik… Sabahın erken saatlerinde başlayan televizyon serüvenimiz, gecenin ilerleyen saatlerine kadar devam ederken; O kıymetli saatlerimizi nasıl boş geçirdiğimizi, nasıl heder ettiğimizi fark etmiyoruz bile…Fatmagül’ün suçu ne? Fatmagül’ün suçu büyük… Milyonları 90 dakika boyunca ekrana kilitleyerek, uyutuyor bizi Fatmagül, uyuşturuyor… Tek suçlu o mu peki? Asla… Bir tecavüz ile başlayan, o tecavüzün etrafında gelişen ipe sapa gelmez olayları, sanki gerçekmişçesine, adeta bizim başımıza gelmişçesine pür dikkat izleyen, yetmezmiş gibi çoluk çocuğumuza izleten bizler suçlu değil miyiz? Tek suçlu Fatmagül değil demiştik… Muhteşem geçmişimizi, Muhteşem Yüzyıl adı altında ekranlara sürüp, tarihimizi beş paralık edenler de suçlu değil mi? Yaşamı at üstünde savaş meydanlarında geçen, 40 seneden fazla dünyaya hükmeden Muhteşem Süleyman’ı, adeta haremden çıkmayan, seksten başka şey düşünmeyen bir padişah olarak anlatanların hiç mi suçu yok? ***** Ya Avrupa’dan ithal edilmiş, halka hiçbir şey katmayan demode yarışmalara ne demeli… Biri bitmeden, diğeri başlayan, Acun Ilıcalıvari bu yarışmalarla da uyutulup, uyuşturulmuyor muyuz? Söyleyin Allah aşkına, Var mısın Yok musun, Survivor, Yok Böyle Dans gibi yarışmalar bize ne kattı, ne öğretti. Ünlü olma hayaliyle bu tip yarışmalara katılan ama saman alevi gibi sönen yarışmacılara mı üzülmeli, yoksa o çok değerli saatlerini bu yarışmaları izleyerek, vakit öldüren bizlere mi… Bir diğer yanda ise özellikle kadınlarımızı büyüsüne kaptırmış olan evlendirme programları var. Büyük kanalların tamamında, aşağı yukarı aynı saatlerde başlayan ve neredeyse yarım gün süren bu programlar da uyutmuyor...

Devamını Oku

İnsan ve Yaşam Çevresi

Kişinin çevre ile olan ilişkileri “ben´´liği hakkındaki duygusu ile ilişkilidir. Sağlığı, huzur ve rahatı, benliğine olan güveni ölçüsünde artar ya da azalır. Kişinin “ben´´i ile olan bu ilişkiler iki türlüdür. Kişi önceden var olan bir çevreye uymak, onunla bütünleşmek zorundadır. Fakat aynı zamanda o çevreyi etikelemesi ve de onu değiştirmesi gerekli olabilir.Çevre ile bütünleşme olanağı bulunmadığı hallerde, kişinin etkileme yeteneği, ilerlemesinin, gelişmesinin ve de sağlıklı yaşamının kaynağını, teşkil edecektir. İnsanlık tarihinin başlangıcında, doğal çevre ile, onun kaynakları ve tehlikeleri ile doğrudan doğruya karşılaştığı zaman, kişi, ilerlemesini, gelişmesini işte bu hareket ve etkileme yeteneği ile sağlamıştır. MUHİT Mİ ORTAM MI YAŞAM ÇEVRESİ Mİ? Başlangıçta “dış âlem´´ sadece bir ortamdır. Birbirinden farklı nedenler ve araçlardan oluşan bu dış âlem hepimizi aynı ölçüde ilgilendirmez. Kişinin ya da toplumunun bu ortam üzerindeki hareket ve etkileri onu değiştirip yaşam çevresi haline dönüştürecektir. Yaşam çevresi, demek oluyor ki, muhitin ve tarihinin meydana getirdiği hareketlerimiz sonucu olan ilişkilerinin bir ifadesi olduğu gibi, yaşam çevresi, tarih, sosyal bilim ve çoğrafya bilgileri bakımından da çok büyük kültürel ve bilimsel buluşlara yol açmıştır. Fakat bizi asıl ilgilendiren konu insanoğlunun yaşantısını oluşturan, bedeni ve kişiliği ile temas halinde olduğu yerlerin tümünü kapsayan günlük yaşam çevresidir. Fakat bizi burada, özellikle, insanoğlunun yaşantısını oluşturan vücudu ve kişiliği ile temas halinde olduğu yerlerin tümünü teşkil eden günlük yaşam çevresini ilgilendirir. YAŞAM ÇEVRESİNİN ALGILANMASI Herşey duyulardan geçer Herbirimizin yaşam çevresi, görülüyor ki, hareket ve...

Devamını Oku

Asla Vazgeçme

Hayat öyle güzel gülümser ki tüm ışıltıları ve ihtişamıyla bizi büyüler ama bazen öyle anlar vardır ki elimiz kolumuz bağlı kalır işte o anlar da kıvrak zekamız çıkar sahneye…Genç sanatçı multimilyoner bir beyfendinin portresini yapmak için görevlendirilmişti. Görev özellikle zordu, çünkü beyefendi sadece üç kısa poz vermeye razı olmuştu. Sonuçta, sanatçı portrenin çoğunu ezberden yapmak zorunda kalmıştı. Kısıtlamalara rağmen, sanatçı  portrenin Beyfendiye yeterince benzediği görüşündeydi. Ancak, beyefendi ayni fikirde değildi. Kibirli milyoner resmin kendisine benzemediğini öne sürerek portrenin parasını ödemeyi reddetti. Genç ressam resmini yapabilmek için saatlerce titizlikle çalışmıştı ve birdenbire bunu gösterecek hiç bir şeyi olmadığını fark etti. Milyoner stüdyodan ayrılırken, sanatçı bir ricada bulundu; “Portreyi size benzemediği için reddettiğiniz belirten bir mektup yazabilir misiniz?” Beyfendi bu kadar kolay kurtulduğuna sevinerek razı oldu. Aylar sonra, Sanatçılar Derneği, Güzel Sanatlar Galerisinde sergi açtı. Beyefendi’nin  telefonu çalmaya başladı. Biraz sonra galeriye geldiğinde sanatçının yaptığı portresinin, üzerinde “Bir Hırsızın Portresi” etiketiyle teşhir edildiğini gördü. Mağrur milyoner resmin indirilmesini istedi. Müdür reddedince, milyoner resim kendisini topluma alay konusu edeceği için dava açmakla tehdit etti. Bunun üzerine müdür milyonerin resmin kendisine benzemediği için almayı reddettiğini belirten imzalı mektubunu çıkardı. Milyoner artık resmin parasını ödeyip almaktan başka çare kalmadığını anlamıştı. Genç sanatçı sadece son gülen olmakla kalmamış, aynı zamanda güçlüğü karlı bir alışverişe dönüşmüştü. Çünkü milyoner resmi almaya kalktığında fiyatının eskisinden on kat daha fazla olduğunu görmüştü. Gördüğünüz gibi, güçlüklere teslim olmayı kabul etmemişti....

Devamını Oku

Değişen İsimler ve Değişmeyen Planlar Üzerine

Osmanlı Devletinin son dönemi hem çok karışık hem de ibret vericidir. Avrupa ve Amerika’nın Osmanlı  Devleti  ile olan ilişkisi mutlaka ayrı değerlendirilemez ama Avrupa bu noktada daha eski ve istekli bir gözle Osmanlıya bakmakta, Amerika ise yeni soyunmaya başladığı dünya liderliğinde ve petrolün yeni değerin de Osmanlı’yı değerlendirmektedir.Avrupa siyasetinde; devletler özeline indirgenildiğinde mutlaka çok farklı Osmanlı çizgileri görülecektir. Örneğin; İngiltere’nin 19. yy’ın sonlarına kadar Osmanlı’yı koruma politikası bu yüzyılın son çeyreğinde süratle yerini Osmanlı’ya saldırma politikasına devretmiştir. İtalya henüz İtalya olmadığı dönemde, -eski Türk tehlikesinin psikolojik etkisiyle olmuş olucak ki- Osmanlı ‘ya yardım ve dost olma çizgisini ilk Dünya savaşından sonra  işgalci bir zihniyete, hemen akabinde ise güçlenen Anadolu hareketinin tanınmasıyla yerini yine eskisinden daha yoğun bir kardeşliğe bırakmıştır. Almanya’nın 1. Dünya savaşından önce başlayan dostluğmuzu karşılıksız bir sevgi olarak görmediği şüphe götürmez bir gerçektir. Yunanista’nın 4 yy Türk egemenliğinde kalması ve oluşturduğu milli kini 20. yy da dışa vurmuş Balkan Harbi ve akabindeki 1. Dünya Savaşı sonrası katliamları Avrupa’nın bir parçası olduğunu kanıtlamıştır. Amerika’nın Osmanlı Devletiyle ticari boyutta 18. yy da başlayan ilişkileri 20. yy da 1. Dünya savaşında rakip olmamızla ve akabinde Osmanlı Devleti’nin silah bırakması ile daha dikkate değer bir gelişme göstermiştir. Amiral Bristol ve General Harbord raporları gibi Türk mücadelesini destekleyen tarzda ki girişimleri ülkemizde hemen meyvesini vermiş ve Amerikan sempatisi kurtuluş çaresi olma seviyesine yükselmiştir. Dönemin Amerikan başkanı Wilson’un yayınladığı ilkelerde Kürt ve Ermeni...

Devamını Oku

Kabul Görme Gereksiniminin Gereksizliği

Bu gereksinim; toplumsal ihtiyaçların doğurmuş olduğu ve yine o toplum tarafından onaylanma arzusunu içeren bir kavramdır. Psikoloji alanında bu ihtiyaç, patolojik bir vaka olarak nitelendirilmektedir. Psikolojik ihtiyaçların eksikliğinin, bu sorunları oluşturduğunu açıklamaktadır.İlk olarak 1943 yılında Amerikalı psikolog Abraham Maslow tarafından ‘İhtiyaçlar hiyerarşisi’ teorisinde tartışılmaya başlamıştır. Maslow’un kişilik kategorileri kendi aralarında bir dizilim oluştururlar ve her ihtiyaç kategorisine bir kişilik gelişme düzeyi karşılık gelir. Maslow, gereksinimleri şu şekilde kategorize etmektedir. 1. Fizyolojik ihtiyaçlar: Yeme, içme, barınma vs. 2. Güvenlik ihtiyaçları: Kendini güven ve emniyet içinde ve tehlikeden uzak hissetmek 3. Ait olma ve sevgi ihtiyaçları: Başkaları ile ilişki kurmak, kabul edilmek ve bir yere ait olmak 4. Değer ihtiyaçları: Prestij, başarı, yeterli olmak ve başkalarınca benimsenip tanınmak 5. Kendini gerçekleştirme ihtiyaçları: Kişinin amacını gerçekleştirmesi ve potansiyelini ortaya çıkarması, kişisel tatmin, kişisel başarı, bilimsel buluşlar Birey, bir kategorideki ihtiyaçları tam olarak gideremeden bir üst düzeydeki ihtiyaç kategorisine, dolayısıyla kişilik gelişme düzeyine erişemez. Bir örnek verelim; çalıştığı işyerinde asgari ücret alan bir kişinin fizyolojik temel ihtiyaçlarını kısmen karşılayabildiğini, ancak şartlar gereği kendini çalıştığı yerde güvende hissetmediğini düşünelim. Maslow’un teorisine göre; bu durumdaki kişi, sevgi ve kabul görme ihtiyaçlarının olamayacağı ya da uzun süre bu ihtiyaçların giderilemeyeceğini söylemek gerekir. Yoshio Kondo; ‘Birey bütün düzeylerdeki ihtiyaçlara aynı anda sahip olabilir, ancak önem sıralaması kişinin; toplumsal, kültürel ve yaşam standardına göre değişebilir.’ Bu yaklaşım çok daha doğrudur. Kabul görme; toplumsal bir sorundur. Çünkü toplum, insanı...

Devamını Oku

Türkçede Uzun Ünlü

Türkçede uzun ünlü meselesinin anlatılacağı çalışmamıza başlamadan önce uzun ünlünün tanımını vermenin konuyu daha iyi anlamamızı sağlayacağını düşünüyorum. Uzun ünlü, boğumlanma süresi normal bir ünlünün süresinden daha uzun olan yahut normal uzunluktaki iki ünlünün boğumlanma süresini içine alan ünlü olarak tanımlanmaktadır. Bir başka ifadeyle bir konuşma temposu içinde ortalama/normal bir sürede boğumlanan ünlülere “normal süreli ünlüler”, normalden daha kısa sürede boğumlananlara  “kısa ünlüler” normalden daha uzun sürede boğumlananlara ise “uzun ünlüler” denilmektedir.[1]Uzun ünlünün tanımını yaptıktan sonra bu konu hakkında önemli akademisyenlerimizin birkaçının görüşünü belirtelim. İlk olarak Prof. Dr. Muharrem Ergin’in bu konu hakkındaki görüşü şöyledir. “ Türkçe uzun vokal...

Devamını Oku

Oyunun Adı: Yapboz(ma)

O girintili çıkıntılı yapboz parçalarında gizlidir yaşanan hayatlar. Hangi parça olursan ol, bütünlenmek istersin. Hep eksiksindir aslında, bilmesen de, farkında olmasan da.Kimi insan, dört köşesi olan yapbozda başroldedir. Demir attığını zanneder o yere. İki köşesi düz olsa bile, o dört köşenin diğer iki yanı her zaman girintili çıkıntılıdır, bunu aklından çıkarır. Hep yerinden indirilip aynı yerine konur o parça. Ve kaybolsan bile, o yer asla dolmaz. O zeminde tamamlanmak zordur. Tamamlandığında, işte tam o sırada hayat başlar. Ana karakterleri, önemli değerleri o zeminde tutup, işe yaramayan parçaları sağlam bir şekilde tespit edip, çıkardığın zaman, mutluluk resmi için pozu oluşturmuş olur insan. Yapbozu olmayan bir yaşam, kendiliğinden gelişen hayatlar, olursa olur tarzı yaşanacak mutluluklar negatifliğin başlangıcıdır sadece. Eğer ki hayattan en tatlı tat alınmak isteniyorsa, planın olduğu ve yaşamın renginin en beyaz yaşandığı bir düzen arzulanıyorsa, o yapbozun zemini sağlam ve üzerindeki resim özenle seçilmiş olmalıdır. Hepimizin şekli bozuk bir parçası vardır içimizde. O parçayı yerli yerine en güzel ve en doğru yere yerleştirmektir önemli olan. İnsanlar, ülkeler, devlet hep eksiktir. Her zaman bir yanları eksiktir. Ama doldurabilen bu eksikleri başarıya kavuşur, mükemmel diye bir şey yoktur ya hani, eksik olsan da aslında başarıya sahip olan her şey mükemmeldir. Dünyada yaşanan felaketlere kılını kıpırdatmayan insanlar, yardım yapmak istemeyen gerici insan kalabalığı, aydınlanamayan cinayetler, kaybedilen değerlere saygısı olmayan zayıf, aciz insanlar, insan kılığına girmiş şeytanlar… Sizce bir ülke de başarı ne...

Devamını Oku

Ol"a"mamak

Aile içinde birey olmak… Hayatta yaşayan mahlûkat olmak… Birinin sevgilisi olmak. Annenin evladı olmak… Ablanın kız kardeşi olmak… Mutlulukta, başarıda lider olmak… Birinin hayatında var olmak… İşyerinde sevilen birisi olmak… Toplumda sesini duyuran; toplumunun sesini duyurtan olmak… Duyarlı olmak… Engelli adayı olmak…Ne kadar da çok olduk değil mi? Olmak bu kadar insan için… Olmakla olmuyor ama var olmak önemli olan… Kalıcı olmak, bilinçli olmak esastır. Birinin sevgilisi olmamak… Toplumda yeri olmamak… Konuşmamak, dinlenilmemek… Duymamak… Bakmak ama görmemek… Beyin duvarı, zihniyeti dar olmak… Olmamak… Ne kadar da olumsuz, kulağı tırmaladı ve okununca bile dilimiz bir hoş oldu değil mi? Şimdi diyorum ki; olmak ve olmamak… 2 seçenek gibi görünen sınıf ayrımı… Ama bir de olamamak var. Bu ne olacak? Hayatta bir şey olabilirsiniz. Çalışarak, emek vererek, güvenerek, özveriyle… Ya olamamak? Olamamak demek güvensizlik, emek harcamadan ”armut piş, ağzıma düş” hesabı bir varsayımdır. Ama olamamak? İşler aksi gidebilir, gün içinde istediğimiz şeyi yapamayabiliriz (emek harcandığı halde), arzulanan şey elde edilemeyebilir, kendine güvenirsin ama olamayabilir. İnanç işte bu noktadadır. İnanmak, hatta inanabilmek… Eğer bir şeyi çok istersen önüne çıkan her engeli de aşarsın, her istediğini de yaparsın. Sen yeter ki bir adım at, gerisi çorap söküğü zaten. Bir şey olmamış olabilir, ama hayatımızda yeter ki olamamış olmasın! SEMA KAHVECİ tarafından “Makale Yarışması” için...

Devamını Oku

Facebook Çılgınlığı

Facebook çılgınlığıdır gidiyor. 400 binin üzerinde kullanıcısı olan bu siteyi Türkiye’de tam 19 milyon kişi kullanıyor. Dünyada en çok kullanan 4. ülkeyiz. İnternetin vazgeçilmez adresi oldu bu site. Kullanıcıları günden güne artan, çığ gibi büyüyen paylaşım sitesi… Peki, bu siteyi vazgeçilmez kılan nedir bu kadar?Arkadaş arayan, yazılarını paylaşan, sahte isimle farklı arayış içerisinde olan, reklam yapan, ego tatmini yapan, oyun oynamak isteyen, bağlantıları, videoları takip etmekten hoşlanan, e-posta göndermek isteyen, fotoğrafları yayınlayan, arkadaşlarının izini kaybedip arayan herkes burada. Gruplar açılarak birçok bilgi, merak duyulan çoğu şey burada paylaşılıyor. Sitenin kurucusu Mark Zuckerberg, 15 milyar dolarlık şirketin sahibi ve hala kiralık bir evde yaşıyor ve yer yatağında yatıyor. Sabahlara kadar da çalışan mühendislerle o da çalışıyor ve onlarla sabahlıyor. Her şey iyi hoş da iş facebook’ta ilişkide kıskançlık, aldatmaca durumuna gelince orda bir durmak gerekiyor. Bu facebook olayında, ele alınması gereken asıl konu ilişkiler… Neden gerçek bir ilişkiyi sanal ortamda heba ediliyor? Aklınız alıyor mu? Yok o ona onu demiş, o onunla şunu yapmış, vay be, a a vs… Neden bu amaç dışında kullanımlar, bizlerin hoşuna bu kadar fazla gidiyor? İlişkin mi var? Peki, ne güzel… Demek istediklerini yine söyle, paylaş iletilerinde( yeteri kadar!). Ama herkesin göreceği gibi her dakika her saniye bu ileti çılgınlığı, ilişkiyi zedeleme durumları neden, anlamıyorum. Sevgilin varsa gerçekten, tatlı sohbetini edersin, yorumunu yaparsın. Ama gereksiz şeyler için bazen de amacın dışına farklı boyutta çıkmak, zedeler...

Devamını Oku

Gurbetlik Meseleler!…

Gurbetlik!.. İnsan bu kelimeyi düşündüğünde dahi yüreğinde hemen birşeyler sızlıyor, sadece düşününce!.. Bak nasıl da hemen düştü yüzünüz!.. Evet zor bir kavram, uzaklık ifede ediyor, vatan hasreti yurdundan!..Bu kelimeyi sadece insanda değil, eşya da da deneyin yine aynı. Taşındığınız düşünün biryerden biryere, eşyalar nasıl yabancı olur, bizi evimize geri götürün der gibi!..Böyle birşey sanırm bu hayat da, hep gurbetteyiz, yolcu gibi!.. Gelip dolaşıp gidecek olan!.. Hamurumuz bu dünyada yoğrulmadı, kaderimiz bu dünya da yazılmadı ki buralı olalım!.. Kim bilir, belki o yüzden gelirken ağlıyoruz hep, giderken gülüyor Mevlana gibi!…Kim bilir gerçek vatanımız nasıl bir yer!.. Arkadaşlar deniyor ki, insan ya cennet ehlinden yada cehennem ehlinden yaratılılrmış fırkalar halinde!.. Sonra bu dünyada yaşar, tekrar dönermiş cennet yada cehennemine!.. İnsanın işi de zor hani, eşyalar dahi yerini yadırgarken biz koca dünyalar değiştiriyoruz da sesimiz çıkmıyor. Aslında çıkıyor ama karıştırmayalım şimdi ortalığı da yine bize mızıkçı demesinler!.. Niye mutsuz hep ağlak insanoğlu bu dünyada düşünün!.. Ben birde, başka ülkelere tek başına giden ve orada aile kurmaya çalışan insanlara çok üzülürüm!. Düşünsenize size ait olmayan biryere gidiyorsunuz, size ait olmayan bir yaşamı yaşamak zurunda kalıyorsunuz!.. Sonra kelimelerini öğrenip tekrar cümle kurmaya çalışmak, konuşabilmek için çocuk gibi ne acı!.Köklerini bırak bir toprakta, sonra gövdeni al köklerinden çekmeye başla, ne kadar çekebilirsen!.. Vatanından ayrı, köklerinden uzak yaşa, insan için ne zor durum!…İnancı, insani vasıfları zayıflamış bir memlekete gittiyseniz işiniz daha da zor. Öyle bir gurbetlikte...

Devamını Oku

Türk(süz) Dış Politikası ve Doğu Türkistan…

İdeolojilerin tanımları değişmese de coğrayaya göre uygulanma şekilleri farklılık göstermektedir. Değişen coğrafyalara bakıldığında ise mutlaka siyasi ve ekonomik olarak zulüm altında olan ve kendi iradesini ellerinde tutamayan halkların bulunduğu coğrafyalar olduğu görülür. Bu görüşümüze dayanak olacak birçok yer bilinir ama söz konusu Türkiye olunca Türkiye Türkler’inin bu konuda ki yönlendirilmesi, maalesef bu coğrafyaların bilinmesini ve bilinsede gerekli sahiplenme güdüsünün oluşmamasını sağlamıştır.Bu talihsiz coğrayların tüm dünyadaki öncülüğünü sanırım Doğu Türkistan yapar. M. ö 200 ‘lü yıllardan itibaren 18. yy ‘ın ortalarına kadar onlarca bağımsız Türk devletine vatan olan Türkistan coğrafyası ne yazıkki 19 ve 20. Yy da renkleri ve tenleri farklı ancak ideolojileri aynı olan SSCB ve Kızıl Çin ‘in Kominizm baskısı altında ezilmiş ve bir olan Türkistan Doğu ve Batı diye ikiye ayrılmıştır. Günümüzde Batı Türkistan toprakları hala Rus etkisi devam etsede asli sahibi olan Türk Milletinin elindedir. (Kazakistan,Türkmenistan,Tacikistan, Kırgızistan) Doğu Türkistan’ın, ülkemizde de çoğu insan tarafından  özgürlük duayeni olarak bilinen Mao tarafından uğradığı zulüm ve soykırım,ölen bir hayvanın aranan hakları kadar insanımızın ilgisini çekmemektedir. Ülkemizde terörden hüküm giymiş hainin,Avrupa’dan gelen en düşük seviyede ki bürokratın hatta gazetelerin baş sayfalarına geçen mankenlerimizin yatak maceralarının bile değer olarak ardındadır Doğu Türkistan’da yaşanan zulüm. Çin’le son dönemde sınırsız yapılan ticaret potansiyelimi,küresel krizi ucuz Çin mallarıyla geçiştirme politiikasımı bilinmez ama Türk Milleti belkide hiçbir döneminde bu denli bir iki yüzlü  dış politika ve millet olarakda bu kadar derin bir uyku  süreci yaşamamıştır....

Devamını Oku

Evlilik, Mutluluk ve Elizabeth Gilbert

Evlilik, iki insan arasında yapılan bir sevgi ve bağlılık sözleşmesidir. Ya da başka bir deyimiyle insanların cinsel yaşamının toplum karşısında onaylanmasıdır. İnsanlar birbirlerini severler, aşık olurlar ve sonra da evlenmeye karar verirler, mantık evliliklerini saymazsak tabii.Peki gerçekten iki insanın birbiriyle evlenmesi için sevgiye, aşka ihtiyaç var mıdır? Bu, kişiden kişiye hatta toplumdan topluma değişir. Bugünkü batı toplumuna baktığımızda insanlar gerçekten sevgiye ve aşka büyük önem verirler. Onların kutsallığına inanırlar. Geri kalmış toplumlarda ise durum biraz farklıdır. Onlar aşktan çok geleceklerini düşünürler. Aile-akraba ilişkileri onlar için çok önemlidir. Maddiyat, iş, aş ve bu tür şeyler gelişmemiş toplumların evliliklerinde olmazsa olmazlardandır. Sevgi-aşk daha geri plandadır. Bazen sırf çocuk yapmak için evlenen toplumlar vardır ki onlara çok ayrı bir parantez açmak gerekir diye düşünüyorum. Peki evli ve mutlu olmak için hangisi gereklidir? Para, çocuk, iş, eş, saygı, sevgi, aşk, seks… Mantıklı olmak mı, yoksa oluruna bırak mı? Bu noktada Amerikalı ünlü yazar Elizabeth Gilbert’e ve yazmış olduğu EAT-PRAY-LOVE (YE-DUA ET-SEV) adlı kitaba sizleri götürmek istiyorum. Elizabet Gilbert bu kitabında bir gece yarısı tuvaletin arkasında nasıl ağladığını, kötü giden evliliğinin nasıl çekilmez bir hal aldığını ve belki de ağladığı andaki şeyi anlatmıştı: ’’Dayanamıyorum.’’ Evet, Liz dayanamıyordu artık. Evliliğin, bağlılığın, tekdüzeliğin dayanılmaz sancısını ve boşandıktan sonra kendini bulma adına yaptığı şeyleri şeyleri anlattı Liz. Bu sancıdan kurtulmak için boşandı. Tabii boşanmak dediysem bu da sancılı bir süreçti. Bütün bu ‘sancılı’ sürecini atlatma ve kendini...

Devamını Oku

Anlamın Nasıl Gerçekleşeceği Sorunsalı

Bize öğretilenler veya okuduklarımız zihin haritamızda herhangi bir yere karşılık gelmiyorsa ve karşılık geldiği yere monte edilmiyorsa anlam gerçekleşmiyor demektir. Bu durumda bize öğretilenler zihnimizin tavanında asılı kalır. Zihnimizin tavanında herhangi bir rabıta olmaksızın asılı kalanlar, bir süreliğine yer çekimine meydan okuyabilir ama işimize yaradığının hemen akabinde muhtemelen sınav sonrası gene zihnimizin o karanlık mağaralarının dipsiz kuyularına yuvarlanır gider. Bir daha ara ki bulasın! Bu yüzden birçoğumuz yıllarca okumuşuzdur ama içimizde yıllarca okumuş olmanın boşluğunu duymaktan kurtulamayız.Esasında her insan bir kültürün içine doğar ve o kültürün boyasıyla boyanır. Bu bir zorunluluktur. Bundan istesek de kaçamayız. -Bu arada hiçbir kültürün diğerine bir faikıyeti olmadığını da belirtmeliyim.- Çünkü içine doğduğumuz kültür bize bir anlam haritası sunar. Biz her şeyi ama her şeyi içine doğduğumuz kültüre göre yorumlarız. Adeta o bizim dünyaya, hakikate açılan penceremizdir. Bu pencereden görüldüğü kadarıyla görebiliriz dünyayı ve gerçeği. Bütün mesele gördüğümüzün yeterli olup olmadığıdır. Dünyamızı genişletmek tabir caizse çoğaltmak için zihnimizin karanlık dehlizlerinde içine doğduğumuz kültürün açtığı pencerelere eş hatta ondan daha geniş ve büyük alanları, ufukları gösterecek pencereler açmak gerekecek. Bunun için de anlamın, anlamanın gerçekleştiği öğrenme ve ilim ve irfandan nasiplenme şart. Burada Eflatun’un mağara istiaresini hatırlatmak yerinde olacak. Bu istiarede insanlar bir mağarada mağaranın kapısına arkaları dönük, zincirli olarak oturmaya mahkumdurlar. Mağaranın kapısından içeri giren ışığın aydınlattığı karşı duvarda, kapının önünden geçen şeylerin/nesnelerin gölgelerini izlemektedirler. İçlerinden biri kurtulur ve dışarı çıkıp gölgelerin asıl kaynağını...

Devamını Oku

Demokrasi

Demokrasi, demokrasi diye yıllardır dövünür dururuz. Fakat hiç üzerinde düşünmeyiz nedir bu demokrasi diye. İşimize geldiği yorumlarız çoğu zaman. Güç bizdeyse severiz, güç bizde değilse söveriz. Ne olduğu, nasıl olduğu tarihsel süreci ilgilendirmez bizi, sadece çıkarlarımıza ne kadar uygundur ya da değildir ona bakarız öyle değerlendiririz. Olan biten üzerinde fazla düşünmeyiz kafa yormayız üzerinde, zaten bir ay önce olanları unutmuşuzdur, tüketmişizdir kafamızda her şeyi.Ne zor şeydir şu demokrasi. Üzerine çokça laf edilir erdemlerinden durmadan bahsedilir ama ulaşılamaz o mertebeye hiçbir zaman. İnsan hayatıda öyledir hep, güzeli düşler, doğruyu yapmak ister, hayatına dair planlar yapar, ama çoğu zaman düşündüklerinin pek çoğunu gerçekleştiremeden bir bakar ki yolun sonuna gelmiştir, boş geçen bir hayatın ardından. Aslında o hayatın ardında ne çok hayal kırıkları, ne çok pişmanlıklar vardır. Bir daha yaşam şansı verilse belki yapmayacaktır aynı şeyleri tamamen farklı bir insan olacaktır. Ne yazık ki yoktur böyle bir şansı. Ben tıkandığımda yorulduğumda, şöyle bir kenara çıkıp olan bitene dışarıdan bakmaya çalışırım. Olayların tam merkezindeysen eğer göremezsin çoğu şeyi algılayamazsın. Senide içine çeker o girdap anlayamazsın, göremezsin, sadece çırpınırsın, hayatta kalma dürtüsünün verdiği o sonsuz güçle. Kendini korumak, düşman gördüklerine karşı galip gelmek her şeyden önemlidir. Doğrunun  ya da yanlışın, haklının ya da haksızın, temizin ya da kepazenin, saflığın ya da kirlenmişliğin bir anlamı yoktur senin için. Önemli olan tek şey senin varlığını korumandır. Yapman gerekende her tür durumda varolmaktır. Neden bizim hayatımız hep...

Devamını Oku

Zayıflamada Sporun Etkileri

Şüphesiz ki aşırı kilolar ülkemizde veya dünyada büyük bir problem ve yıllardır bilimsel adı obezite olan bu hastalıkla başa çıkmak için yöntemler aranıyor. Verilen diyet programını uygulayıp da sonuç alamayan insanlar ise son çağre olarak yan etkileri olan ilaçlara yöneliyor. İşte tam bu noktada sporun zayıflama için etkisi ortaya çıkıyor.Düzenli olarak her sabah yapılan spor vücudu yormadan kasların çalışmasını ve vücutta asıl kilo problemini yaratan birikmiş yağların yakılmasını sağlıyor. Ülkemizde kadınların spor yapmaları için koşu bandları ve ücretsiz spor parkları açılıyor. Bunlardan faydalanan kadınların zaman içerisinde zayıfladığı ve forma girdiği görülüyor. Spora başlanmadan önce hafif yiyecekler tercih edilmeli ve spor kademe kademe yani zamanla düzeyi artırılmalıdır. Vücudun uyum sağlaması bakımından önemli bir etken. Tabi zayıflama konusunda yalnızca spora güvenilmemelidir. Aynı zamanda spor ile birlikte verilen diyet programı uygulandığında en başarılı sonuca varabilirsiniz. YİĞİTCAN BAHADIR tarafından “Makale Yarışması” için...

Devamını Oku

Şeker Hastalığı Hakkında Genel Bilgiler

Pek çok insanın hayatını olumsuz olarak etkileyen bir hastalıktır şeker hastalığı. Bu nedenle de, şeker hastalığı ile ilgili pek çok araştırma ve çalışmalar yapılmaktadır. Bu araştırmaların bazıları şeker hastalığının nedenlerini; bazıları ise belirtilerini, tedavi yöntemlerini, hangi besinler ile yenilebilecek bir hastalık olduğunu araştırmaktadır. Peki bu kadar araştırmaya konu olan şeker hastalığının, nasıl bir hastalık olduğu hakkında ne kadar bilgi sahibisiniz?Şeker hastalığı, şekeri enerjiye dönüştüren insülin hormonunun yanlış çalışması sonucunda oluşan bir hastalıktır. Pek çok kişinin bildiği gibi, şekerli yiyecekler tüketilmesinden kaynaklanan bir hastalık değildir. Pankreas hücrelerinin yeterince insülin üretememesinden kaynaklanan şeker hastalığı ile, pankreas hücrelerinin yeterince insülin üretmesine karşın, hücrelerin bu insülini doğru kullanamaması sonucunda oluşan şeker hastalıkları da bulunmaktadır. Pankreas hücrelerinin yeteri miktarda insülin üretememesinden kaynaklanan durum, kan şekerinin düşmesi olarak adlandırılırken; pankreas hücrelerinin yeterince insülin bulundurmasına rağmen, bu hücrelerin doğru çalışmaması sonucunda, hücrelerin içine giremeyen glikozun, kan içerisinde aşırı şeker olarak birikmesi nedeniyle oluşan şeker hastalığında ise, şeker yükselmesi durumu söz konusudur. Şeker hastalığının istatistiki verilerini açıklayan Dünya Sağlık Örgütü, %2.1’lik bir orana sahip olan şeker hastalığının, ilerleyen zamanlarda ikiye katlanacak bir orana sahip olacağını, ve geleceğin en çok sorun yaratacak hastalıklarından biri olduğunu beklediklerini de açıklamasına ekledi. Sinsi bir hastalık olarak bilinen şeker hastalığı, kendisini yıllar sonra ortaya çıkartabiliyor; bu esnada da vücutta var olan şeker hastalığı, herhangi bir önlem alınmaması nedeniyle, her geçen zamanda daha fazla ilerliyor. Kalıtım, gebelik, şişmanlık; ve uzun süreli ilaç kullanımı...

Devamını Oku

Beyaz Kurşun

Bu soğuk kış günlerinde dışarı adımımızı atar atmaz, soğuğun vermiş olduğu öfkeyle basarız velveleyi. Ufak bir üşüme anında isyan eder rahatlık isteriz. Gündelik programımız bittikten sonra ya eve gider sıcak bir köşede kıvrılırız, ya televizyon,  internet gibi bir şeylerle meşgul oluruz. Biz rahatlığın yollarını arayaduralım da acaba 1914 gençliği bizler kadar rahat mıydı?Sene 1914 günlerden 22 Aralık, adı Sarıkamış olan ve amacı 1878 Berlin Antlaşmasıyla Ruslara bırakılan Kars, Ardahan ve Batum’u topraklarımıza katmak olan bir harekat başlatılır. 22 Aralık 1914’te dondurucu soğuğa rağmen kahraman askerlerimiz yollara dökülmüş kar ise insanların boyuna yetişir olmuştu. Üstünde incecik yazlık kıyafetle, ayaklarındaki yırtık çarıklarla aç bir şekilde gücünü kalbindeki vatan sevgisinden, bayrak sevgisinden alarak durmadan ilerliyordu. Yüreği koşmak ister ama yürüyemediği için hüngür hüngür ağlayarak, mavzeri ayaklarına doğrultup “yürüsene kopasıca ayaklar yürü yürü.” sesleri Allahuekber dağlarında yankılanıyordu. O öpülesi ayaklar morarmaya başlıyordu ama Mehmetçiğin umrunda mı? “Gerekirse bileklerimden keser, düşmanın üzerine sürünerek giderim” diyen bir ecdanın, gururlanarak söylemeli ki, torunlarıyız. Şanlı Türk Ordusu Rusları def etmek için, üç bir yandan taarruz ediyordu. Annesinin gözbebeği, yaşları 12 den başlayan aslan parçalarının, birkaç gün önce sevdiceğine çiçek veren eller o gün silah tutuyordu. Taarruz ediyor ama Mehmetçiğin başına kurşun gibi kar yağıyordu. Yağan her kar tanesi bedeninde donup kalıyordu. Savaş deyince akla silah gelir, top gelir, mermi gelir ama Sarıkamış’ta Mehmetçiğin bedenini parçalayan mermi değil -40 derece soğukta yağan ve her tanesinde yürekleri yakan kar...

Devamını Oku

Hüznün Yüzü

İçimde bir hüzün, bir mutsuzluk var bugün. Artık ben sende olmak istemiyorum diyor. Hüzün gitmiyor… Sıkıldım artık bedenimden… Bu olmak istemiyorum… Beden arayıp duruyorum. Bir türlü karar veremiyorum. Karar veremiyorum… Arıyorum arıyorum ama bulamıyorum. Neye bürünsem, ne olsam karar veremiyorum…Bugün kararlıyım bulacağım. Bir hışımla çıktım yola. Sabahın bekçileri, sahilin sessiz çığlığı, çığlık çığlığa… Martıları gördüm bembeyaz… Kahvaltı yapacaklar… Çığlık çığlığa yemeklerini yiyorlar… Gök mavi, deniz mavi, martılar bembeyaz… Çok neşeliler ve özgürler… Ey özgürlük beni de kucakla, sana varmak istiyorum. Ve bir martıyla göz göze geldik. “Dedim ki ona “Sen olabilir miyim? Yer değişelim mi?”.” Baktı bana “taşıyamazsın ki” dedi. Niye dedim.” Baksana sana ayakların yere basıyor, topraktan güç alıyorsun. Sen terk edebilir misin yürümeyi, koşmayı…Sürekli böyle gökte kalamazsın yapamazsın “dedi. Bir düşündüm yürümeden yapamam dedim.Haklısın dedim ve yola devam ettim.Yürüdüm yürüdüm arıyorum bulacağım , kararlıyım bugün başka bir beden olacağım.Çok yoruldum bir ağacın dibine oturdum. Şöyle bir bakındım. Etrafım bembeyaz . Her yerde papatyalar var. Tamam buldum dedim. Ben her yerde bitiveren arsız bir papatya olmalıyım dedim. Şöyle yaprakları kocaman bembeyaz yapraklı ortası bal sarısı gözlü bir papatyayı gözüme kestirdim.  Dedim ki  sen ben olmak ister misin? “Bir rüzgar esti. O ara boynunu büktü. Dedi ki “sen bir toprağa hapsolmak ister misin? Ömrünü mahpus olarak geçirebilir misin? Kımıldayamamak, hareket edememek sence çok mu güzel? Sen ömrünü böyle geçirebilir misin?” dedi. İçim ürperdi. Bir de dedi ki; “hoyratça basılma,...

Devamını Oku

Koku

Yürüyorum… Batan günün artıklarını toplayarak… İnsanlar geçiyor puslu karanlıklardan. Metrolardan taşar insanlar, akarlar. Kaybolurlar. Sonra diğerleri gelir. Çark dönmeye devam ediyor. Yürüyorum, durmadan yürüyorum. Sabahları aceleyle evinden çıkan insanların akşam artıklarını görüyorum. Yine yürüyorum. Sahi bu çark hep böyle dönecek değil mi? Hani diyorum bazen, birisi de artık çomak sokmayacak mı bir gün? Ben mi, ben neden mi yapmıyorum? Ben neden yapayım ki?Siz benim varlığımın bile farkında olmadan yaşarken, artıklarınızı, kusmuklarınızı, bok torbalarınızı sırtıma yükleyip, iğrenç kokumdan kaçarken neden yapayım ki bunu? Ben sadece yürürüm ve batan gününüzün artıklarını toplarım. Zaten tüm kokularınızı üzerime çekerken yeterince iyilik yapıyorum ya sizlere. Daha ne? Peki, siz ne yapıyorsunuz? Leş kokan patronlarınızı mis kokan leylaklar sanırken, akşamları eve gittiğinizde mis kokan çocuklarınıza kan kusturmayı ihmal etmiyorsunuz. Neden buradayım ve yaşıyorum diyecek gücü bile bulamıyorsunuz kendinizde? Düşünmediniz değil mi hiç? Bir kere bile düşünmediniz. Çark dönüyor nasılsa! Kimse de çomak sokmaya niyetli değil sanırım. Hayır. Ben sadece yürürüm ve batan gününüzün artıklarını toplarım. Geçen gece bir rüya gördüm. Kırmızı montlu bir kadın gülümseyerek bana doğru geliyordu. Öyle güzel bir kokusu vardı ki, yaklaşık yüz metreden kokusunu aldım diyebilirim. Yaklaştıkça netleşti görüntüsü. Elindeki bavul hafifti çünkü o koca bavulu rahatlıkla sağa sola sallayabiliyordu. Sonra birden durdu. Bana bakacak gibi oldu, şaşırdım. Ne yapacağımı bilemedim. Tam dikkatimi toplayıp ona gülümseyecektim ki , bir anda yere yığıldı. Yükümü atıp koşmayı denedim tutmak için. O kadar yakında...

Devamını Oku

Aşkın Tarifi (Mi) ?

”Aşkın tarifi de yapılır mı yahu” sesleri yükselir gibi. Aşkın tarifini ancak aşktan yananlar ve aşktan büyük bir haz alanlar yapabilir. Kesinlikle yaşanması gerekir yazabilmek için. Yazarken ancak rahat nefes alabildiğimi hissettiğim için, kendi adıma izlenimler elde ettiğim ve bunun yanında hayat adı altında gördüğüm aşkların zor da olsa tarifini, ne olduğunu ne hissettirdiğini paylaşmak istedim. Makale kanıt gerektirir ve benim en büyük kanıtım dünyadaki milyonlarca kişinin ayrı ayrı yürekleri ve savdaları.Aşk, belki size göre de bir cümle, bir yaşayış, bir kırılma, bir gönül burukluğudur. Aşk ne midir; ne mi hissettirir? Önsözde aşkın tarifi yoktur ancak yaşanarak elde edilen tek titremedir; baştan ayakucuna kadar. Aşk için o kadar çok şey yazılıp çizilmiştir ki… Bir Nazım’ın dediği, yaşadığı büyük aşk -gerçek aşk- bir de Mevlana’nın aşkı tüylerimi diken diken eder. İkisi de iki büyük insan ve iki büyük aşka en güzel örnektir. Nazım ne der aşk için bilir misiniz? : Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan “Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?” diye bir soruyla bile karsılaşabilirsin… İki ucu keskin bıçaktır bu işin. Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi halin cezanda indirim sağlamaz. Sen,...

Devamını Oku

Galatasaray da Bir Fotoğraf

Galatasaray da bir fotoğraf… Takım hava muhalefeti nedeni ile salon da hep birlikte basketbol oynadı. Haber kısaca bu. Küçük ama anlamlı bir haber. Çünkü futbolumuz da bu alışkanlığı aslında Gordon Milne zamanında gördük. Daha sonra Fatih terim ile bu alışkanlık pekişti. Takım halinde neşeli ve oyuncuların birbirleri ile olan güvenlerinin ve ilişkilerinin geliştiği bu değişik antreman metodu o dönemde Galatasaray’a çok faydalı oldu. Aslında o yılların takımına baktığınızda herşeyden önce müthiş bir arkadaşlık olduğunu görürdünüz. Yabancı oyuncuların çoğu Türkçeyi konuşabiliyor, konuşamayanlar ise en azından anlayabiliyorlardı.Hagi’nin takımı toplayıp yaptığı konuşmalar; Taffarel ve Hakan başta olmak üzere takımda tecrübeli oyuncuların yol göstericiliği Galatasaray’a Uefa Kupası gibi dev bir organizasyonun ödülünün alınmasını getirmişti. Takım içinde herkesin birbirini önemsediği, dinlediği ve zor gününde, iyi gününde oyuncuların birbirini unutmadığı bir sistem oluşturursanız başarılı olursunuz. 2000 yılında galatasaray’ın kadrosuna baktığınızda sadece 5 yabancı oyuncu görürsünüz. Hatta ve hatta Hagi, Popescu ve Taffarel dışında diğer iki  brezilyalı olan Marcio ve Capone Avrupa futbol piyasasında isimleri yeni yeni duyulmaya başlayan oyunculardır. Ancak o yılların takımında bugün bile çok takımda olmayan Fatih Terim’in sistematize ettiği bir şablon içerisinde takım ruhu ve dayanışma vardır. Türk futbolunda şimdiye kadar zamanından çok önce camiaları ile özdeşlemiş antrenörlerin takımın başına geldiğini gördük. Fenerbahçe de Oğuz Çetin, Galatasaray da Bülent Korkmaz buna en güzel 2 örnek. Ama aynı şeyi bugün Hagi için söyleyemeyiz. Hem Romanya milli takımı ve ülkesinde ki deneyiminin yanısıra daha...

Devamını Oku

Yalnızlık Kalbin 'N' Hali… Nasırlaşmış Hali

Yalnızlık soyut bir kavram öyle değil mi?Ama ben gördüm. Yalnızlığı gördüm. Bence yalnızlık sonradan kazanılmış bir tür refleks… Doğuştan alnımıza yazılan bir yazgı falan değil. Nasıl küçükken sıcak şeylerden annemizin cıss demesiyle uzaklaşıyorsak, canımızın yanacağını düşünüyorsak yahut hissediyorsak yalnızlıkta bir nevi böyle bir şey.Canımızı yakan birileri olduğunda kendimizi bulunduğumuz yere ait hissetmiyorsak hemen inziva perdesini çekiyoruz hanemize. Dibine kadar yalnızlık… Kendi isteğimiz dahilinde. Türlü türlü bahanelerle iliklerimize yalnızlığı nakşediyoruz. Sırf bir kez daha üzülmeyelim diye… Ama yalnızlık inanın tüm acıların toparlanıp yok edildiği bir gezegen değil. Kimi zaman daha bile fazla acıtıyor canımızı… Buzluktan çıkarılmış tene deyince yapışan buz misali yalnızlık… Can yakıcı, serin. Sıcacık çay bardağından çıkarılmış çay kaşığı gibi… Kindar. Ve de karanlık gibi… Baki. Gerçekliği sınanması gereken onca duygu içerisinden gerçekliğine inandığım iki duygu var. Biri nefret diğeri yalnızlık… Nefreti bilmem ama yalnızlık kalbin ‘N’ hali… Nasırlaşmış hali. BÜŞRA DAVGANA tarafından “Makale Yarışması” için...

Devamını Oku

Siyasetin Empati Zorunluluğu

Mevcut siyasetin fazla denemediği empatiyi Türk Milletinin bir ferdi olarak yapmak şüphesiz tüm beyinleri  yorar. Bu durum insanı kendisiyle bazen çelişkiye düşürse de bilinçli bir birey olarak hem iktidarın hemde muhalefetin açmazlarını ve belkide göremediklerini görmemiz açısından bence zorunludur. Birlikte geçirdiğimiz son döneme baktığımızda yada en azından çocukluk yılları mahalle kültürünü incelediğimizde en acemi sosloğun bile fark edebildiği yapaylığı görebiliriz. O yıllarda büyüklerimizden duyduğumuz ‘bizim zamanımızda bir başkaydı’ serzenişi ne çabuk bizim dilimize yakıştı. Biyolojik bir büyümenin piskolojik doğallığınamı vermek gerek bilmiyorum ama bu farkındalık birkaç nesil sonra oluşamayacak kadar azalacak. Belkide biz bu iki farklı kültürel yapıyı fark edebildiğimiz ölçüde yaşadığımız için şanslıyız, bizden sonrakiler eskinin tadını yeninin acısıyla karşılaştıramayabilir.Son dönemlerde Türk kültürü hiç bu kadar savunmasız olmamıştır. Siyasetimizde muhalefet eksikliği iktidarın aymazlığını durduramamış ve ne acıki tarafsız olması gereken basın organları ise çok klasik bir tabir olucak ama bu denli yandaş bir çizgide bulunmamışlardır. Sol bir ağızla sürekli tekrarlanan  ve belkide bu yüzden kelime tesirini yitiren ‘işgal dönemi basını gibi’ifadesi tam yerinde kullanılabilecekken yalancı çoban misali çok daha önce tesirini yitirmiştir. Liberalizm ülkemizi, içindeki özgürlük kelimesinden tiksindirecek bir serbestliğe götürmüştür. İnsan hakları kelimesi  Avrupa ile ilişkilendirildiği andan itibaren çekiciliğini kaybetmişken halkımız için düşünüldüğünde de yeni ısıtmaya başladığı yerinden hızla kaldırılmıştır. Türk halkının genelde üzerinden bir 20 yıl geçtikten sonra duyabildiği pis koku neden bu denli net bir keskinlikle duyulmaktadır. Okuduklarımız yada şahit olduklarımız katı bir muhalefet beyninin...

Devamını Oku

Dış Politika'da Olması Gereken

Osmanlı imparatorluğunun tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte, onun mirası üzerinde yerini alan Türkiye Cumhuriyetinin, son dönemlere kadar sınırlı, tek boyutlu ve sadece batıya endeksli olan dış politikası Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığına getirilmesi ile birlikte yeni bir boyut kazanarak –olması gereken– küresel düzeye ulaşmıştır.Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı İmparatorluğu döneminde yüzyıllar boyunca, üst düzeyde kültürel  sosyal  ve ekonomik ilişkilerinin olduğu Kafkasya Balkanlar ve Ortadoğu coğrafyası başta olmak üzere yerkürenin birçok noktasında, tekrar varlık göstermeye yönelik aktif dış politikası semerelerini vermeye başlamıştır. Bütün dünyanın artık sıradan bir ülke olmadığını kabul ettiği Türkiye Cumhuriyeti, coğrafi konumunu ve bu konumdan kaynaklanan avantajlarını, “komşularla sıfır sorun” ekseninde son derece başarılı kullanmaya devam etmektedir. Ayrıca sadece komşu ülkelerle değil Asya’dan Avrupa içlerine, Amerika’dan Afrika’ya kadar uzanan çok geniş bir coğrafyada “barışçıl” merkezli etkin politika yürütmektedir. Türkiye’nin değişimini analiz edecek olursak: Türkiye-Ortadoğu ilişkileri: Türkiye Cumhuriyetinin Ortadoğu bölgesiyle, bu coğrafyanın  kılcal damarlarına nüfuz edecek kadar eski kökleri, sağlam bağları mevcuttur. Dönem dönem  yaşanan sorunlar olsa da unutulmaması gereken bu coğrafya halklarının yüzyıllar boyunca  birbirine yakın değer yargıları üzerinde şekillenen ortak kaderlerinin olduğudur. Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” dedikten sonra, farklılıklardan ziyade ortak geçmişimizi ve kültürümüzü ön plana çıkarıp bunlar üzerinden bir Ortadoğu politikasının yürütülmesi elbette ki menfaatimize olacaktır. Bugün  yeniden yapılanan Irak’ta akla gelebilecek tüm sektörlerde Türkiye vatandaşlarının  en aktif rolü oynamasından, İran nükleer gücünün gündemde olduğu her haberin ardından Türkiye’nin barışçıl yönünün vurgulanmasına, Filistin-israil meselesinde ki tutumundan, arap kamuoyunda...

Devamını Oku

Gayb Üzerine Notlar

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Adem’in yaratılışını anlatan âyetler “türâb (toprak)”, “tıyn  (çamur, balçık)” ve “hame-i mesnûn (kurumuş balçık) [1] gibi kelimelerle, fizik âleme ait maddî yönüne; ona ruh üflendiğini ifâde eden âyetlerle [2] gayb âlemine ait yönüne dikkat çekerek insanı gayb ve şehadetin birleşimi olarak göstermektedir. Onun yaratılışındaki bu toprak ve ruh özelliğine çeşitli hadislerde de işaret edilmektedir.[3] Bu yaratılış özelliğinden dolayı, insan gaybla ilgili konulara büyük çapta merak sarar ve yaratılış sırrını çözmek ister.İnsan yaratılışının gereği olarak bilinmeyen ve görünmeyene, esrarengiz olana karşı daima ilgi duymuş, onun bu istek ve ilgisi vahiy yoluyla ve peygamberler aracılığıyla belli ve yeterli ölçüde karşılanmış, fakat geride kalan boşluk ve sorular da her dönemde çeşitli çevrelerin istismarına konu olmuştur. İlk devirlerden itibaren gaybdan haber vererek insanların ilgisini çeken ve bu yolla itibar ve servet kazanan kâhin, büyücü, arrâf, falcı, medyum, ruhçu gibi şahısların hemen her toplumda görülmesi ve bunlar etrafında daima bir grup insanın kümelenmekte oluşu bunun açık örneğidir. Bununla birlikte toplumumuzda, gaybı bildiğini ve gaybdan haber verdiği izlenimini veren hatta bunu açıkça ileri süren şahısların, dinî konularda yeterince bilgisi bulunmayan kesimleri, sıkıntı ve ihtiyaç içindeki kimseleri acımasızca sömürdüğü de bilinen bir gerçektir. Günümüzde medyum ve falcıların etrafındaki insanların öğrenim ve sosyal statü seviyesinin toplum ortalamasının bir hayli üzerinde olması, olayın modern bilim eksikliğinden değil gerçek dinî bilgi ve şuur eksikliğinden kaynaklandığını göstermektedir. Bu tür olumsuz görüntünün Batı ülkelerinde de bir hayli yaygın...

Devamını Oku

Hüzün ve Sevinç Sarmalı: Anadolu

Yeryüzünde acaba Anadolu’dan başka bir coğrafya var mıdır ki; en büyük acıların ve sevinçlerin iç içe geçtiği bir mirasa sahip olsun. Dünyanın hiçbir yerinde hüzün ve mutluluk aynı toprakta bu kadar derine kök salıp, göğe ulaşmamıştır.Medeniyet olgusu bu topraklarda filizlendi ve o medeniyetle kurulan onlarca devlet yine bu topraklarda tarih oldu. Her gelen kendisiyle beraber getirdiğini giderken cömertçe burada bıraktı ve her ne bıraktılarsa bugün toprağın üzerinde, dillerde, müzikte, yemekte, oyunlarda kültürel bir miras olarak önümüzde durmaktadır. Bu kültürel miras o kadar geniş bir zemine nüfuz etmiştir ki, akla gelebilecek her alanda müthiş bir zenginlik göze çarpmaktadır. Bugün Anadolu coğrafyasında sekiz bin farklı yöresel yemek kayıt altına alınmıştır ve her ilin kendine has ortalama yüz farklı yemeği mevcuttur. En acı ve en tatlı lezzetleri birbirine çok yakın yörelerde görebilirsiniz. . Bütün dinlerin ve inanç sistemlerinin izlerine yakından şahit olmak mümkündür. Ayrıca Türkiye’deki bölgelerin her birinin diğerinden farklı olan folklorik bir zenginliği bulunmaktadır. Halay da bu topraklarındır zılgıt da… Hüznün ve sevincin bütün akisleri görünür bu topraklarda. Sümerlerden Hititlere, Roma’dan Osmanlı’ya kadar onlarca medeniyete ev sahipliği yapan ve 11. Yüzyıldan beri bizlere yurt olan ve bizler tarafından yönetilen Anadolu birçok açıdan yaratıcının lütfuna mazhar olmuş özel bir coğrafyadır. Dört mevsimin belirgin bir şekilde yaşandığı, birçok tarım ürünün yetiştiği ve bunlardan bazılarında(kayısı, fındık, kuru üzüm, incir) dünya sıralamasında birinci olduğu, yeraltı kaynakları bakımından çok az sayıda ülkeye nasip olan bir zenginliği...

Devamını Oku

Kadına Şiddete Evet (Hayır)

Şimdi herkes bu başlığı okuyunca şaşıracak, nasıl, bunu yazabilir diyecek. İşte tam da bu yüzden “Kadına şiddete evet” diye bir başlık attım. Hepimiz biliyoruz ki her yerde kadına şiddete hayır deyip tepki veriyoruz ve artık bu tür yazılara alışkınız.Benim amacım ise böyle bir başlık atıp insanların dikkatini çekmek. Elbette şiddet yanlısı bir insan değilim. Tam tersine şiddete belki de herkesten daha çok karşıyım. Sürekli gündemde olan olaylardan bahsedecek değilim. Bilinçli insanlar neyin ne olduğunu zaten çok iyi biliyor. Ben sadece kendi düşüncelerimi yazmak istiyorum. Hiçbir zaman neden böyle olaylar olduğunu anlayamadım. Anlayabileceğimi de düşünmüyorum. Çünkü bu gerçekten mantıksız bir olay. İnsanlar neden birbirlerine öfke duyarlar, neden birbirlerini kırarlar, döverler. Bunun için bir sebep mi olmalı? Hayır. Ne olursa olsun, bu yanlış bir davranış, bizlere verilen aklı kullanmak yerine biz ne yapıyoruz? Elimize silah alıp çekip vuruyoruz, öyle mi? Ya da öldüresiye dövüyoruz. Bu mu, yapmamız gereken gerçekten bu mu? Öncelikle kadınlarımıza kendini korumalarını, haklarını savunmaları gerektiğini küçük yaşlarda verilen eğitim ile anlatmalıyız. Çünkü toplumumuz da yanlış bir anlayış var. Kadınların; büyüklerine karşı kendilerini savunmaları, yanlış bir şey karşısında susmaları gerektiğini söylemeleri, eşlerine karşı saygısızlık etmemeleri aşılanmıştır. Belki de bu yüzden kadınlar hep susuyorlar, belki de bu yüzden kadınlarımız, kızlarımız eziliyor. Bana kalırsa bu yetiştiriliş tarzımızla alakalı. Hakkımızı savunmamız öğretilmiyor bize,susmamız öğretiliyor. Ayıp olur, büyüklerinize karşı saygılı olun, sesinizi yükseltmeyin, ne olursa olsun susun. Şimdi fark ediyorum ki bu o...

Devamını Oku

Aşk Pamuk Tarlasında Mı Yaşanmalı?

AŞK, henüz tanımlanamamış bir duygu gibidir… Ama, Aşkın güzelliği, ne zaman açacağı belli olmayan bir çiçek gibidir…Çiçeğe âşık olan botanikçi gibi, o çiçeğin açışını; sabırla, çabayla, anlayışla ve vazgeçilmezi sevgiyle beklemektir…Zaman, ilaçtır derler, beklemeyi besleyen çiftin teki, birde bu çiftin diğer teki vardır oda beklenecek ve zamana ihtiyacı olan ya da öle sanılan gün! Belki doğru belki yanlış zamanında söylenen bişey, söyleyen söylemiş işte kendi mucizelerine dayanarak, ama ben biliyorum ki “zaman” kimine göre ilaç olsa da kimilerine göre beklenmekten sıkılan bir amaç sadece… AŞK… Güzel bir hikâyenin başkahramanı olmak, son nefesine kadar anı tadıyla, güzel olan her şeyiyle, aslında aslan gibi bir yürekle yaşamak ve son nefeste bile bunun mutluluğunu yaşayarak huzurlu bir serzenişle sükûnete göç etmek… Bu huzur için bazılarımız hakikatten de bir mucizeye ihtiyaç duyduğu anları mutlaka vardır…Hatta bunun yanında çoğu kişinin bittiği sandığı noktada başlayan başlangıçları görememe gibi bir kusuru da vardır. Adı üstünde kusur, zaten altında bişey aramak bile kusur olurdu bizim için! Bi düşünmek gerekirse, onca kalabalığın içinde bile yanlız olduğumuzu fark etmedik mi hiç? Tanıdığımız her bir kimseye bile hep şüpheyle baktığımızı fark etmedik mi? Kararsızlık farkında olmadan düşünce şeklimiz olmuşken, acaba demekten doğru olanı bile bulamadığımız anları yaşamadık mı hiç? Eğer bunların birine bile cevabınız “EVET” ‘ se, üzgünüm sizde aşkın acı tarafıyla karşılaşmışsınız demektir… Aşk denilen şeyin bir yanı ACI  ve acıttığı için vazgeçilmez genelde ama diğer yanı Mutluluk tatlı...

Devamını Oku

Zaman Sürecinde Türk Milliyetçiliği

Millet birçok anlamda kullanılsa da dilimizde Latince Nation manasında kullanılan aynı yerde doğmuş insan topluluğu anlamında kullanılagelmiştir. Milletin tanımı Ziya Gökalp ‘de ‘’dilce dince ahlakça ve amaçta ortak olan zümre‘’ olarak anlam bulurken Yusuf Akçura da ırk ve dil birliğinden dolayı ortak bir vicdan oluşturan topluluk olarak kullanılmıştır.Türk Milliyetçiğinin izlerini ilk olarak 8. yy’ın ilk yarısında yazılmış olan Orhun kitabelerinde görmek mümkündür.Türk adının kullanılmasından,milliyetçiliğin temel anlamda verdiği ilk izlenim olan Milletini korumak iç ve dış düşmanlara karşı uyanık ve dik tutmak içeriği de ilk olarak bu kitabelerde dillendirilmiştir. Bu kitabelerde Bilge Kağan “Türk milletinin adı, sanı yok olmasın diye gece uyumadım, gündüz oturmadım. Tanrı buyurduğu ve bahtlı olduğum için ölecek hâle gelen milleti dirilttim. Aç milleti tok, az milleti çok hâle getirdim” diyerek milleti için çalışmanın gerekliliğini belirtmiştir.Türk dilinin öneminden milli şuur ve benliğin önemine kadar birçok noktada Türk milliyetçiliğinin yazılı kültürel temeli şüphesiz bu kitabelerdir.Bununla birlikte İslamla tanıştıktan sonra  11. Yy da Karahanlı döneminde yazılmış olan Divanı Lügat-it Türk adlı eserinde Kaşgarlı Mahmut Türk dilinin önemini ortaya koymuştur. 12. yy da Fahrettin Mübarek Şah Şecere-i Ensab adlı eserinde,Babürşah hatıralarında, Çağatay döneminde Hüseyin Baykara, Nevai eserlerinde,Özbek hanlarından Ebul Gazi Bahadır Han Şecere-i Türki adlı eserinde hep bu milli şuuru ve Türk Milliyetçiliğinin ilmi olmasa da manevi ve doğal halini oluşturmuşlardır.Selçuklu ve Osmanlı döneminde dil olarak eski değerinin gerisinde bir yol izleyen Türk Milliyetçiliği siyasi , askeri ve  mimari alanda...

Devamını Oku

Türk Kültür Değişimi

Herkezin bildiği tanımıyla kültür, bir toplumun zaman içerisinde ürettiği ve süreç içerisinde nesilden nesile aktardığı maddi ve manevi tüm değerlerin toplamıdır. Mutlaka her milletin kültür birikimi farklıdır. Günümüzde maddi kültür öğeleri büyük oranda benzerlik göstersede ki bu istenmeyen bir durumdur, manevi kültür unsurları  her toplumda ayrıdır ve ayrı olması da doğaldır.Türk toplumu olarak kültür değişimini genelde dışımızdaki etkilerle yaşadık. Tanzimat dönemiyle başlayan Frenk etkisi dilimize, edebiyatımıza, kıyafetimize keza tüm yaşantımıza zamanla sirayet etti. Batı kültürünün ülkemize girişi genel  olarak fransız etkisiyle başlar. Son dönem Osmanlı siyasetinde fransanın diğer ülkelere nazaran yeri mutlaka farklıdır. İngiliz sömürge zihniyeti ve Rus güney politikası Fransayı Osmanlı devleti içinde diğerlerine göre nispeten sempatik bir yere itmiştir. Bunda Fransanın o dönem Avrupasında kültür moda öncülüğü yapması, elçilik ve öğrenci değişimi noktasında etkinin daha fazla olması Fransız kültürünün Osmanlı devletinde daha baskın olmasına neden olmuştur. Bu etkiyi 3. Selim dönemi askeri ve siyasi münasebetlerine kadar götürmek mümkündür. Son döneminde Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımlarının etkisinde siyaset yürüten Osmanlı devletinde Batıcılık  dar alanıyla  toplumda , devlet ciddiyetindede  siyasette değişmeyen harita olmuştur. 20. yy başlarında Türk toplumundaki Batı etkisi Fransa’nın yanına Alman kültürünüde eklememize olanak tanımış devletin dış siyaset çizgisi Osmanlı toplumunada yansımıştır. Fransız yazar ve eserlerinin Osmanlı edebi hayatına ve İstanbul sosyetesine girmesi Almanya nın sanayi ve ekonomik yatırım hamlelerinden daha derin bir etki yaratmıştır. Osmanlı Devletindeki batı etkisi yalnızlaşan siyasetin çizgisinde ilerlesede etkisi Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar...

Devamını Oku

Milliyetçilik ve Etkileri

Giriş Milliyetçilik ve Atatürkçülük kavramlarına değineceğimiz bu çalışmada milliyetçilik bazında, Türk toplumunun geçmişten günümüze yaşadığı değişmeleri, evrensel milliyetçiliğin ulusal anlamda Türk toplumuna yansımalarını ve Atatürk’ün milliyetçilik anlayışını irdeleyeceğiz. “Milliyetçilik, sadece bir ideoloji değil, bir yaşayış ve bir duyuş tarzıdır.” -M. Kaplan.[1]Milliyetçilik[2], tüm toplumların ulusal anlamda kendi benliklerini fark edip, ırklarına yönelik bağlılığı ifade etmede kullanabileceğimiz en temel kavramlardandır. Bu bağlamda Türk toplumu geçmişten gelen köklü birikimiyle kendine has bir milliyetçilik kavramı geliştirmiş ve bunu eşsiz kültürüyle zenginleştirmiştir. Bilinen ilk Türk devletlerinden itibaren milliyetçilik kavramı farklı boyutlarda göze çarpmıştır. Asya Hun Devleti’nin ortaya çıkışından itibaren her ne kadar yerleşik bir düzen olmamasına rağmen Türk devletleri asla benliğini kaybetmemiş ve bugünün Türk devletlerinin temelini atmıştır. Bunun zeminini oluşturan şey ise milliyetçilik unsurunun ta kendisidir. Çünkü bir ulus ne kadar birlik ve beraberlik içinde olursa, devletinin o kadar sağlam temeli olur ve devletin yıkılması da bir o kadar zorlaşır. Zaten eski Türk devletlerinin yıkılış sebeplerine baktığımız zaman genelde devletin yönetim şeklinden kaynaklandığını görmekteyiz. Hiçbir Türk devleti Türk asıllı yurttaşlarının isyanı sonucu yıkılmamıştır. Aksine gücünü her zaman kendi yurttaşlarından almıştır. Yönetimin ikili sistem olması yöneticilerin taht için savaşmasına sebep olmuş ve devletin önce bölünmesine sonra da dağılmasına zemin hazırlamıştır. Bunun en iyi örneği Göktürk Devletinde görülür. Önce ikiye bölünen Türk devleti düşmanlarının da etkisiyle yıkılmıştır. Orta Asya olarak adlandırılan “Türkistan” coğrafyasında güçlü Çin İmparatorluğuna rağmen Türkler genel anlamda bu bölgede bulundukları sürece ekonomik...

Devamını Oku

İmkansız Aşk

“”” İmkansız? İmkansız sadece bir kelimedir. Gerçek hayatla hiçbir alakası olmayan zor şeyler için kullanılan bir tabirdir. Peki ya imkansız aşk? Buda aynı. Gerçekleşmesi zor durumlar için kullanılır.Aslında imkansız aşkı yaşamak çok zordur. Üzülürsün, ağlarsın, mutlu olursun, yeri gelir gülmeyi unutursun, yeri gelir mutluluktan havaya uçarsın ki o sırada dünyanın en mutlu insanı olabilirsin. İmkansız aşkta özlemlerin en büyüğünü sen duyarsın. Çünkü zordur. Görmen, dokunman, hissetmek çok zordur. Yeri gelir günlerce, yeri gelir aylarca, yeri gelir yıllarca göremeyebilirsin. Uzak olursun. Gün olur elini uzatsan dokunabileceksindir ama elini uzatamazsın. Çünkü adı imkansız aşktır. O dokunamamak insandan bir ömür bile alabilir. Düşünsenize gönülden bağlı olduğunuz insan yanı başınızda ve siz ona sarılamıyorsunuz. Ve o insanda en az sizin kadar size bağlı. Bu durumda neler hissedilebilir ? Bunu imkansız aşka yakalanmadan anlayamazsınız. Gülmeyin bunlar gerçek. Ben yakalandım. O anda neler mi hissedersiniz? O anda yerin yedi kat altına girersiniz. Cehennemin en kızgın ateşinde yanarsınız. O anda o koskoca herkezi sevmeye yeter düşüncesinde olduğunuz kalbiniz küçülür. Nefes almakta zorlanırsınız. Göz yaşı dökmemek için kendinizi zor tutarsınız. Kafanızda şimşekler çakarken aynı zamanda içinize birşey oturur. Yutkunamazsınız. Ama işte adı imkansız aşktır. İmkansızdır. Çok zordur. Aşk genel bir kavram. Gerçek aşk sadece imkansızda yaşanır. Çünkü aşkın bütün boyutları sadece burada görülebilir. Birgün öyle birşey olur ki bir anda karşınıza çıkar ve bütün hayatınızı alt üst eder. Aslında hayatınıza girişi çok heyecanlı olur. Birçok hissi o...

Devamını Oku

Hüznün Mutluluğa Dönüştüğü An

Adam üzgündü. Başı her zaman olduğu gibi öne eğikti. Yüzü solgundu… Küçük küçük yaraları vardı çehresinde. Buruktu… Alnından penceresi kapatılmış bir odanın cama yaptığı buğu gibi damla damla ter akıyordu. Gittikçe zaman geçtikçe yüzü daha bir perişan oluyordu.Çok geçmeden kapı çaldı. Heyecanlandı… Gözleri bir anda ışıl ışıl olmuştu. Yoksa? İçinden yoksa deyip gülücükler saçıyordu. O üzgün adamı bir anda bu denli mutlu eden neydi? Yavaşça kapıya yöneldi. Kalbinin atışı o kadar hızlanmıştı ki bir başkası duysa bu kalp atışlarını kapıyı kim yumrukluyor derdi. Kapının kolunu tuttu ve ”Ah evlat sen misin?” dedi. Gözlerinde gözlüğü yoktu bu yüzden net göremiyordu delikten. Kapının ardından gelecek sese odaklanmıştı sadece… Ses şöyleydi; ”Bir isteğiniz var mı efendim?”. Adam sesi duyunca ilk duymamış gibi davrandı hatta kapının ardındaki kişinin hala o olduğunu düşünüyordu. Ama o değildi… O gelemezdi ki zaten. Her ne kadar duymamış havasındaysa da gözleri bu olayları olmamış gibi davranamayıp akmaya başladı. Yaz yağmuru gibi… Yaklaşık beş on dakika ağladı. Sonra sustu. O sese cevap bile vermedi. Sadece sustu… Ürkekçe titreyen bacakları gücünü yitirdi ve yere düştü. Hala suskundu… Oğlunu o kadar özlemişti ki onun hala yaşadığını, yaşıyor olabileceğini hayal ediyordu. Geçen pazar mezarını sulayan kendisi değilmiş gibi. ”Ya sen gel evlat ya da ben geleyim yanına” diyordu her an, her dakika. O gelemezdi. Ama belki… Yaşlı adam üşümeye başladı. Yüzü tebessüm ediyordu. Arzusuna ulaşıyor olduğunu hissetmiş gibiydi. Ve gözleri kapandı… Yüzünde...

Devamını Oku

Padişahların Aileleri, Padişah Dairesine Mensup Kadınlar ve Kadın Efendiler – Hasekiler

Osmanlı hanedanının aile hayatı ile alakalı birçok akademik kitap ve makale bulunmaktadır. Bazıları sadece Harem başlığını konu yapmış, bazıları da Kadın efendileri. Yani konu bütünlüğünün sınırlanmış olması, Osmanlı Hanedanının saray içi hayatlarını anlamamızı güçleştirmektedir. Kaleme alacağım bu metin, Osmanlı Hanedanının saray içindeki yaşantıları hakkında merak edilen konuların aydınlanmasında katkı sağlayacağını düşünüyorum.Padişah Aileleri İlk Osmanlı hükümdarlarının Onaltıncı Asır başlarına kadar hükümdar ve prens kızlarından olarak nikâhlı aileleriyle müstefreşe ve odalık denilen kadınlar vardı. Osman Gazi Ömer Beyin ve Şeyh Edebali’nin kızlarıyla evlenmişti. Oğlu Orhan Gazi Yarhisar Rum Beyinin ve Bizans İmparatorluğuna geçen Kantakuzen’in kızını ve oğlu I. Murad Bey de Bizans İmparatoru Emanuel’in kızıyla evlenmişti. Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmed de bu tür evlenmeler yapıldığı kaynaklarda sıkça geçmektedir. Bir rivayete göre Yavuz Sultan Selim’in hanımı Kırım hanının kızı imiş ve Kanuni sultan Süleyman bu kadından doğmuş. (Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı). Bunlara ek olarak, Osmanlı Padişahlarının cariyelerden doğan çocukları da vardı; kayıtlara göre Onaltıncı Asır başlarına kadar yukarıda isimlerini saydığımız padişahların hem zevceleri hem de müstefreşeleri bulunmaktaydı; fakat bu tarihten sonra ve Kanuni Süleyman’dan itibaren etrafta teehhül edecek Anadolu hükümdar aileleriyle diğer despotluklar kalmadığından ya da lüzum görülmediğinden sarayda yetişmiş olan veyahut padişaha takdim edilen güzel kadınların aile olarak kabulü adet olmuştur. Yalnız ikinci Osman, Kanuni’den beri devam eden bu sürece muhalif olarak Şeyh – ul İslam Ebu Said Efendinin kızıyla nikâhlanmıştı: Sultan İbrahim de cariyelerinden birini nikâhına almıştı. (Naima Tarihi...

Devamını Oku

Aile Nedir?

Aile nedir? Türk toplumunda iyi bir ailenin önemi verimi ailede, anne, baba ve çocukların birbirlerine sorumlulukları… Aile, kan bağlarıyla birbirine bağlı, tek bir haneyi oluşturan, karı, koca ve çocuklardan oluşan medeni kanunun uygun gördüğü duygusal bir kurumdur.Türkiye de aile kavramına çok önem verilmektedir. Ülkemizde aileye verilen önem diğer ülkelere göre üç kat daha fazladır. Son yıllarda giderek zayıflamakta olan, aile kurumuna gereken önemi vermek hem yetişkinler hem de çocuklarımız için sağlıklı bir geleceğe adım atmanın en doğru yolu olacaktır. Eskili yıllarda Anadolu’da resmi nikahsız çok eşli bir evlilik vardı. Bu da çocuklar ve kadınlar, hatta toplumun büyük, sorunları olarak karşımıza çıkarken, Türk medeni kanunun getirdiği resmi nikah kadın ve çocukların savunucusu olup ardında plansız çoğalan çocuk sayısını azaltmış olup daha bilinçli, eğitimci gençler ve planlı nüfus olarak karşımıza sunmuştur. Ailede eğitim çok önemlidir. Anadolu’da, akraba evliliklerinden doğan fiziksel ve zihinsel özürlü çocukların dünyaya getirilmesi eğitimsizlikten ileri gelmektedir. Bu tür vaka ile karşılaşmış eğitimli ailelerin bile çocuklarının geleceğine bakma açısı farklıdır. Çocuklarını uzman eğitimcilere teslim ederek belki de sokaklarda dilenen yavrularımızı daha az göreceğiz ve özürlü hayatı, hayata katacağız. Aile bu konuda eğitimcilerin arka planındaki yardımcılarıdır. Ailede anne, babanın çocuklarını hayata verimli olarak katma rolü çok büyüktür. Öncelikle eşler birbirine hoşgörülü olmalıdır. Mutlu ve aynı anne ve babadan yetişen çocuklardan daha iyi verimler görüyoruz. Boşanmış ailelerin çocuklarında psikolojik sorunlar görülüp topluma uyum sorunu görüyoruz. Şunu da göz ardı etmemek gerekir....

Devamını Oku

Milli Değerleri Teknolojiyle Kaybetmek

Alışılmamış Türk Gençlerine… Türkiyemiz nereye gidiyor bilmiyorum.  Geçen gün Tarih dersinde “Türkiye Nasıl Kazanıldı?” başlığına aldığım cevaplar gözlerimi yaşarttı. Halkımızın Türkiye’yi Türkiye yapmak için uğraşları adeta destan.  Bir annenin “Vatan” uğruna çocuğunu gözden çıkarması ne kadar acı değil mi?Türkiye bağımsız olduğundan mı bu kadar kötüye gidiyor şartlar. Örneğin gençler, çocuklar (yani bizler); o kadar bilinçsiz yetişiyoruz ki akıl alır gibi değil. 15 Yaşında askere giden “Koca Adamlar” ve “Biz” aramızdaki fark dünyadan büyük. Onlar ellerinde kalemlerini bırakıp savaşa gidiyorken biz teknolojinin peşinden sürükleniyoruz. Evet, sürükleniyoruz. Sadece moda sevdası. “Onun var, benim neden yok. “Saçmalığı. Belki de bundan dolayı sürükleniyoruz. O zamanlar Türk İnsanında hiçbirşey yoktu. Varolan eşyalarınıda Vatan için Mehmetciklere vermişler. Peki neden bu vahim hale geldik Türkiye olarak. 15 Yaşında kalem tutan eller askerken, şimdiki çocuklar ne peşinde nereye gidiyor? Teknolojinin gelişmesi Türkiyemizi olumsuz mu etkiliyor? Bence öyle.  Benim yaşım on yedi. Ben bile bu dağlar kadar farkı görebiliyorum. Çocuklar artık bahçede, sokakta ve ya parkta değil. İnternet denen sanal çılgınlıkta oynuyor. Pekala oyunlara, yaptıklarına birşey demiyorum. Ya sosyalleşme aşamasını burda geçirmek isteyen gençler? “SLM, NBR” mi sizin Türkçe diliniz. Eğer sizin gibiler olsaydı zamanında şimdi konuşacak bir diliniz hatta siz olmayacaktınız. SİZ. Nereye gidiyorsunuz? Nereye gidiyoruz? Biz ne yapıyoruz? Merak ettiğim konu şu bir savaş çıksa ne yapacağız? Ninelerde, dedelerle, torunlarla, tosunlarla kazandığımız Canım Türkiyemizin altın anahtarını verecek miyiz? Bu kadar kolay mı? Bunları yapalım diye mi...

Devamını Oku

Engelli Çalışmalarına Tarihi ve Güncel Bir Bakış

Tarihler bize ne ifade ediyor? Mesela 3 Aralık size ne ifade ediyor? Doğum gününüz? Evlilik yıldönümünüz? Mezuniyet tarihiniz? Bunlar dışında bir şey ifade etmiyorsa, dünyanızda sizinle beraber bir yaşam süren 600 milyon bireyin dertlerini bir kenara atıyorsunuz demektir. Ben sizi uğraştırmadan söyleyeyim: Bu tarih Dünya Engelliler Günü. Engellilik olgusu insanlık tarihi kadar eski bir konu. Toplum içinde bu kadar iç içe yaşadığımız insanlar, tarihin çoğu döneminde dışlanmış durumdalar ve maalesef ki kimi toplumlarda hala toplumdan uzak yaşatılıyorlar. Engellilere ait ilk kalıntılar bu günkü Irak civarlarında yapılan kazılarda ortaya çıkıyor. Burada bulunan kalıntının tarihinin M.Ö. 45 bine kadar dayandığı düşünüyor. Ağır engellilik izlerine rastlanan bu engelli bireyin gözünün görmediği ve sağ kolunun felçli olduğu saptanıyor. Bu arkeolojik buluntu insanları tarihin çeşitli dönemlerinde engellilerin nasıl yaşadığı konusuna yönlendi ve bazı ilginç sonuçların bulunmasını sağladı. Bu araştırmalara bakacak olursak: Roma İmparatorluğu önceleri engelli doğan bireylerin öldürülmesine izin verirken, sonradan bu yasaklamış. Ancak engelli bireylerin Roma’da eğlence amaçlı olarak kullanıldığı da belgelerde yer alıyor. M.S. 330’lu yıllarda ise İstanbul’da engelli bireyler için “Yaşama Evi” adlı bir yer açıldığı görülüyor. Bu da bize tarih içinde Roma İmparatorluğunun engelli bireylere aşama aşama haklar tanıdığını gösteriyor Gelişmiş bir medeniyet olan Eski Mısır’da engelli bireyler ise oldukça önemsenmiş. Hatta kaynaklarda Eski Mısır’da okutulan ders kitaplarında engellilere değer verilmesi gerektiğiyle ilgili bilgiler de yer alıyor. Günümüzde dahi eğitim sistemi içerisinde çok az değinilen bu konunun, Eski Mısır’da ders...

Devamını Oku

Aşk

Aşk bir müziktir aslında, kulağımıza yalnızken bile hoş gelen,Aşk bir enstruman çalmaktır, notaları bilmeden,Aşk bir insandır koklayınca çiçek olan,Aşk bir çift gözdür karşısında eridiğin,Aşk aslında ne olduğunu bilemediğin bir kimyadır, seni heyecanlandıran,Aşk kocaman bir dünyada, iki kişilik bir cumhuriyettir,Aşk mor renktir sonra şarap kızılı,Aşk aslında kendinle imtihandır sonucunu tahmin edemediğin,Ve son olarak aşk, sensindir ..zamanla’’ biz’’ olduğun… Yukarıdaki dizelerde, benim aşk yorumum var ama birde, hemcinslerimle benim ortak düşüncemizi yazdım. Bizce aşk duş almak gibidir, çünkü amaç sırılsıklam olmaktır. Suyu açarsınız önce onunla iletişim kurarsınız soğuk mu, sıcak mı diye… Sıcağı çevirirsiniz yazda olsa kışta olsa, ’’aman tanrım’’ işte sıcak güzel bir gevşeme sanki, o küçük banyoda değilde farklı bir yerdesinizdir artık… Ama sıcakla iletişiminiz bir süre sonra rutin olur, suyu biraz ılıklaştırmayı denersiniz, sonrada kapatırsınız duş biter… Aşkta, su gibidir, belki geçici… Ama suyla yıkanmadanda temiz kokamazsınız yani asla onu beğenmedende bu yola çıkamazsınız… Ve her çıktığınız yol, ebedi gitmez. Yolun sonunda uçurum varsa, görürsünüz… Yine siz, sizsinizdir… Kendinizle baş başa bu sefer… İşte o zaman biz kadınlar, hayallerimizi umutlarımızı beklentilerimizi bir kahve fincanına sığdırırız, oradan okuruz hayatı öğleden sonraları… Kah bir gemi ile geliyordur ‘’o’’. Kah bir arabada görüyoruzdur ‘’o’’ nu. Ama hep geliyordur o beyaz atlı prensimiz… Beklemek en zorudur… Düşünürüz; amacımız yasam arkadaşı mı?, sığınacak bir liman mı?, güvenecek biri mi?, gözleri güzel biri mi?, yoksa masallarda anlatılan prens miydi? gelmesini istediğimiz… İşte doğru cevap...

Devamını Oku

Oğuz Atay'ın Demiryolu Hikâyecileri'nin Tahlili

Oğuz Atay’ın yazarlığı söz konusu olduğunda en çok alıntılanan cümledir “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” cümlesi. Belki de Atay’ın yazarlık süreci boyunca okuyucularına göndermiş olduğu en öz iletidir bu cümle. İşte bu cümlenin geçtiği hikâyedir Demiryolu Hikâyecileri–Bir Rüya[1]. 1976-1977 yıllarında kaleme alınmış olan bu hikâye, yazarın tüm hikâyelerinin toplandığı Korkuyu Beklerken[2] adlı kitabında yer almaktadır.Romancılığıyla edebiyatımıza derin bir iz bırakmış olan Oğuz Atay’ın -nedendir bilinmez- öykücülüğü romancılığının gölgesinde kalmış ve hikâyeleri yeteri ölçüde değerlendirilmemiştir. Birçok derginin çıkarmış olduğu öykü özel sayılarında göremeyiz Atay’ı. Hâlbuki Atay, romanlarında gösterdiği başarının benzerini hikâyelerinde de sergilemiştir. Onun keskin dili, derin tahlili, kendine has dili, ince dokunuşları tüm hikâyelerinde –romanlarında olduğu gibi– hissedilir. Biz bu çalışmada, Atay’ın Demiryolu Hikâyecileri–Bir Rüya adlı hikâyesini tahlil ederken aynı zamanda ihmal edilmiş hikâyeciliği üzerine de –Demiryolu Hikâyecileri–Bir Rüya hikâyesi özelinde– eğilmeye çalışacağız. A. Olay Örgüsü Demiryolu Hikâyecileri–Bir Rüya, savaş yıllarında, bir demiryolu istasyonunda yazdıkları hikâyeleri yolculara satarak geçinen üç hikâyecinin zaman içerisinde birbirlerinden, kendilerinden, okurlarından, hayattan ayrılmalarını ve yeteneklerinin aşınmasını hikâye eder. Hikâyenin kopma noktalarına göre hikâye beş bölüme ayrılarak incelenebilir: Birinci bölümde üç hikâyecinin(anlatıcı, genç yahudi ve genç kadın) günlerini nasıl geçirdikleri anlatılır. Buna göre üç hikâyeci de sabahları uyur, akşama doğru uyanıp hikâyelerini yazmaya başlarlar; ilham bu vakitlerde gelir ve kolay kolay gitmek bilmez. Genellikle gece yarılarına kadar yazar ve uykuya dalıverirler. Yazdıkları hikâyeleri trendeki yolculara satarak geçimlerini sağlamaya çalışırlar. Satış yapabilmek için de...

Devamını Oku

Şiirde İmge

Şiirde imgenin ne olduğunu belirgin şekilde ortaya koyabilmek pek mümkün görünmemektedir. İmge, birçoklarına farklı farklı anlamlar ifade etmiş bir kavramdır çünkü. İmge, şiir dilinde belki de en fazla kullanılan kavram olmakla birlikte, anlamsal bakımdan en anlaşılamaz durumda olan kavramdır da aynı zamanda. Şiirde bu kadar belirgin ve şiiri bu dereceden şiir yapabilme veya şiir değerine sahip kılabilme özelliğine sahip olan bu kavram o derecede de soyut, yorumsal bir kavram özelliği taşımaktadır.Biz burada, imgenin tanımını yapmak hedefinde değiliz, sadece imgenin ne olabilirliğinin açıklamasını yapmak hedefindeyiz. İmge kavramı Latince imago sözcüğünden türemiş “image”den gelir. İmage sözcüğü taklit, öykünme, kopya anlamlarına gelmektedir. Zaman içinde anlam genişlemesiyle bireyin zihninde beliren bir resim, bir kavram, bir fikir, bir izlenim gibi anlamlar kazanmıştır. Daha sonra da yazın bağlamında; söz sanatları, eğretileme ya da benzetme için kullanılır olmuştur. Doğrudan sözlüğe başvurmak gerekirse Image sözcüğü İngilizcede şu anlamları ifade eder: 1. İmge, hayal, düş, hülya; zihinde oluşturulan resim. 2. Benzerlik, biçim, şekil, suret, tasvir. 3. Bir insanın tıpatıp benzeri. 4. Put, tapılacak nesne. 5. Benzetme, mecaz, eğretileme; bir şeyi belirtmek için şiirsel biçimde kullanılan söz. 6. İzlenim, görüntü. 7. Görüntü, bir şeyin aynadaki aksi. Meydan Larousse’ta ise imge “gerçekte var olmayan şeylere zihinde istenen şekli vererek canlandırma yetisi” olarak geçer. İmge sözcüğünün sözlük anlamları bile bu kadar fazlayken ona tam bir tanım getirebilmek, hele de şiir gibi kişisel bir özelliğe bağlı bir tür için, imkânsız gibidir. Biz,...

Devamını Oku

Eğitime Çözüm

Ülke nüfusumuzun % 70’ ine yakını genç ama pasif bir işgücümüz var. Bu da eğitimin çarpık olması gençlerin ilkokul aşamasında yeteneklerine göre, anlama kaabiliyetlerine göre yönlendirilmek yerine Ali gitti, Ayşe koştu, Osman topu at, 2+2=4 basit işlemleriyle sokağa bırakırız geleceğe yön verecek nesili…Halbuki her öğrenci yeteneklerine göre sınıflandırılırsa mesleki eğitime önem verilse  şuan bu ülkenin iş gücü olan ara elemanlar yetişse en basit, bir inşaat işçisi, eğitimsiz, kaabiliyetsiz, öğrenme güdüsünden yoksun kişilerin ne olursa olsun para için yaparız düşüncesiyle yaptıkları işler kaliteden uzak, iş ahlakından yoksun, işini bir sanat yerine paranın esiri olmuş düşüncelerle yapması inşaat sektörünü sürekli değişen, istikrarsız meslekmiş gibi algılamaktadır. Halbuki bizim geri dediğimiz, öcü gibi baktığımız doğumuzdaki İran bile 12 yıllık eğitimi 30 yıldır. uygulamakta halkının % 90’nı yüksek okul mezunu, araştırmacı, çözümleyici, kendi bilim adamlarını kendi içlerinden çıkarıp dünyaya biz başkalarına muhtaç olmadan üretim yapabiliriz. Kendi kendimize yetmesek bile bu durumdan maksimum fayda sağlamak için çözüm üretebiliriz felsefesi güderken; biz Ali okula başlayacak ve ya öğretmen olacak. sistem olsaydı  ne olacak diye söylendiğimiz meslekler değil de belki yeteneğinin ürünü olan, ya iyi bir matematikçi, ya iyi bir makine mühendisi, ya iyi bir cerrah, ya iyi bir motor teknisyeni olacak, ülkenin içinde bulunmuş olduğu açığı bir vidada kendi sıkarak dolduracaktır. Böylelikle, ne o ülkede fazladan öğretmen, ne fazladan diplomat, ne fazladan işletmeci,ne fazladan niteliksiz, vasıfsız genç nüfus olacaktı. Sanayisi gelişen bir ülkenin mutlak surette ara...

Devamını Oku

Bilinçli Tüketici Kimdir, Nasıl Oluruz ve Püf Noktalar Nelerdir?

Bilinçli tüketici; piyasadaki fiyatları, ürünleri araştıran karşılaştırma yapan güncel bilgiye sahip kişidir. Bir haksızlıkla karşılaştığında, zarara uğradığında hakkını nerede nasıl arayacağını bilir. Aşırı tüketimi sevmez, israftan kaçınır, alacağı ürünün fiyat etiketini kontrol eder. İhtiyacı yoksa kampanyalı, promosyonlu ürünlerin cazibesine kapılmaz (oltaya gelmez). Aldığı ürünlerin son kullanma tarihini kontrol eder. Taklit, korsan, sahte ürünlerden uzak durur. Elektronik ürünlerin garanti belgesi faturasını mutlaka alır ve onaylatır.Satın aldığı ürünleri 30 gün içinde iade edebileceğini veya değişim yapabileceğini bilir. Kapıdan veya telefonla satış yapan art niyetli kişilere itibar etmez. 175 bilinçli tüketici danışma hattını arayarak bilgi alır. 174 sağlıklı gıda hattını arayarak bilgi alır. İthal ürünleri değil yerli malını tercih eder. Aç ve yorgunken alışveriş yapmaz. Gereksiz şeyler almaz. Naylon poşet yerine bez torba veya file kullanır. GDO’lu hormonlu, bozulmuş, ürünleri almaz. Çevreye dost Sağlık Bakanlığı, CE, İSO 9001 ve TSE belgeli ürünleri tercih eder. Hem kendi bütçemiz hemde ülkemizin ekonomisine katkıda bulunmak için alınacak birkaç tedbir; gereksiz elektrik, su kullanımını azaltalım. Özellikle enerji tasarruflu ampul ve A sınıfı elektronik ürünler kullanalım. Belediyelerin ve sivil toplum kuruluşlarının birçok noktaya yerleştirdiği cam, kağıt, pil ve plastik konteynerlerine çöplerimizi atalım. Tüketicileri koruma derneği gibi tüketici örgütlerine üye olalım aktif şekilde toplantı, seminerlerine katılalım. Gereksiz yere ihtiyaç kredisi ve kredi kartı nakit avans kullanmayalım. Unutmayalım ki bankalar verdikleri kredi ve kredi kartı faizleriyle kar rekorları kırmaktadır. Ayrıca her yıl tüketicilerine gönderdikleri 30-100 TL arası kredi kartı...

Devamını Oku