Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Klasiklerini sürekli duymaktayız. Bu sorular hep sorulur. Hep bunun ardında da gizem veya gizemler aranır durur. İsteriz ki bir babayiğit gelsin bana, benim ne kadar mükemmel olduğumu göstersin. Hemen peşinden de beni beklemekte olan mükemmel geleceğimin içine bıraksın. Biz böylece bekler dururuz ama ne gelen olur ne giden ve bir de kafamızı tahtaya vurduktan sonra bakarız ki…

Sponsor Bağlantılar

Terk et seni doğru râha1 var yürü

Pîr-i Sâmî gibi şaha var yürü

Halâs2 ol zulmetten mâha3 var yürü

Ara bul kendine bir sâdık yoldaş4

Sakın Salih gibi kalma âvâre

Cân bedende iken kıl buna çâre

Sonra ısırdırlar seni çok mâre5

Daha nef’i6 vermez döktüğün kan yaş


                                                                   Salih baba

1 râha = Yola

2 Halâs = Temizlenmek

3 Mâh = ay olup burada ışık olarak kullanılmıştır

4 Fatihada doğru yolda olup kendisine nimet verilenler

5 Mâr = Yılan

6 Nef’i = Çare

Salih babanın ikinci dörtlükte de işaret ettiği gibi, boş ve avare beklentilerin sonunda, hayat tamam olmuş ve kabir artık içeriden de tüm ihtişamı ile görülebilmektedir. Şairin o gün dilindeki “mâr (Yılan)”  semmi mâr yani kabir yılanları olarak ya da öldükten sonraki azaplar olarak karşımıza çıkar.

Artık gözümüzden yaş değil kan akıtsak bile, bize nef’i, fayda vermeyecektir. Tıpkı, ehliyet sınavına hiç çalışmadan sınava girmiş gibi. Direksiyona geçmek ve ahretin virajlı dolambaçlarında yolu takip edecek trafik levha bilgilerini ve şoförlük bilmeden, nafile yol sıkıntılarından kurtulmak ve sılaya ulaşmak çabaları!

Oysa ölmeden önce noksanımızı tamamlasaydık ya! Ama noksanımızın ne olduğunu bilmeden de tamamlamamız tabii ki mümkün değil. Noksanımızın ne olduğunu anlamamız bütün dikkatimizi kendi üzerimizde toplamaktır. Yani sürekli olarak kusur ve noksanlarımızı teşhis ve tespit ederek tedavi yollarına bakmalıyız. Dürüst olmak gerekirse ben öyle olmadığımı düşünüyorum. Hatta çoğumuzun öyle olmadığımızı! Kendimizde kusurlar bularak olgunlaşma peşinden gideceğimize etrafın noksanı ve kusurları üzerine odaklanmış gidiyoruz.

Yolda giderken bir taşa ayağımız takılsa, dönüp taşa kötü kötü bakarız. Taş suçlu olabilir ama ben asla! Bu arada bize bakan birilerinin düşüncelerini hisseder gibi olursak, kim koydu bu taşı buraya? Diye sorarak, en azından durumu makul bir seviyeye çekmeye çalışırız. Sonuçta bir suçlu mutlaka bulunmalıdır. Ama o, asla ben olmamalıyım.

Aslında beklediğimiz babayiğitler bize çağlar içinde sürekli gelirler. Hayalimizdeki gibi bir mükemmel geleceğin içine bizi bırakmazlar ama bize kim olduğumuzu çözmenin yollarını gösterirler. Hem de bize, bizi beklemekte olan mükemmel geleceğimizin anahtarlarını teslim ederler. Bize düşen de o anahtarları kullanmak ve kim olduğumuzu daha sonra kim olacağımızı ve nereye gideceğimizi belirlemektir.

Bize bu dünyada bir irade bırakılmıştır. Gözümüzün önüne yakılan bir ateşe koşarak dalan hiç yoktur. Ama bilmem kaç yıldır göremediğimiz akrabalarımızın bulunduğu piknik alanına koşarak dalmayan yok gibidir. Aynı şey ahret içinde geçerlidir, ateş ve gülistan şimdiden önümüze serilmektedir. Dileyen dilediğini seçer. Biraz sonra sunacağım dizelerde büyük üstat Salih baba bize, nasıl davranmamız gerektiğini göstermiştir.

Büyük düşmanımız nefsi emmare

Takmış kemendini cezb eder nare

Cehdetki kılasın sen sana çare

Ellerin ayıbını gözleme gardaş.

                                         Salih baba

Salih baba çok açık bir şekilde bizim kendi nefsimizdeki noksanların, hataların, günahların bizi nar’a, ateşe götürebileceğini söylüyor. Yalnız burada ateş ikidir. Ahretteki cehennem ateşine takılıp kalmayalım. Yapacağımız noksanlıklar bize ateş gibi bir gelecek hazırlayabilirler. “Kişinin çektiği amelidir, ameli” veya “Ne ekersen onu biçersin” cümlelerindeki gibi. Çözüm olarak da, bize savaşmayı, cihat etmeyi, cehdetmeyi öneriyor. Tabii ki dizelerden anlaşılacağı üzere kendi nefsimizle savaşmak önerilmektedir. Bu savaşta başarıya taşıyacak en büyük unsursa asla başkalarının ayıbını gözlememektir.

Ahretteki cehennem ateşine takılıp kalmayalım, dedik. Çünkü dünyanın da ateşli bir yaşam içermesi, sorunlar ve sıkıntılarla, ama bizim tarafımızdan da sürekli körüklenen sorunlar ve sıkıntılarla dolması, ahret için ekin alanı olan bu dünyanın kaybedilmesine sebebiyet verebilir. Yani bu dünyadaki yaşamın getirdikleri, ebedi mutsuzluk ya da ebedi mutluluğa götürecektir. Bazılarımızın yokluk, sefalet gibi şeyler sonun da Allah korusun isyana düşebileceğimiz ihtimale dâhildir. Bu dünyadaki yaşamımızı kendi irademizle kötüye yönlendirdiğimiz takdirde, burada bir ateş yaşayabileceğimiz gibi, o ateş bizi sabırsızlık ve tahammülsüzlük sonunda, ahretteki ateşe de sürükleyebilir. Fakat ister kendi hatalarımızdan kaynaklansın, isterse kader ve kaza sonucu, bizim irademiz dışı olsun, karşılaştığımız problemlerin kolaylaşması, çekilebilir hale gelmesi, ancak Allah yardım ederse olur.

Allah’ın merhamet ve yardımını cezb edebilmek için fark etmesek bile bir kusurumuz olabileceğini kabul etmek, her şeyin ondan olduğunu bilerek, ona teslim olmak ve yardımından ümit kesmemek gerekmektedir. Kusurlu olabileceğimizi düşünmekse, kesinlikle sürekli nefsimize yüklenerek, psikolojik problemlere ve ezikliklere sebebiyet vermek olmamalıdır. Allah’ım ben noksanım sen yükseksin, ben yine hata ettim, günah ettim, cürüm ettim, ama bir daha işlememeye azmi, cezmi kast eyledim, sen bana lütfet, af et, kolaylıklar ihsan eyle diye ona yönelmek lazımdır.

Anlaşılabileceği gibi, nefsimizle cihat etmek deyince, nefsimize zulüm etmekte asla değildir. Kitabımızda helal kılınan şeyleri, nefs terbiyesi yapacağım diye kendi kendimize haram kılmamıza da gerek yoktur. Hatta Allah’ın helal kıldığını devre dışı bırakmak herhalde hoş da olmaz. Orta kararın dışına çıkılması zaten uygun görülmemiştir. Biz yiyecek, içecek ve diğer hususlarda orta yolu yakalamaya azmedersek, zaten kuvvetli bir nefs orucuna girmiş oluruz.  Ama bundan da önemlisi, Allah’ın kuluna yüklemiş olduğu nefste olması muhtemel kin, nefret, haset, kibir, riya gibi duygularla baş etmektir. Bunlar da bizde fark edilmeseler bile az veya çok vardır, en azından buzdağının görünmeyen kısmında saklanmışlardır.

Kin, nefret, haset, kibir, riya kelimeleri üzerinde tek, tek durduğumuz da ikinci, üçüncü şahıslar üzerinde, kendilerini gösterme fırsatı bulabildiklerini hemen fark edebiliriz. Her fırsat buluşlarında ise yani birilerine kin, nefret vs. duygular hissettiğimiz de, avını yutan bir canavar gibi beslenerek azgınlaşmaktadırlar. Yani kısaca, başkalarının kusurlarını görmekten kaçmamız, önce kendi menfaatimiz gereğidir.

Aslında bu kötü duyguların meyvesi oldukları ağacın, suyunu keserek kurumasını sağlamak en geçerli ve en kolay olan yoldur. Bu kötü meyveleri veren ağaç nefsi emmaredir. Nefs ağacının suyunun kesilerek, kurutulmasının en kolay yolu, herkesi sevebilmekten geçmektedir. Çünkü sevenler; Kusurları gerçek bile olsa, sevdiklerinin kusurlarını göremezler. Aşk sayesinde bir türlü fırsat bulamayıp da kimseye kin, nefret vs. duygular hissedemeyen nefsin bu yönü ise besin kaynağına olan uzaklığı sebebiyle eriyerek yokluğa mahkûm olacaktır.

Peygamber efendimiz, bir hadisinde “İmanınız olmadıkça cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman sahibi olamazsınız, selamlaşmadıkça birbirinizi sevemezsiniz” buyurmaktadır. Teşhis, tespit ve tedavi yolları bir kere de sunulmaktadır. Yani senin derdin şu, git dermanını ara değil, al dermanı da budur, denilmektedir. Tabi ters ters bakıp emirdir, al sana selam, diye verilen selam ne kadar fayda verecektir, onu da artık Yaratan daha iyi bilir. Fakat içinden gelerek  “Merhabalar efendim, nasılsınız” demek herhalde, “al sana selamunaleyküm” den daha şifalı olurdu.

Salih babanın dizelerinde geçen cihat ya da peygamberimiz efendimizin büyük olanı dediği, cihat anahtarının, yüzyıllar boyu anahtarcılardan satın alındığını ve nedense hep aynı yanlış bir iki kapının zorlandığını görebiliriz. Bu kapıları, sürekli cihat için devletler arayışına girmek veya mütemadiyen komşunun kusurlarını araştırmak gibi düşünebiliriz.

Tabi ki kutsal savaşlar çok olmuştur. Peygamberimizin uyguladığı saha muharebeleri namustur. Peygamberimizin savaşlar bittikten sonra “Küçük cihat bitti büyük cihat başladı” dediğini hepimiz duymuşuzdur. Fakat cihadın büyüğü olarak kendi hatalarımızı araştırmayı ve onlarla mücadele etmeyi sunmuştur. Daha da önemlisi ise başkalarının kusurlarını görmemeyi önermiştir. Zaten başkalarının kusurları ile oyalanmak da, kendi kusurlarımızı görmeye fırsat bırakmadığı gibi bize ait kusurların en büyüklerindendir.

Küçük savaşlarda bile ölenler, düşmana galip gelemeseler dahi şehittirler. Öyleyse bizler büyük cihatta başarılı olup olamayacağımıza bakmadan ısrar edelim. Benim noksanlarım nelerdir? Nasıl tekâmül ederim? Sorularını kendimize sorarak, nefsimizdeki noksanlıkların, ikmal edilmesine bakalım.

Birlikte şöyle bir hayal kuralım;

Osmanlı’nın en geniş topraklara sahip olduğu bir dönemde, haritanın tam ortasına gelen bir köyde yaşıyoruz. İyi bir Müslüman olmak için cihat etmemiz gerekli! İlk anladığımız haliyle, hayaller bedava olmasına rağmen hayalimizi genişletemiyoruz. Çünkü bulunduğumuz köyden, kısmet olup da, devlet bizi tutup binlerce uzaktaki muhtemel muharebe sahalarına götürmezse, bizim için komşu köye bile gitmek hayal olurdu. Tabii bu da hayal içinde hayal olurdu. Öyleyse bulunduğumuz yerde bir cihat ortamı yakalamak zorundayız. Bulunduğumuz yerde yakalayacağımız savaş içinse hayal kurmaya gerek kalmamaktadır.

Bu durumda peygamberimizin büyük cihat dediği, Salih baba’nın da dizelerinde geçen “Cehdet ki kılasın sen sana çare” tavsiyesi tek gerçek gibi duruyor. Kendi nefsi emmaremiz ile cihat etme zarureti baş gösteriyor. Öyle ya yoldaki taşlarla biteviye savaşıp duramayız.

Allah’a inanmayanlarda bulunan ancak inananlarda da çok sık rastlanan ahlakın en zayıf yönü olan nefsi emmareden kurtularak ismiyle müsemma nefsi safiye ile halleşmek bu yola baş koyanların muradıdır. Yani tertemiz saf bir kişiliğe sahip olmak hedeftir. Yine buradaki ahlakı da klasik manada bir terbiyeden ziyade Allah’tan bahşedilmiş ulvi hediyeler şeklinde düşünmeliyiz. Kötü ahlakı ise her zaman kendi bedenimizde karşımıza çıkmasa bile, buz dağının altında kalmış, ortamın da zuhur ederek, fiiliyata dönüşebilecek olgular olarak algılamak aslına daha yakın olacaktır.

Dünyaya geliş amacımız Allah’ın ahlakı ile süslenmektir. Allah güzeldir ve bütün güzel ahlak ve sıfatların sahibidir. Bize kendi Ruh’undan bir ruh üflediğini buyurmaktadır.2Ama başka emirlerinde de bize nefs verdiğini ve bu nefs içinde şüphesiz ki kötülükleri emreder diye buyurduğunu biliyoruz.5Ya da Tin suresinde insanı yaratılanların içinde en mükemmel halk ettiğini ama aşağıların aşağısına indirdiğini beyan ediyor.16Yine başka bir emrinde ise nefsi emmare yükünden dağların bile kaçtığını buyuruyor.[i] Kısaca iyilikler ve kötülükler içimize işlenmiş durumdadır ve bizim görevimiz kötülüklerden sıyrılarak Allah’ın ahlakı ile bezenmektir. Üflediği onun kendi ruh’u ile hareket eder hale gelebilmektir.

Kendi Ruh’undan bir ruh üflemiştir. Sonra terbiye edilmeyi bekleyecek nefs ilave edilmiştir. Satranç tahtasındaki siyah ve beyaz kareler gibi kaldırın kara kareleri altında beyazlar var. Bütün safiyeti ile bizim ona ulaşmamızı bekliyor. Kaldırın nefsi aradan altında bütün safiyeti ile bekleyen güzeller güzelinin Ruh’undan bir ruh var.

Kızıl derili çocuğun kapısındaki iki köpeği biliyorsunuz değil mi? Hani şu biri beyaz biri siyah iki köpeği! Bilmeyenler varsa hatırlatalım. Sürekli kavga halindeymiş bu iki köpek. Çocuk;

“Baba” demiş “ hangisi galip gelecek?”

“Oğlum biz hangisini beslersek o galip gelir.”

Şu anda bizde mevcut bulunan derdi tespit etmiş bir halde sayılabiliriz. Derdimiz, nefs perdesini açıp arkasında ki ruhu, bizi yaratılanların en şereflisi kılan ruhumuzu tanımaktır.


[i]

33 Ahzap Suresi

72 – Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir. ( Diyanet meali )