GİRİŞ

İnsanlık tarihi boyunca küçük kabilelerden, büyük milletlere, tek tek bireylerden, imparatorluklara kadar herkes belli bir inanç fikrine ihtiyaç duyup, bu ihtiyacı bir şekilde karşılamıştır. Tutarlı veya mantıklı olması aranmaksızın insan inanma ihtiyacını, Zeus, Odin, Pan-Ku, Krişna, Ninus, Beltis, Baküs, Allah gibi birçok ilah fikri ile cevap vermeye çalışmıştır. Ancak bu inanma ihtiyacı, sadece kendini güvende hissetme ve varlığını devam ettirmek adına, doğaya karşı sığınacak bir güç olması bakımından doğmuş olsa da, zamanla gelişen ve sistematik hale gelen inanç fikri, dinlerin doğuşuna sebep olmuştur. İnsanlar, ilk önce doğanın acımasız tavrına karşı, korku ve kaygıdan hareketle aradıkları ilah fikrine, birçok yeni misyon yüklemiş ve kültürünü, gündelik yaşamını, insan ilişkilerini, ticareti, kanunları o ilahın emirleri doğrultusunda yapacağına dair mitler geliştirmiştir. Bu bakımdan yeni ilah, sadece insanı doğaya karşı korumakla kalmaz, din aracılığıyla hayatın her alanında insanla birlikte hareket etmektedir. Öyle ki zamanla ortaya atılan mitler o kadar üniter bir hal almıştır ki, insanın dinden, tanrıdan bağımsız bir hareketi söz konusu olmamıştır.

Sponsor Bağlantılar

Bir dine inanmanın, o dine inanmanın dışında getirdiği sorumluluk ve zorunluluklar eşiğinde ele almak istediğimiz konu Türklerin, İslam dinini kabul ettikten sonra, yaşam pratiklerinde ve dinden bağımsız kültürlerinde ne gibi etkileri olduğudur. Bunun için Türklerin kültürüne, İslam dininin öğretilerine ve bu ikisinin nasıl bir araya gelip, ne şekilde varlıklarını sürdüklerine bakacağız. Çalışmada bu amaç doğrultusunda Kuran başta olmak üzere birçok başka tarih kitabı incelenecek, insan doğası hakkında görüş bildirmiş önemli miheng taşlarını ifade eden filozofların görüşlerine de yer verilecektir. Dolayısıyla bu ödev, çeşitli filozoflar ve tarihçilerin görüşlerini kimi zaman karşılaştıran disiplinler arası bir metin olmayı amaçlamaktadır.

  1. Türk-İslam Sentezi

Birçok kitap ve teknoloji ile ortaya çıkan bilgi kirliliği nedeniyle, İslam coğrafyasının temsil edemediği din – İslam- , sanki Türklerin misyonuymuş gibi göstermek ve hatta Türklerin millet olmasını İslam’ı kabul ettikten sonra gerçekleşen bir durum olduğunu iddia etmek avarelikten fazlası değildir. Zira İslam dinini yüceltmek ve Türkleri İslam ile bağdaştırmak uğruna, birçok uydurma hadis, kitap ve risaleler günümüzde hala itibar görmektedir. Türkler ve İslam söz konusu olduğunda, İslam’ın Türklere verdiği güç ile Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulması örnek gösteriliyor olsa da Osmanlı İmparatorluğu’nda Türklerin kültürü ve kimliği dikkate değer bir konumda yer almamaktadır.

Türkler, savaşçı, göçebe ve ad koyma törenlerinden, anıtlardan anlayacağımız üzere vefa duygusu gelişmiş ve din bakımından ölümden sonraki yaşama inanan kitleler halinde yaşamaktadır. Geçimini göçebe olması nedeniyle avcılık ile gerçekleştirirken, kadınlar ve erkekler bu avcılıkta ortak hareket ederler.

“Özel olarak İslamiyet’in, özel olarak Türk tarihi üzerindeki etkisi sorununa ilişkin de ne yazık ki çok olumlu şeyler söyleyebilmek durumunda değiliz. Ne yazık ki diyorum, çünkü İslamiyet, karşısında kayıtsız kalabileceğimiz dışsal bir olgu değil, toplumumuzun kültürel belirleyenlerinden biridir. Bundandır ki durumun bilimsel çözümlenmesinde duygusal öğelerden uzak bir nesnelliği ifadelendirebilmemiz için zorunlu olan bilimsel cesaret, özgürce sorgulama ve diyalog atmosferi çoğu zaman mümkün olmayabilmektedir.

Söz konusu olan, yaşamı her ayrıntısında düzenlemeye kalkan bir ideoloji olarak İslamiyet ve onun bin yıla yakın yaşayan Türklerin durumu olunca sorun daha büyük bir duyarlılık gerektiriyor.”[1]

“…İslam Medeniyetini benimsemekle aslında yepyeni Yüksek Bir Kültüre, gelişmiş bir ilim, fikir ve sanat dünyasına girmiş oldular, kültür seviyeleri göze batacak şekilde yükselmeye başladı.” [2] Diyor. Bu yargılar, öncelikle kitabındaki diğer aktarım ve yorumlarla örtüşmemektedir. Dahası bu yaklaşım, karşı olduğu şeriatçi perspektife dolaylı bir destek sunmaktadır; ki kendisini tarihsel misyon bazında aydınlarımıza onaylatan bir şeriatçılığın, bugünümüzde de çok daha etkili olabileceği açıktır. Söz konu olan şey, Amerika kıtasının fethinin, Amerikan yerlilerine “uygarlığın gelişi” olarak benimsetilmesinden farksızdır.

Aktardığım yargıları okurken, kendime sordum: Göçebe bir toplum olarak Türklerin, henüz yazık kültürün ilk basamağında olmaları, henüz telif eseler üretmemiş olmaları gibi gerçekler ( keza Arapların uygarlık tarihi açısından görece ileri olmaları) bu yargıları doğrulatmaya yeter mi acaba? Elbette ki yetmez.

Söz konusu yargıların doğrulanabilmesi için, sözü edilen “ gelişmiş ilim, fikir ve sanat dünyasının” Türklerdeki yansımalarım ve “ göze batacak şekilde yükselen kültür” ürünlerini göstermek gerekiyor; oysa salt Akpınar’ın kitabı boyunca aktardığı olgu ve yargılar bile daha çok aksi genellemeler için malzeme oluşturmaktadır.

Ortaya çıkan “önemli” eseler, hükümdarlar için nasihatname olan Kutadgu Bilig, Divanu Ulgat-it Türk adk ansiklopedik sözlük, Atabetü’l-Hakajık adk şeriatçı bir nasihatna-me ve Irank vezir Nizamülmülk’ün Siyasetname adlı yine şeriatı nasihatnamesidir.

Dibanu Uigat-it Türk bir yana bırakılırsa, diğerleri, herhangi bir cami hocasının nasihatlerinden öte hiçbir kültürel değer taşımayan çalışma örnekleridir. Kendileri fikirsel bir parıltı göstermedikleri gibi, daha önemlisi sonraki fikir hayatımızın önünü kesen, hayatı cendereye sokma mantığının yazıya dökülmüş halidirler. Tipik birere egemen güçlere akıl verme kitapları olan Kutadgu Bilig ve Siyasetname, medeniyet tarihimiz açısından gururla anılamayacak eser örnekleridirler; birincisi, toplumu için değil dini için savaşı kutsamasıyla, kadım bütün kötülüklerin nedeni göstermesiyle, tek şefliği ve yayılmacılığı kutsamasıyla göçebeliğin değer taşıyan yanlarına saldıran bir örnektir, ikincisi ise, İslam topraklarındaki tüm halk ayaklanmalarına ve farklı düşünce biçimlerini tam bir düşmanlıkla karalamaya çalışması, halka karşı güvensizliği ve halka karşı bir egemenlik aygıtı olarak devlet modelinin tersini yapmasıyla birincisini bile aratır. Bu özgülde Atabetü’l Hakayık’ın sözünü bile etmeye değmez.

“Türk tarihinin en önemli olayı” diye de nitelenebilecek olan Müslümanlaşmanın, Türklerden aldığı milli vasıfların yerine gerçekte “evrensel” vasıflar geçirdiği iddiası da kanıtlanamaz; aksine bizzat Selçuklu ve Osmanlı sultanları aracılığıyla Türkmenlerin yinelenen katli ve başta Türk dil olmak üzere Türklüğe değgin hemen hemen her şey aşağılanıp reddedilirken bir Araplaştırma ( ve kısmen de Acemleştirme) sağlandığı açıktır[3].

Her ne kadar Erdoğan Aydın, Türk-İslam ilişkisinin doğrulanabilir ve yanlışlanabilir yönlerini tam manasıyla göstermiş olsa da, Kuran’dan hareketle, İslamiyetin ona tabi olan toplumlara neyi öğütlediği üzerine bir başlık açmak ve İslamiyet özelinde dinlerin toplum kimliklerini asimile edip etmediğini incelemek gerekir.

  1. Kuran

Her dini öğreti ona tabi olan toplumlardan belirli davranışlar ve ritüeller talep etmektedir. Bu ritüeller kendi içinde ahlaki ve erdemli hareketlerin öncülüğünü gerçekleştiriyor olsa da söz konusu eylemler, o toplumun kültürel değerlerine ters düşmesi muhtemeldir.

  1. Savaş

“(Ey Muhammed!) Artık Allah yolunda savaş! Sen ancak kendinden sorumlusun! Mü’minleri de savaşa teşvik et. Umulur ki Allah inkar edenlerin gücünü kırar. Allah’ın gücü daha üstündür, cezası daha şiddetlidir.” ( Nisa 84 ) Bu ayetten ve Erdoğan Aydın hocanın da beyan ettiği gibi, din için savaşmak toplumun refahı ve varlığı için savaşmanın önüne geçmiş durumda. Ancak ayetin farklı şekilde yorumlanması veya anlaşılması da mümkündür. Örneğin din için savaşıp galip gelinmesi durumunda o toplumunda refahının artacağını düşünmek, ortaya çıkan oksimoronu bir nebze sulandırmaktadır. Ne var ki, dini yayma ve dini diğer toplumlara kabul ettirme adına öğüt veren ayetlerin olması, savaşmak veya bu misyona uygun gücü olmayan toplumlar için ne şekilde tezahür edecek orası tartışmalı şekilde beklemektedir. Burada yapılmak istenen ayetlerin sorgulanmasından öte, dini öğretilerin toplumlar üzerinde ne gibi dezenformasyona sebep olduğunu beyan etmektir.  Bu ayetten hareketle Türkler, Müslüman olmaya zorlandıktan ve müslümanlaştırıldıktan sonra kavimleri ve halkı için değil, dinleri için savaşmaya başlamışlardır.

  1. Kadın

Kuranın ortaya çıktığı toplumda, kadının rolü köle ile eşdeğer iken, Türk toplumunda kadın rolünün, erkek ile hemen hemen aynı olması bakımından, Erkek-Kadın ilişkisi Türklerin Müslümanlığından sonra değişmeye başlamıştır. Zira Arap kültüründe erkeğin himayesi olmaksızın varlığını sürdüremeyecek olan kadınlar Türk kültüründe kendi hayatını idame ettirme potansiyeli ve imkanına sahiptir. Ancak Kuran’da Arap kadınlarının durumuna ilişkin vurguların, Türk kadını üzerinde uygulanması Türklerin aile içi ilişkilerini ve gündelik yaşamlarını çok farklı boyutlara getirmiştir.

“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü allah yücedir, büyüktür”(nisa/4/34) Bu ayetten hareketle kadının erkek ile sosyal yaşamdaki varlık alanı Türk kültüründeki halinden çok farklı boyutlara evirilmiştir.

Kuranı temel alıp üzerine yorum yapmanın birçok örneği ve öncüsü bulunmakta bu sebeple tüm bu iddiaların ayet yorumlarına göre aksi şekilde savunulması mümkündür. Ancak Türklerin, İslamiyet öncesi ve sonrası kültürel farklılıkları, yozlaşan, Araplaşan yaşam tarzının kaynağı dinden bağımsız düşünülemez.

“Bütün bu nedenlerle, İslam meddeniyetine girmekle Türkler fikir alanında eski varlıklarından bir şey kaybetmiş olmadılar fakat çeşidi yönlerden birçok değeler kazanmış oldular diyebiliriz.”[4]

“Dikkat edilirse tüm bu mütevazı vurgulara rağmen mantık, Türklerin ortaya koyduğu bütün ürünleri, hatta görece yerleşikliği bile Müslümanlığa bağlamakta, Türklerin de diğer kavimler kadar olan yaratıcılığına ve yerleşildiğe geçebileceğine güvensizlik belirtirken, somut veriden yoksun bir tarzda her şeyi İslam’a bağlamaktadır. Oysa İslamiye aracılığıyla Türklerin ilim ve felsefede gelişme sağladıklarının somut bir örneği verilemeyeceği gibi, eski değerlerinden önemli şeyler kaybettikleri ortadadır.

Gerçekte Türkler, daha VII. Yüzyılda önemli bir yerleşildik yakalamış ve Arap akınlarınca yıkılmamış olsaydı bu konuda zaten önemli bir evrime girdiklerini göstermişlerdi. Bu da bir yana; peki ama söz konusu bu önemsiz yaratıları İslam medeniyetiyle nasıl ilişkilendirmektedir? Burası belirsiz. Oysa Akpınar’ın yer yer ifade ettiği, yer yer Gazzak’ye yüklemeye çalıştığı bilim ve felsefe karşıtlığının bizzat İslam’ın özsel yapısına ilişkin olduğu anımsanırsa Türklerin de bu alanlarda geri kalışında İslam’ın sorumluğundan söz etmek daha gerekçi olurdu.”[5]

“Arap işgaliyle Güney Türkistan’ın birikmiş tüm kültürel ve ekonomik değerleri yağmalanmıştır. Heykeller ve tapınaklar yıkılmış öncelikle; bu uygulamanın en çarpıcı yanı da, medenileşmenin abc’si olan bir yaklaşımla bunlara, estetik boyutlarıyla korunması ve başkalarının kutsalı olarak saygı duyulması gereken varlıklar gözüyle bakılmamıştır; aksine onlara çok tipik barbar/ilkel bir yaklaşımla, eritince ne kadar altın ve değerli madene dönüştürülür gözüyle bakılmıştır.”[6]

  1. İslam Öncesi Türkler

Devlet yönetimi: Kut anlayışı, veraset (ülke hanedanın ortak malı) İkili teşkilat (doğu-Batı) ve boylar federasyonu şeklinde örgütlenmişlerdi. Hükümdara “Hakan, han, kağan, ilteber, idikut, şanyü, tanhu”  eşine “Hatun “ kardeşine “yabgu” çocuklarına “Tigin” denirdi. Hatun, elçi kabul edebilir, kurultaya katılabilirdi. Hükümdarın sembolleri: Otağ, taht, sancak, sorguş (katuz), davul (nevbet), kılıç, tuğ Kurultay (toy):  Devlet işleri görüşülürdü. Son söz hakana ait. [Danışma Meclisi] Sonbaharda verilen ziyafetlere ‘şölen’ denirdi.

Şad: Boylara gönderilen yönetici. Ayguci: Başbakan, Vezir / Buyruk: Bakan / Tarkan: Askeri yönetici / Ayuki: hükümet / Tudun: Vergi memuru (vali) / Tuygun: üyelerine verilen isim. Hukuk: Yazısız hukuk kuralları, töre, hakan da uyardı. İlk yazılı hukuki belgeler  Uygurlara ait. Göçebe yaşamdan dolayı hapis cezaları 10 günü geçmez.

Sosyal Hayat:nSınıf ayrımı yok. Eşitlik esas, Mülkiyet anlayışı yok.

Aile (Oguş) => Obalar => Oymaklar => Boy (Uruglar birliği) => Budun (Millet) => İl (Devlet) Ekonomik Hayat: Temeli hayvancılık. Tarım => Uygurlar İpek ve kürk yolları önemli. Demircilik ve dokuma gelişmiş. Dünyanın ilk halısı (pazırık) Yarmak: Madeni paralar. Komdu: İpek ve bez parçalar

Dini Hayat:  Gök Tanrı inancı olup tek Tanrıya inanıyorlardı. Şamanizm (büyücülük ve gizli güçler). Şamanizm’de Baksı denilen din adamları vardı. Tabiat kuvvetlerine inanılır. Atalar kültü (ölmüş ataların ruhuna inandılar) Mezar: kurgan / Tomu; Cehennem / Uçmak: Cennet / Yuğ: Cenaze Töreni. Ölüler eşyalarıyla gömülürdü (ahret inancı)  Öldürdüğü düşmanı simgeleyen mezar taşına “Balbal” denirdi. Ordu: Asker-millet. Eli silah tutan herkes asker sayılırdı. Yuğ denilen ölü gömme törenleri vardır.(Türklerde ölen kişinin ardından yas tutulur).

Kurgan denilen mezarların başlarına Balbal denilen basit heykelcikler dikmişlerdir. Bu arada Güneş ve Ay kutsal sayılmıştır. Eski Türklerde tanrı, sonsuzdur ve herhangi bir şekle sokulamaz. Bundan dolayı Türklerde putçuluk olmadığı gibi putları korumak için yapılan tapınaklar da yoktur. Öldükten sonra dirilmeye inanan Hunlar, ölülerini günlük eşyalarıyla birlikte gömerlerdi. Türklerdeki tek Allah inancı ve yeniden dirilme düşüncesi Türklerin İslam dinini kolaylıkla benimsemelerinde etkili olmuştur. Türkler Maniheizm, Budizm, Nasturizm (tabiatçılık), Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık gibi inançları kabul etmişlerdir. Macarlar, Bulgarlar, Peçenekler ve Kumanlar Hristiyanlığı kabul ettiler. Uygurlar, Budizm ve Mani dinlerini benimsediler. Hazarlar arasında Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet yayıldı. Uygurlar ve Hazarlar din konusunda hoşgörülüdürler. İslamiyet dışındaki dinleri benimseyen Türk boyları, bulundukları coğrafyada azınlıkta kalmanın da etkisiyle bir süre sonra Türklük özelliğini kaybetmişlerdir. Göçebe yaşantıdan dolayı mimari gelişmemiştir. Ancak mimari, Uygurların yerleşik hayata geçmeleriyle başlar. Uygurlarla birlikte evler, tapınaklar, saraylar ve şehirler kurulmuştur. Türklerin  her tür eşyada çeşitli hayvanların (at, koyun, keçi gibi) figürlerini gösteren motifler kullanarak yaptıkları süslemeye “Hayvan üslubu” denilmektedir. Bu durum Türklerin göçebe yaşam tarzı ile doğa kuvvetlerine olan inançlarından kaynaklanmaktadır. Göçebe yaşam sürdüren Türklerde sanat eserleri genellikle küçük ve kolay taşınabilir eşyalardır. Maden işlemeciliği özellikle demircilikte ilerlemişlerdir. On İki Hayvanlı Takvimi bulmaları astronomide ilerlediklerini göstermektedir.

  1. Farklı Yorumlar

Kendilerini “müslüman” sayan “Türkler”i Muhammed, “müslüman” saymak şöyle dursun; “düşman” diye ilan etmiştir. İslam dünyasında en sağlam kabul edilen hadis kitaplarında da bu var. Başlı başına bir bölüm olarak. Bölümün adı da çok. İlginç: “Kıtalu’t-Türk”. Anlamı da: “Türklerle öldürüşmek (savaş)”. Buhari’de, Ebu Davud’da ve Tirmizi’de bölümün adı bu. İbn Mace’de “Babu’t-Türk”, yani “Türkler Bölümü”. Müslim’deyse, “Kıyamet alametleri” arasında yer alıyor. Muhammed, “Peygamberliğinin bir kanıtı” olarak, gelecekten haber verirken, Kıyametin bir alameti olarak Türklerle nasıl çarpışılacağını, müslümanların, Türkleri nasıl öldüreceklerini de anlatıyor. Hem Türk diye ad vererek, hem de tarif ederek, yüzlerinin, gözlerinin, burunlarının, derilerinin, renklerinin nasıl olduğunu anlatarak. Anlaşılan o ki, Türkler konusunda kendisine bir takım bilgiler verilmiş. Muhammed’in anlatmasına göre, “Türklerle öldürüşme”, taa “Kıyamet”e dek söz konusu. Kıyametin bir alameti olarak da müslümanlar, yeryüzündeki Türkleri öldürüp temizleyecekler. Yoksa kıyamet kopmayacak. İşte hadislerden bir kesim:

Müslümanlar, Türklerle öldürüşmedikçe, kıyamet kopmayacaktır. Yüzleri kalkan gibi, üst üste binmiş (kalın) derili olan bu toplumla….kıl giyerler.”( Bkz. Müslim, e’s-Sahih, Kitabu’l-Fiten/62-65, hadis no:2912; Ebu Davud, Sünen, Kitabu’l-Melahim/9 Babun fi Kıtali’t Türk, hadis no: 4303; Nesei, Sünen, Kitabu’l-Cihad/ BabuGazveti’t-Türk.)

Siz (müslümanlar), küçük gözlü, basık burunlu, yüzleri kalkan gibi, derisi üst üste binmiş olan toplumla öldürüşmedikçe kıyamet kopmayacaktır.” (Buhari, e’s-SAhih, Kitabu’l-Cihad/96; Müslim, e’s-Sahih, kitabu’l-Fiten/62 hadis no: 2912; Ebu Davud, Sünen, hadis no: 4304; Tirmizi, h. no: 2251; İbn Mace, h. no: 4096-4099)

“KITALU’T-TURK” HADİSLERİNDEN. “Türklere karşı k’tal, kesinlikle olacak.”…(Buhari,e’s-Sahih,Kitabu’l-Cihad/96)

“Şu da kıyamet alametlerinden: Kıldan (keçe) ayakkabı giyen bir toplumla vuruşup öldüreşeceksiniz. Geniş yüzlü, yüzleri kalkan gibi, üst üste derili toplulukla vuruşmanız-öldürüşmeniz kıyamet alametlerindendir. Siz (müslümanlar), küçük gözlü, kızıl yüzlü, basık burunlu, yüzleri kalkan gibi, derisi üst üste binmiş olan Türklerle öldürüşmedikçe kıyamet kopmaz.”( Bkz. Buhari, e’s-Sahih, kitabu’l-Cihad/95; Müslüm, e’s-Sahih, Kitabu’l-Fiten/66, hadis no: 2912; İbn Mace, h.no: 4097-4098).

– “Sizinle(siz müslümanlarla), küçük (çekik) gözlü toplum, Türkler savaşacaktır. Siz onları, üç kez önünüze katıp süreceksiniz. Sonunda Arap Yarımadası’nda karşılaşacaksınız. Birincide, onlardan kaçan kurtulur. İkincide kimi kurtulur, kimi yok edilir. Üçüncüdeyse onların tümü kırılacaktır.”(Ebu Davud, sünen, hadis no: 4305.)[7]

İslam’a dış bir göz ile bakan Turan Dursun’un Türk-İslam ilişkisine dair fikir ve yorumları temelde İslam dininin Türkler ile taban tabana zıt olması gerektiğini göstermektedir. Ne var ki makalenin başında beyan ettiğimiz teknolojinin gelişmesine bağlı olarak doğan bilgi kirliliği dini alanlara da bulaşması hasebiyle hadisler konusunda doğruluk ve gerçeklik tartışması yaratmaktadır. Bu bakımdan Turan Dursun’un dayandığı bazı ayetler ve kaynakların İslami gelenekten olan düşünürler tarafından kabul edilmemektedir.

“Çiviyazısı uzmanı Çek bilgin Hrozny’nin insanlık kültürünün Asya’dan, Pamir-Altay-Hazar üçgeni arasından çıkarak dünyaya yayıldığını açıklayan modelinden hareket eden Küyel’e göre, aynı zamanda İslam’dan önce Türklerde hikmetin ya da felsefi görüşlerin varlığı da tanıtlayabilecek bu modeli temellendiren unsurlar, Asyalı bir kavim olan Sümerliler ile Türklerin evren, toplum, insan hakkındaki görüş benzerliklerini de ortaya koyan “İkili Evrenselcilik” ( Yer-Gök İnancı) “Atalar Ruhu”, “Tengricilik”, “Kut”, Gönül”, ve “Mahayana” kavramlarıdır. “[8] Buradan da görüleceği üzere, Türklerin İslamiyet öncesinde sosyal ilimlerle olan iletişimi açık olup, İslamlaştırmadan sonra gelen bir ilim, irfan ve düşünce anlayışından bahsetmek doğru olmayacaktır. Tam aksine İslamlaştırmadan sonra dini vecizelerin ağır basması hasebiyle, din adına eylemlerde bulunmak için bilim, ilim ve kültürel gelişmeden uzak kalmıştır. Öyle ki İslamiyetten önce erdem, etik ve siyaset adına fikir ve görüşlerin temeli oluşturuluyorken, İslamlaştırmadan sonra tüm fikir akımları din güzellemeleri, dini eylemeler ve dini ritüellerine dönüşmüştür.

Günümüzde ise Türkiye siyasi ve ekonomi hayatı İslami çerçevenin kullanılması hasebiyle istenildiği gibi şekillendirilmektedir. “Uzun bir modernleşme sürecine rağmen, İslam’ın “yeniden canlanışı” son zamanlarda önemli bir olgu olarak Türkiye’nin toplumsal ve siyasal gündemindedir. Türk devrimi ile radikal bir boyut kazanan modernleşme siyasaları, İslam’ın öncelikle siyasal hayattaki, o arada toplumsal yapıdaki rehberlik görevini ortadan kaldırmayı öğretmekteydi. Fakat son zamanlarda karşılaşılan durum, İslam’ın toplumsal ve siyasal kimlik aracı olarak çalışmasının ivme kazandığına, dolayısıyla laikleşme sürecine “tehdit” etmekte olduğuna dair işaretler içermektedir.

Bununla beraber, mesela sadece kimlik arayışından ibaretse ve laik ideolojilerin varlığına rağmen İslam, bu arayışa cevap teşkil eden önemli bir ideoloji veya değerler sistemi olarak algılanıyorsa, ortaya şöyle bir soru çıkmaktadır: Bu aşamada İslam’a, Türkiye’de, laik ideolojiler karşısında bu konumu kazandıran sebepler nelerdir? “[9] Sarıbay’ın zorunlu olarak sorduğu sorunun cevabı, Freudyen bir yaklaşımla kimliğini bulamamış, kendi varlığını bir olgu veya ilke üzerine konumlandıramamış bireylerin, inanç sistemi üzerinden kendini gerçekleştirmesi olarak cevaplanabilir.

  1. Sonuç

21. yüzyılda satın aldığı metanın referansıyla hayatını devam ettiren insanoğlu, din gibi hayatının her alanına müdahalede bulunan bir olgunun içinde olması durumunda, özüne dair değişikliklerin olmadığını düşünmek iyimserlik olacaktır. Bu bakımdan bireyden, Türk, Amerikan, İngiliz, Kürt, Ermeni veya herhangi bir topluma kadar, dini inancın etkileri o toplumun, dinden önceki pratiklerinde yozlaşmaya ve yabancılaşmaya neden olacaktır. Bu kaçınılmaz etki-tepki durumu ne yazık ki birçok ulus için gerçekleştiği gibi Türkler içinde bu durum yaşanmaktadır. Bu durumunun iyi veya kötü olarak değerlendirilmesi mümkün değil iken, İslam’ın Türkler “Tarih Sahnesindeki Türk” yaptığını söylemek yersiz bir iddiadan fazlası olmayacaktır.

Kaynakça

Akpınar, T. (1999). Türk Tarihinde İslamiyet. İletişim Yayınları.

Aydın, E. (2013). Nasıl Müslüman Olduk? Literatür Yayıncılık.

Cevizci, A. (2010). Felsefe Tarihi. Say Yayınları.

Dursun, T. (2013). Din Bu – 2. Kaynak Yayınları.

Sarıbay, A. Y. (2014). Postmodernite Sivil Toplum ve İslam. Sentez Yayınları.

Tanilli, S. (2012). İslam Çağımıza Yanıt Verebilir Mi? Alkım Yayınları.

Tanilli, S. (2014). Uygarlık Tarihi. Cumhuriyet Yayınları.

Yolsal, Ü. H. (2003). Felsefe Sözlüğü. Bilim ve Sanat Yayınları.

Dipnotlar

[1] (Aydın, 2013, s. 53)

[2] (Akpınar, 1999)

[3] (Aydın, 2013)

[4] (Akpınar, 1999)

[5] (Aydın, 2013)

[6] (Aydın, 2013)

[7] (Dursun, 2013)

[8] (Yolsal, 2003)

[9] (Sarıbay, 2014)