Kuruluş yıllarında Osmanlı Devleti’nin düzenli askerî birlikleri yoktu. Osman Gazi zamanında eli silah tutanlar savaşa katılır, muharebe bitince herkes işinin başına dönerdi. İlk düzenli askerî birlikler Orhan Bey zamanında kuruldu. Yaya ve müsellem (atlı) denilen ve Türk gençlerinden toplanan bu kuvvetler biner kişilik birliklerden oluşuyordu. Bunlar sadece savaş halinde iken ücret alırlar, barış zamanında kendi işleriyle meşgul olurlardı. Kumandanları onbaşı, yüzbaşı ve binbaşı ünvanlarıyla anılan bu geçici askerler, gittikçe büyüyen bir devletin ihtiyacını karşılayamaz hale gelince başka ve daimî bir ordunun kurulması kararlaştırılmıştır.

Sponsor Bağlantılar

Osmanlı Kara Kuvvetleri

Merkez Kuvvetleri

Klasik dönemde Osmanlı Devleti’nin kara kuvvetleri merkez ve eyalet askerlerinden oluşurdu. Kapıkulu Ocakları adıyla da anılan merkez kuvvetleri yaya ve atlı birliklerden teşekkül ederdi.

Yaya Kapıkulu Ocakları

Yayalar yeniçeri, acemi, cebeci, topçu, top arabacı, humbaracı ve lağımcı ocaklarına ayrılırlardı. Rumeli’de fetihlerin artması üzerine savaş esirlerinden faydalanılma yoluna gidildi. I. Murad zamanında Pençik Kanunu çıkartıldı. Buna göre, savaş esirlerinin beşte biri vergi karşılığı yeniçeri oluyordu. Bu savaş esirlerinin doğrudan yeniçeri yapılmasının mahzurları görülünce, önce Anadolu’daki Türk çiftçilerinin yanına verilmeleri kararlaştırıldı. Böylece bu esirler hem Türkçe’yi hem de Türk-İslâm âdetlerini öğreneceklerdi. Asıl askerî eğitimleri için ise önce Gelibolu’da, İstanbul’un fethinden sonra da burada birer “Acemi Ocağı” kuruldu. Bir nevi askerî okul statüsündeki bu ocak, sadece yeniçeri ocağının değil öteki kapıkulu ocaklarının da nefer ihtiyacını karşılardı. Acemi ocağının nefer ihtiyacı önceleri sadece savaş esirlerine münhasır iken, zamanla bunun kâfi gelmemesi üzerine Devşirme usulüne başvuruldu. Osmanlı tebaası Hristiyan çocuklarının belli kurallar dahilinde toplandıktan sonra, eğitilerek başta askerlik olmak üzere devlet kadrolarına adam yetiştirmeye yönelik olan devşirme sistemi yüzyıllarca Acemi ocağının en büyük nefer kaynağı olmuştur. Özellikle yabancı araştırmacılar tarafından, zımmî çocuklarının ailelerinden koparılmasının ve müslümanlaştırılmalarının onların hukukuna tecavüz olduğu ve İslâm hukukuna ters düştüğü yolunda devşirme sistemine itirazlar yapılmıştır. Bu itiraz kısaca, İslâm devletiyle zimmet akdi yapmış gayrimüslim tebaadan alınan cizye vergisinin bazen zorunlu askerlik yapmaya dönüştürülmesi, toplanan çocukların ise buluğ çağına erişmemeleri, dolayısıyla henüz ailelerinin dinine tabi olmadıkları, bilakis, “her doğan çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar; daha sonra anne ve babası onu yahudileştirir, nasranileştirir ve mecusileştirir” mealindeki hadis-i şerifle izah edilebilir. XVI. yüzyıl sonlarından itibaren kul kardeşi ve ağa çırağı adları altında kanun dışı yollarla başka neferler de ocağa alınmış, böylece ocak nizamı bozulmaya başlamıştır.

Acemi ocağında belli bir süre eğitilen adaylar, başta yeniçeri ocağı olmak üzere öteki kapıkulu ocaklarına verilirlerdi ki, buna kapıya çıkma denirdi.

Kapıkulu ocaklarının en nüfuzlusu ve kalabalığı olan yeniçeri ocağı I. Murad zamanında Edirne’nin fethinden sonra kuruldu. Dolayısıyla ilk yeniçeri kışlası Edirne’de yapıldı, İstanbul’dan sonra bu şehirde de kışlalar yapılmıştır. Yeniçeri ocağı yaya, segban ve ağa bölüklerine ayrılırdı. Cemaat adıyla da anılan yayalar 101 ortadan (bölük) oluşurdu. Önceleri müstakil olan segban bölükleri Fatih Sultan Mehmed zamanında yeniçeri ocağına ilhak edilmişlerdir. Ağa bölükleri ise II. Bayezid zamanında (1481-1512) ihdas edilmiştir. Böylece yeniçeri ocağındaki orta ve bölük sayısı 196’ya çıkmıştır.

Ocağın en büyük zabiti yeniçeri ağasıdır. Bunun altında segbanbaşı, kul kethüdası, zağarcı-başı, segsoncubaşı, turnacıbaşı, haseki ağalar ve başçavuş gibi yüksek rütbeli zabitler bulunurdu. Daha aşağıda ise deveciler, yayabaşılar, muhzırba-şı, kethüdayeri ve bölükbaşılar vardı. Yeniçeri ağası İstanbul’un önemli bir kısmının asayişinden de sorumluydu. Onun başkanlığında toplanan segbanbaşıya takaddüm ederek ikinci büyük zabit ve yeniçeri ağalığına namzet kişi olmuştur.

İstanbul’daki yeniçeri kışlaları Şehzadebaşı ve Aksaray semtlerindeydi. Bunlardan birincisine Eski odalar, ikincisine ise Yeni odalar denirdi. Birçok kapısı olan bu kışlalar kendi içlerinde, oda denilen birimlere ayrılmıştı. Bütün kapıkulu ocakları neferleri gibi, yeniçerilerin de iaşeleri kendilerine aitti. Bu ihtiyaçlarını devletten ulufe (mevâcib) adı altında aldıkları maaşla karşılarlardı. Özel kıyafet ve serpuşlan olan yeniçerilere, mevsimine göre yazlık ve kışlık kumaşlar verilirdi. Yeniçerilerin birçok bayrak ve nişanı vardı. Bunların en büyüğü İmâm-ı Âzam Bayrağı idi ve ocağın Sünnîliğinin işaretiydi. Yeniçeri ocağının nizâmı XVI. yüzyıl sonlarından itibaren bozulmaya başlamış, ıslâhı mümkün olmamış ve ocak 1826 yılında II. Mahmud zamanında kaldırılmıştır.

Cebeci ocağının başlıca görevi yeniçerilere silah sağlamak, bunlan imal etmek ve bakımını yapmaktı. İstanbul’da ve taşrada Belgrad, Budin gibi bazı stratejik önemi büyük merkezlerde cebebâne denilen silah depo ve imalâthaneleri vardı. Buralarda da cebeciler bulunurdu. Cebeci ocağının da nefer kaynağı acemi ocağıydı. En büyük zabiti cebecibaşı olup bunun altında dört kethüda, cebeciler başçavuşu, kâtip ile ona ve bölük kumandanları vardı. İstanbul’un Hocapaşa, Ayasofya ve Ahırkapı semtlerinin muhafazası cebecibaşıya aitti. Bazen yeniçerilerle birlikte isyan olaylarına katılan cebeci ocağı da 1826 yılında lağvedilmiş, fakat yerine yeni bir tüzükle Cebehâne-i Âmire Ocağı kurulmuştur.

Yaya kapıkulu ocaklarından Topçu ocağı, Yeniçeri ocağından sonra kurulmuştur. Mensuplarının başlıca görevi top imal etmek ve bu silahları kullanmaktı. Top imalathanesi İstanbul’un Tophane semtindeydi ve Fatih Sultan Mehmed zamanında (1451-1481) yapılmıştı. İstanbul’dan başka, bazı sınır kalelerinde ve özellikle maden yataklarına yakın yerlerde de top imalâthaneleri vardı. Türk topçuluğu en yüksek dönemini Fatih Sultan Mehmed zamanında yaşamış, demir, bakır ve tunçtan çok büyük toplar, bu arada ilk defa havan topları dökülmüştür. Nakli güç yerlerde seyyar top dökümhaneleri kurulurdu.

Topçu ocağının âmiri olan topçubaşı İstanbul’un Tophane ve Beyoğlu semtlerinin asayişinden sorumluydu. Bunun altında dökümcübaşı (dökücübaşı), kethüda ve çavuş bulunurdu. Top imalathanesi, daha sonraki yıllarda ihtiyaç duyuldukça genişletilmiştir. Zamanla fonksiyonunu kaybedince, III. Mustafa döneminde Avrupa’dan topçu ustaları getirtilmiş ve Sür”at topçuları adıyla yeni bir sınıf teşkil edilmiştir.

Yaya kapıkulu ocaklarından Top Arabacıları Ocağı’nın başlıca görevi, büyük topların naklini sağlamaktı. Topçu Ocağı’na bağlı olarak XV. yüzyılda kurulmuştur. İstanbul’da ve taşrada stratejik yerlerde kışlaları bulunurdu. Arabacı neferlerinin, top arabası yapmak ve top nakletmek gibi iki türlü hizmetleri vardı. Ocağın en büyük zabiti olan top arabacılarıbaşısının altında kethüda, başçavuş, kethüdayeri, ocak kâtibi ile bölük zabitleri vardı.

Humbaracı Ocağı, bir nevi el bombası olan humbara silahının imal edildiği ve kullanıldığı yerdir. Önceleri Cebeci ve Topçu ocaklarına bağlı olan humbaracılar, İstanbul’un fethinden sonra müstakil hale getirilmişlerdir. Merkezde ve taşrada hizmet ederlerdi. Merkezdekiler maaşlı, taşradakiler ise dirlikliydi. Hepsinin âmiri humbaracıbaşı idi. Zamanla ihmale uğrayan ocak, XVIII. yüzyılda Osmanlı Devleti’ne iltica eden Comte de Bonneval’in (Humbaracı Ahmed Paşa) gayretleriyle ıslâh edilmişse de daha sonra tekrar ihmal edilmiştir.

Lâğımcılar teknik bir sınıftı. Başlıca görevleri toprak altından tüneller açarak buralara yerleştirdikleri patlayıcı
maddelerle kale fetihlerini kolaylaştırmaktı. Maaşlı ve timârlı lâğımcılar vardı. Ânirleri lâğımcıbaşıydı. Lâğımcı Ocağı da zamanla bozulmuştur. XVIII. yüzyılda ıslâhına çalışılmışsa da eski gücüne kavuşamamıştır.

Atlı Kapıkulu Ocakları

Atlı Kapıkulu Ocakları’nın mensuplarına kapıkulu süvarileri denirdi. Altı bölükten oluşan kapıkulu süvarilerinin de Osmanlı Devleti’nin büyümesinde etkin rolü olmuştur. İlk teşkil edilenler sipah ve silâhdar bölükleriydi. Daha sonra sağ ve sol ulûfecilerle, sağ ve sol garipler teşkil edilmiştir. Kapıkulu süvarilerine Altı Bölük Halkı da denirdi. Süvariler mevkîce yayalardan üstün ise de, nüfuz bakımından onların altındaydı. Efradı, başta yaya kapıkulu ocakları (özellikle yeniçeriler) olmak üzere, saray ve saraya bağlı okul statüsündeki kurumlardan alınırdı. Süvari bölüklerine geçmeye bölüğe çıkma denirdi.

Süvari bölükleri, taşıdıkları sarı, kırmızı, yeşil ve alaca bayraklarının adlarıyla da anılırlardı. İmtiyazlı ilk iki bölüğe Yukarı Bölükler, ulûfelilere Orta Bölükler, gariplere ise Aşağı Bölükler denirdi. Süvarilerin başlıca görevi sefer esnasında padişahın otağını korumak, askerin geçeceği yolları temizletmek, köprüleri tamir ettirmek, sancakları muhafaza etmek ve benzeri işlerdi. Kapıkulu süvarileri de yayalar gibi XVII. yüzyıldan itibaren önemlerini kaybetmişler ve 1826 yılında ortadan kaldırılmışlardır.

Timarlı Sipahiler

Yardımcı Taşra Kuvvetleri

Yukarıda eyalet kuvvetleri arasında zikredilen fakat aslında asıl orduya yardımcı olan birliklerdir. Bunlar öncü, geri hizmet ve kale kuvvetleri şeklinde üç grupta ele alınabilir.
Öncü kuvvetler azeb, akıncı vs. deli gibi birliklere ayrılabilir. Bunlardan eyalet askeri statüsündeki azebler öncü piyade birliklerindendir. Kuruluşları Yeniçeri Ocağı’nın teşkilinden öncedir. Savaş esnasında ordunun en önünde bulunurlar, dolayısıyla ilk hücumlara bunlar maruz kalırlardı. Savaş başlayınca sağa sola açılarak topçuların ateş etmelerini sağlarlardı. XVI. yüzyılda kale muhafızı olarak kullanılan azebler II. Mahmud zamanında kaldırılmışlardır.

Akıncıların varlığı devletin kuruluşu kadar eskidir. Daimi ordunun kurulmasından önce, tamamı atlı olan askerler akıncı statüsündeydi. Yeniçeri Ocağı’nın kurulmasından sonra, görevleri tedricen sınır boylarına inhisar etmiştir. Önceleri devlet hazinesine hiçbir yükleri olmayan akıncılar, her türlü ihtiyaçlarını kendileri temin ederler, genellikle düşmandan aldıkları ganimetle geçinirlerdi. Buna karşılık devlete vergi vermezlerdi. Fakat zamanla başarılı akıncılara timâr tevcih edilmiş, böylece dirlikli akıncılar ortaya çıkmıştır.

Belli kanun ve tüzükleri olan akıncıların en büyük âmirine akıncı beyi denirdi. Bağlı oldukları beyin adıyla anılan akıncılar genellikle Rumeli’de kullanılırlar, ancak gerek görülürse Anadolu’da da istihdam edilebilirlerdi. Akıncılık uzun süre Evrenos, Turhan, Mihal ve Malkoç oğulları gibi ailelerin uhdesinde kalmıştır. XVI. yüzyıl sonlarından itibaren sadece ismen varlığını sürdüren akıncıların yerini serhad kulları ve Kırım kuvvetleri almıştır.
Deli denilen öncü birlikler de akıncılar gibi atlıydı. Delice cesaretlerinden dolayı bu adı almışlardı. Önceleri sadece Rumeli’deki hudut beylerinin maiyetinde kullanılan deliler, XVII. yüzyıldan itibaren Anadolu’daki vezir ve beylerbeyilerin maiyetlerinde de teşkil edilmiş ve tamamen ücretli maiyet askeri olmuşlardır. Kılık kıyafetleri ile düşmanı korkutan deli askerleri XVII. yüzyıldan itibaren efendilerinin sık sık görevden alınmaları yüzünden işsiz kalmışlar ve bulundukları yerler için tehlike unsuru olmuşlardır. Islâhlan için ciddi bir çalışma bulunmayan deli teşkilatı 1829 yılında kaldırılmıştır.

Geri hizmet birlikleri yaya, müsellem, yürük, cerehor, canbaz ve şatır gibi başlıklar altında toplanabilir. Kuruluş yıllarının askerî birlikleri olan yaya ve müsellemler, Yeniçeri Ocağı’nın kurulmasından sonra tedricen geri hizmete alınmışlardır. Başlıca görevleri sefer zamanında ordunun geçeceği yolları açmak, hendek ve siper kazmak, top ve gülle nakli yapmak, cephedeki askere zahire taşımaktı. Barış zamanında ise kale tamiriyle meşgul olurlar; maden ocaklarında ve tersanelerde çalışırlardı. Yayalar sadece Anadolu’da istihdam edilirken, müsellemler hem Anadolu’da hem de Rumeli’de kullanılırlardı. Yayaların Rumeli’de gördükleri işleri yürükler yapardı. Bu birliklerin her birinin ayrı teşkilatı vardı. Öteki geri hizmet birliklerinden olan canbazlar, tatarlar ve garipler de ordunun işçi sınıfındandı.

Serhad kulu da denilen kale kuvvetleri yaya statüsündeydi. XVI. yüzyıldan itibaren azebler kısmen bu statüye bağlanmıştı. Yine kale kuvvetlerinden olan gönüllü ve beşliler ise, bulundukları yerin halkından seçilerek teşkil edilirlerdi. Hisar eri veya Fârisan denilen kale muhafızları da kale kuvvetlerinden idi.

Askerî Teşkilâtın Bozulması

Gerek merkez, gerekse taşrada askerî teşkilâtın bozulmasının başlıca sebebi kânun ve nizâma uymamaktır. Bozulmanın Kânûni Sultan Süleyman zamanında başladığı, fakat III. Murad döneminde kendisini gösterdiği umumiyetle kabul edilen bir gerçektir. Sık vuku bulan cüluslar yüzünden sık verilen bahşişler hazineyi tüketmiş, İstanbul büyük askerî ayaklanmalara sahne olmuştur. Taşrada ise, timâr tevcihlerindeki suistimaller askerî teşkilatın bozulmasının başlıca sebebidir.

IV. Murad (1623-1640) ve Köprülüler zamanındaki (1656-1676) zecrî tedbirler dışında XVII ve XVIII. yüzyıllarda askerî teşkilâtın ıslâhı için ciddî hiçbir tedbir alınmamıştır. XVIII. asırda Batı ordularının üstünlüğü kabul edilmiş ve ilk defa I, Mah-mud zamanında (1730-1754) askerî ıslâhat girişiminde bulunulmuştur. Osmanlı hizmetindeki Comte de Bonneval (Humbaracı Ahmed Paşa) Humbaracı Ocağı’nı; III. Mustafa zamanında (1757-1774) Baron de Tott Topçu Ocağı’nı ıslâha çalışmışlarsa da, bu girişimlerden kalıcı başarılar elde edilememiştir. 1773 yılında açılan Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun’un (Deniz Mühendishânesi), bu asrın en kalıcı ıslâhat teşebbüsü olduğu söylenebilir.

III. Selim ve Nizam-ı Cedîd

Osmanlı Devletinde gerçek mânâda köklü ıslâhat girişimi III. Selim zamanında (1789-1807) olmuştur. İşe ordudan başlayan bu yenilikçi padişah Nizâm-ı Cedîd adıyla yeni bir ordu kurmuştur. Bu ordunun askerleri Avrupaî tarzda bölük, tabur ve alaylara ayrılmış ve yine Batı tarzında eğitilmelerine özen gösterilmiştir. Modern Türk ordusunun ilk çekirdeği sayılan bu üniformalı ordunun giderleri için İrâd-ı Cedîd adıyla ayrı bir hazine kurulmuştur. Yeniçeri Ocağı dışındaki Öteki kapıkulu ocaklarını da ıslâha çalışan bu padişah döneminde, 1795 yılında Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun (Kara Mühendishânesi) açılmış, bu arada timâr sisteminin ıslâhına çalışılmıştır. Ancak dış ve iç tahriklerle Kabakçı Mustafa önderliğinde çıkan isyan sonucu önce Nizâm-ı Cedîd tarihe karışmış, bir yıl kadar sonra da bu ordunun kurucusu hayatını kaybetmiştir (1808).

II. Mahmud ve Asakir-i Mansure-i Muhammediyye

Asıl
kalıcı askerî yenilikler II. Mahmud zamanında (1808-1839) gerçekleştirildi. Saltanatının ilk devresi sayılan 1808-1826 yılları arasında ilk askerî yenilik girişimini Vezîriâzam Alemdar Mustafa Paşa yaptı. Segban-ı Cedîd adıyla 1808’de kurulan yeni ordu, Nizâm-ı Cedîd ordusunun isim değiştirmiş şekli görünümündeydi. Ancak uzun ömürlü olmamış, bir askerî ayaklanma sonucunda kurucusuyla birlikte ortadan kalkmıştır. Bizzat II. Mahmud’un ilk denemesi olan Eşkinci Ocağı 1826 Mayısı’nda Yeniçeri Ocağı’nın ilgası arefesinde kurulmuş, fakat bu da yine bir askerî ayaklanma ile büyük tepki çekmişti.

15 Haziran 1826 tarihinde Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye Devlet-i Aliyye’nin sonuna kadar devam eden ilk talimli ordu olmuştur. Her yönden Nizâm-ı Cedîd ordusuna benzeyen bu kalıcı ordu günümüz modern Türk ordusunun nüvesi sayılabilir. Teşkilâtı îtibâriyle Nizâm-ı Cedîd ordusuna benzeyen Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’nin en büyük kumandanına serasker unvanı verildi. Bölük kumandanları binbaşı unvanıyla anıldı. Daha aşağıda yüzbaşı ve mülâzımlar vardı. Zamanla yapılan düzenlemelerle yeni rütbeler ihdas olunmuş ve günümüz askerî makamlarına yakın bir hiyerarşi ortaya çıkmıştır.

Yeni ordunun giderleri için Mansûre Hazinesi adıyla ayrı bir hazine kurulmuş, böylece devlet hazinesine yük olmaktan kaçınılmıştır. Zamanla Anadolu’nun ve Rumeli’nin bazı merkezlerinde de kurulan Asâkir-i Mansûre’nin adı Sultan Abdülmecid döneminde (1839-1861) Asâkir-i Nizâmiyye’ye çevrilmiştir. Yeni ordunun takviyesi için taşrada ayrıca yedek güç olarak Redif birlikleri teşkil edilmiştir.

Tanzimat Fermanı’nın ilanından (1839) sonra askerî alanda da gelişmeler olmuştur. Ezcümle, askere almada kura usulü benimsenmiş ve muvazzaf askerlik süresi kısaltılmıştır. Daha sonraki yıllarda ise Osmanlı Kara Kuvvetleri Birinci, İkinci, Üçüncü vs. gibi ordulara ayrılmıştır. Sultan Abdülaziz zamanında (1861-1876) hassa alayları kurulmuş, yeni bir askerî kıyafet benimsenmiş ve askerî okulların ıslâhına çalışılmıştır.

II. Abdülhamid’in uzun saltanat döneminde (1876-1909) de devam ettirilen askerî yeniliklere Doğu Anadolu’daki aşiretlerden Hamidiye Süvari Alayları’nın kurulması eklenmiştir. Asıl ordunun ıslâhı için Avrupa’dan askerî komisyon getirtilmiştir. Ancak, ordunun politika ile meşgul olması ve 1908 ihtilâlini yapması savaş gücünü kaybetmesine yol açmıştır.

Osmanlı Devleti 1914 yılında girdiği Birinci Dünya Savaşı sonunda tarih sahnesinden çekilirken, tabii olarak ordusunu da kaybetmiş; Millî Mücadele esnasında yine Osmanlı bakiyesi Türk halkından teşkil edilen yeni Türk ordusu destan yazmış ve günümüz modern Türk ordusunun çekirdeğini oluşturmuştur.

Osmanlı Deniz Kuvvetleri

Osmanlı Türklerinin denizle temasları, başta Karesi olmak üzere Aydın ve Menteşe ile Candar oğulları gibi denizde kıyısı olan beyliklerin ilhakından sonra olmuştur. Başlangıçta bu beyliklerin tersanelerinden yararlanan Osmanlılar ilk büyük tersanelerini Yıldırım Bayezid zamanında Gelibolu’da kurdular. Fakat deniz gücü bakımından henüz Venedik ve Ceneviz gibi denizci devletlerle boy ölçüşebilecek kudrette değillerdi. Bununla birlikte 1399’da Yıldırım’ın İstanbul kuşatması sırasında Bizans’a yardım için yola çıkan bir Ceneviz filosu Osmanlı donanması tarafından Çanakkale Boğazı’nda durdurulmuşsa da, Venedik’in ve Rodos şövalyelerinin desteğiyle yapılan ikinci girişimlerinde durdurulmamışlardır. Çelebi Mehmed döneminde (1413-1421) de devam eden bu münasebetlerde Çalı Bey kumandasındaki Osmanlı donanması Venedik donanmasına yenilmiştir. Ülke birliğinin tesisinden sonra gelişmesini sürdüren donanmamız, II. Murad zamanında (1421-1451) Karadeniz’de faaliyet göstermiş ve Trabzon Rum İmparatorluğunu vergiye bağlamıştır.

Fakat Osmanlı donanması gerçek anlamda İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed zamanında kalıcı ve büyük fetihlere imzasını atabilmiştir. İstanbul’da Haliç’te kurulan Tersane-i Âmire’de büyük gemiler inşa edilmiş ve ilk deniz fetihleri bundan sonra gerçekleşmiştir. İlk etapta Osmanlı kıyı şehirlerini tehdit eden Ege adaları zapt edilmiştir.
II. Bayezid zamanında bir yandan büyük savaş gemileri inşa edilirken, bir yandan da Kemal ve Burak (Barak) reisler gibi kurt denizciler Osmanlı hizmetine alındı. Zira 1489’da Kıbrıs’ın Venedikliler tarafından alınması, denizciliğin önemini daha da arttırmıştı. Mora Yarımadasının ve civarındaki adaların fethinde Venedik ve Fransız gemileriyle karşılaşan Osmanlı donanması onlara üstünlük sağlamıştır.

Yavuz Sultan Selim zamanında (1512-1520) Haliç Tersanesi genişletilmiş ve daha büyük gemiler yapılmıştır. Bu arada Mısır’ın ilhakından sonra Osmanlı hizmetine giren Selman Reis ilk Süveyş kaptanı olmuştur.

Fakat Osmanlı denizciliği gücünün zirvesine Kanuni Sultan Süleyman zamanında (1520-1566) Barbaros Hayreddin Paşa’nın Devlet-i Aliyye hizmetine girmesiyle ulaşmıştır. Gelibolu ve İstanbul’dan başka Kara Deniz, Marmara, Ege ve Akdeniz liman şehirlerinde birçok tersane daha kuruldu; mevcut olanlar ise genişletildi. Barbaros’tan itibaren kaptan-ı deryalara beylerbeylik rütbesi verildi ve Hayreddin Paşa bu göreve Cezayir beylerbeyi olarak getirildi. Bundan böyle kaptanpaşalık, önemi gittikçe artan bir devlet makamı haline geldi. Kanuni devrinde teşkil edilen ve Cezâyir-i Bahr-ı Sefîd (Akdeniz Adaları) denilen eyaletin beylerbeyliğine kaptanı deryalar getirilirdi. Merkez sancağı Gelibolu olan bu eyaletin sancakları Eğriboz, İnebahtı, Midilli, Sığacık, Kocaeli, Karlıeli, Mizistre, Sakız vs. gibi adalar ve bazı sahil şehirleri idi. Divân-ı Hümâyun’un aslî üyelerinden olan kaptan-ı deryanın altında tersane emini, tersane kethüdası, tersane ağası ve tersane kâtibi gibi görevliler vardı. Kaptan-ı derya, barış zamanlarında tersane ve donanma meseleleriyle meşgul olurdu. Bir sefer esnasında Kaptanpaşa Eyaleti’nden 40 bin civarında savaşçı asker çıkardı. Kaptanpaşa Eyaleti’ne bağlı sancak beylerine derya beyi denirdi.

Osmanlı bahriyesi esas tersane erkânı olan sanatkârlar ile tersane halkı denilen kaptanlar, reisler ve diğer görevlilerden oluşurdu. Azeb ve levend gibi savaşçı askerler de bu sınıfa dahildi.

Barbaros ekolünde yetişen Turgut Reis, Piyale ve Kılıç Ali paşaların mevcudiyetiyle devam eden denizlerdeki üstünlük, XVII. yüzyıl başlarından itibaren gerilemeye başlamış ve zamanla Batı’ya geçmiştir. Ancak bu asrın sonlarında donanmada yapılan ıslâhatı müteakip kürekle işleyen gemilerin yerini yelkenli kalyon tipi gemiler almış, bu arada patrona, riyale ve kapudane rütbeleri teşkil edilerek hiyerarşi kısmen değiştirilmiştir. Böylece tekrar elde edilen üstünlük 1770 yılında donanmamızın Çeşme’de Ruslar tarafından yakılmasıyla sona ermiştir.

1773 yılında Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun (Deniz Mühendishânesi) kurulmuştur. Bir yandan burada denizci yetiştirilirken, bir yandan da Batı tarzı gemiler inşa edilmiştir.

III. Selim, ıslâhat faaliyetleri çerçevesinde donanmayı da ele almış; kaptan-ı deryalığa getirdiği Küçük Hüseyin Paşa zamanında yapılan yeniliklerle Osmanlı bahriyesinin modernleştirilmesi yolunda önemli adımlar atmıştır. Eğitime önem verildi. Tersâne-i Âmire genişletildi. Çıkartılan kanunname ile Tersane Eminliği’nin yerine Umûr-ı Bahriye Nezâreti teşkil edildi. Bu faaliyetler, II. Mahmud zamanında yapılacak yeniliklere zemin hazırladı. Gerçekten bu padişah zamanında da donanma ve tersane ıslâhatına devam edildi. Yeni tip savaş gemilerinin yapımı sürdü. Fakat 1827 yılında Osmanlı donanmasının, Rus, İngiliz ve Fransız gemilerinden oluşan Haçlı donanmasınca Navarin’de yakılması, olumlu gelişmelerin sonunu getirmiş ve dışarıdan buharlı gemiler satın alma yoluna gidilmiştir. Ancak bu facia sadece donanmamızı değil, yetişmiş insan gücünü de yok etmişti.

Tanzimat’ın ilanından (1839) sonra Bahriye Meclisi kurulmuştur. Müftü hariç, üyelerinin tamamı deniz beylerinden oluşan bu meclis, Tersane-i Âmire’nin yürütme kurulunu oluşturuyordu. Ayrıca Bahriye Mektebi’nin işleriyle de ilgileniyordu. Sultan Abdülaziz zamanında (1861-1876) kaptanpaşalığın yerine Bahriye Nezareti kurulmuş; bu arada buharlı ve zırhlı gemiler satın alma işi devam etmiş, böylece dünyanın üçüncü büyük filosu teşkil edilmiştir. II. Abdülhamid döneminde (1876-1909) de devam eden bu üstünlük, ne yazık ki Osmanlı Devleti’nin mukadder akıbetini değiştirememiştir.

Osmanlı Havacılığı

XX. yüzyıl başlarında Avrupa’da başlayan havacılık alanındaki gelişmelere paralel olarak Osmanlı Devleti’nde de askerî havacılığın kurulmasına çalışılmıştır. 1911 yılında Erkân-ı Harbiyye bünyesinde bir havacılık şubesi açılmış; ertesi yıl Ayastefanos (Yeşilköy)’ta Hava Uçuş Okulu tesis edilmiştir. Bu arada havacılık eğitimi için Avrupa’ya bir heyet, pilot yetiştirmek için de Fransa’ya iki kişi gönderilmiştir. Daha sonra İngiltere, Fransa ve Almanya’dan uçak, malzeme ve havacı personel getirtilmiştir. Balkan Savaşı çıkınca bu faaliyetler bir süre durmuştur.

Enver Paşa’nın harbiye nazırlığı zamanında (1914-1918) askerî havacılığı geliştirme çalışmalarına hız verilmiştir. Almanya’dan alınan uçakların Birinci Dünya Savaşı’nda bazı yararlıkları görülmüştür.