Altmış yaşlarında olan Ali Rıza Bey, öğle paydosunda çalıştığı işyerinde, alüminyum bir sefer tası içinde evden getirdiği kuru köftesiyle yeşil zeytinlerini yerken, bir ay evvel şirketin muhasebe kâtipliğinden istifa etmiş genç bir adamın konuşmalarını gayrıihtiyari dinler. Bu adam hem unuttuğu birkaç eşyayı almak hem de eski arkadaşlarını ziyaret etmek amacıyla gelmiştir. Aldığı maaşın ailesinin geçimine yetmediği için işten ayrıldığını, babasından kuvvetli bir miras kalmadığı için kendisi ne kadar çalışırsa çalışsın işlerini yoluna koyamadığını, çevresindeki zengin insanların avuç dolusu para harcayarak gülüp eğlendiklerini, çok lüks bir şekilde yaşam sürdüklerini görünce eziklik hissettiğini anlatır. İçinde bulunduğu güç durumun babasının züğürt olmasından kaynaklandığını belirtir. “Babam, fazla namuslu adammış… ‘Bir babanın çocuklarına bırakacağı en kıymetli miras temiz bir isimdir.’ der gidermiş… Temiz bir isim, bir miktar dünyalıkla beraber olursa âlâ; fakat züğürt evlatlarda ancak bir, nihayet iki göbek dayanabilir.” (s.8)
Ali Rıza Bey, insanların paradan başka şeylerle de mutlu olabileceklerini söyler. Buna karşılık adam, acır gibi bir tavırla şu yanıtı verir: “Tamamıyla haksız değilsiniz. İnsan, mesela ibadet yahut çalgıyla meşgul olmakla; zerzevat, çiçek yahut çocuk yetiştirmekle de bir teselli bulabilir. Ancak bunun için de hiç olmazsa yaşanacak kadar bir para lazımdır. Çiçek meraklısısınız; fakat biraz paranız yok değil mi? Ne kadar uğraşsanız topraktan istediğiniz renkte, kokuda bir çiçek alamayacağınıza emin olun… Babasınız, çocuklarınız var, paranız yok değil mi? Evlatlarınız ahir ömrünüzde size bir feci yaprak dökümü manzarası seyrettirmekten gayri saadet vermezler.” (s.11)
Bu sözlerin kuvvetli tesiri altında kalan Ali Rıza Bey, yemeğine devam etmek ister, fakat lokmalar boğazından geçmez. Beş çocuk babası olan Ali Rıza Bey, “Bütün hayatını çocuklarına iyi fikirler ve iyi bir ahlâk vermeye sarf etmişti. Acaba yeni zamanların bu havası onları da sarsacak, ihtiyar babaya son deminde bir yaprak dökümü mü seyrettirecekti?” (s.12) İnançlı bir adam olan Ali Rıza Bey, ellerini açar, çocuklarını koruması için yüce Allah’a dua eder.
Babıâli yetiştirmelerinden bir mülkiye memuru olan Ali Rıza Bey, otuz yaşına kadar İçişleri Bakanlığı’nda çalışır. Kız kardeşi ile annesinin iki ay ara ile ölmesi üzerine İstanbul’dan soğuyan Ali Rıza Bey, acılarını unutmak düşüncesiyle Suriye’de bir kaza kaymakamlığı alarak gurbete çıkar. Bir daha İstanbul’a geri dönmez, yirmi beş sene Anadolu’nun çeşitli yerlerinde memurluk görevini sürdürür. “Titiz denecek kadar temiz, gülünç denecek kadar nazik ve mahcup bir adamdı. Hak yemek, kanuna aykırı bir şey yapmak, kalp kırmak korkusuyla bir türlü iş göremezdi.
İsterdi ki elinden çıkacak iş, sadece kanuna değil, teamüle, insanlık ve nezaket kaidelerine de uygun, yani dört başı mamur olsun…” (s.13) Kırkına yakın bir yaşta evlenir. Elli yaşında, vakitsiz gelen son bir kızla çocuklarının sayısı beşi bulur. Ali Rıza Bey, Trabzon’da görev yaparken yaşadığı tatsız bir olay yüzünden elli beş yaşında devlet memuriyetinden ayrılmak zorunda kalır.
“ O zaman, Trabzon sancaklarından birinde mutasarrıftı. Bir gün bir kadın kaçırma vakası olmuş, kadının kocası ile onu kaçırmaya kalkan adam bıçakla birbirini yaralamışlardı.
Koca, arkasız bir çiftçi; öteki bütün kasaba halkının tuttuğu bir eşraf oğlu idi. Onun için asıl kabahatlinin kollarını sallaya sallaya ortada dolaşmasına göz yummak ve namusuna kast edilen adamı – göğsündeki yaralarıyla – hapse atmak lazım geldi. Etliye sütlüye karışmamayı öteden beri meslek edinen Ali Rıza Bey, bu meselede ateş kesilmiş, kendini attırıncaya kadar uğraşmıştı. Ne yapsın? Bu bir hak, bir vicdan ve namus işi idi. Vazifesini yapmakta kusur ederse Allah onu çocuklarında cezalandırır.” (s.14-15)
Bu olaydan sonra İstanbul’a gelen Ali Rıza Bey, bir süre işsiz gezer. Bağlarbaşı’nda babasından kalma eski bir evi, karısının birkaç mücevherini satarak tamir ettirir; karısı ve çocuklarıyla birlikte bu eve yerleşir.
Ali Rıza Bey, yeniden bir memuriyet görevi almak için Babıâli koridorlarında dolaşırken eski bir öğrencisi olan Muzaffer’le karşılaşır. Altın Yaprak Anonim Şirketi’nin genel müdürü olan Muzaffer, Arapça ve İngilizce bilen bir kişiye ihtiyaçları olduğunu söyleyerek hocasına iş teklifinde bulunur. Ali Rıza Bey, bir süredir işsiz olduğu için bu teklifi büyük bir memnuniyetle kabul eder. Ali Rıza Bey beş senedir bu şirkette çalışmaktadır.
Leman’ın annesi, Ali Rıza Bey’i görmek için şirkete gelir. Leman, Ali Rıza Bey’in on-on iki sene önce vilâyetlerden birinde tanıdığı bir orman müdürünün kızıdır. Ali Rıza Bey, Leman’la bir sene önce Üsküdar İskelesi’nde karşılaşmıştır. Genç kızın beş sene önce babasını kaybettiğini ve annesiyle birlikte sıkıntı içinde yaşadığını öğrenince Ali Rıza Bey’in yufka yüreği buna dayanamamıştır. Okuma-yazma ve daktilo kullanma dışında düzgün bir tahsili olmayan Leman’ı 45 lira aylıkla şirkete aldırmayı başarmıştır.
Leman’ın annesi, Ali Rıza Bey’e kızının birkaç gün önce hastanede çocuk düşürdüğünü, kızını baştan çıkarıp onun namusunu kirleten kişinin Muzaffer Bey olduğunu, ancak Muzaffer Bey’in evlenmeye yanaşmadığını söyler. Yaşlı kadın, kedilerine yardım edecek kimselerinin olmadığını, çaresiz bir durumda olduklarını söyleyerek ağlamaya başlar. Ali Rıza Bey’den yardım ister.
Ali Rıza Bey, kendi eliyle yerleştirdiği bir kızın bu duruma düşmesinden kendisini sorumlu tutar. Elinden geleni yapacağını söyler, yaşlı kadını teselli etmeye çalışır.
Ali Rıza Bey, sıcağı sıcağına Muzaffer Bey’le görüşmezse cesaretini kaybedeceğinden korkar, bu sebeple o günün akşamında Muzaffer Bey’in yanına gider. Muzaffer Bey, gayet soğukkanlı bir şekilde Leman’ın sanıldığı kadar masum bir kız olmadığını, önüne gelenle düşüp kalktığını, doğacak çocuğun da kendisinden olduğundan şüphelendiğini, bu yüzden de çocuğu aldırtmak zorunda kaldığını söyler. Ekonomik durumu iyi olduğu için faturanın kendisine kesildiğini anlatmaya çalışır. Leman gibi bir kadınla evlenemeyeceğini, fakat onun aylığını artıracağını, bunun dışında başka türlü bir yardımda bulunamayacağını dile getirir. Bunun üzerine Ali Rıza Bey, “Ben size kadın getirmiş bir insan mevkiinde kaldım. Hakikat böyle olmasa bile bunu herkese nasıl anlatırsınız? Leman’ın anası gibi benim ve benim çocuğumun da bu kapıdan yiyeceğimiz ekmek artık temiz ekmek olmaz.” (s.24-25) der ve bir daha dönmemek üzere beş yıldır çalıştığı Altın Yaprak Anonim Şirketi’nden ayrılır.
Ali Rıza Bey, düşünceli bir şekilde evine doğru yürür. Her zamankinden farklı olarak evlerinin bahçesinde fenerlerin yandığını, karısının ve kızlarının sevinçli bir şekilde kendisini karşılamaya geldiklerini görünce şaşırır, kendisini güzel bir şeyin beklediğini düşünür. Nihayet Ali Rıza Bey’e müjdeli haberi verirler. Oğlu Şevket, girdiği sınavı kazanarak 100 lira aylıkla bir bankaya memur olmuştur. Ali Rıza Bey, o gün ikinci kez gözlerini gökyüzüne kaldırır, şükür duası eder. Bugün kaybettiği işinden dolayı hissettiği üzerindeki ağır yükün, oğlu tarafından sırtlandığını görünce rahatlar.
Yirmi yaşında olan Şevket, babasının gayretleri sayesinde düzenli bir tahsil görmüştür. Memuriyete başlamasının şerefine evin bahçesinde zengin bir sofra hazırlatır. Ali Rıza Bey, bundan böyle aile reisinin Şevket olduğunu söyler ve oğlunu kendisi için hazırlanan baş iskemleye oturtur.
Ertesi gün Ali Rıza Bey, oğlu Şevket’e başından geçen olayı anlatır. İstifa etmekten başka çaresinin olmadığını söyler. Şevket, babasının doğru olanı yaptığına inanmaktadır. Ali Rıza Bey’in emekli maaşı çok az olduğu için ailenin geçimi, Şevket’in omuzlarına biner.
Hayriye Hanım, kocasının işten ayrılmasının sorumsuzca bir hareket olduğunu düşünür, kocasına hakaret dolu sözler söyler. “Seni işiten bir rütbe filan almışsın da seviniyorsun zanneder. Şirketten aldığı yüz on beş lira ile zaten kıt kanaat geçiniyorduk. Bugün onu da elinden kaçırdığını söyledin. Bu bizim için açlık demektir…Sevinip boynuna mı sarılayım? Sen de biraz insaf et!.. (…) “ben senin yerinde olsam, çocukların hatırı için buna göz yumardım.” (s.33) “Sen ne dersen de. Onların hatırı için ben, her şeye katlanırım. Çünkü ekmeksiz kalırsak onların namusu tehlikeye girer.” (s.34)
Ali Rıza Bey, bahçede çiçeklerin dibini eşelerken evlilik çağına gelmiş kızlarını düşünmeye başlar. Önce büyük kızı Fikret, gözünün önüne gelir. Fikret ağırbaşlı bir kızdır. Güzel bir kız olmadığı gibi sağ gözünde de bir leke vardır. Bu leke, Anadolu’da iken geçirdiği göz hastalığından yadigâr kalmıştır. Ali Rıza Bey, o sıralar bir yolunu bulup kızını tedavi için İstanbul’a getirememiştir. Ali Rıza Bey, daha sonra Leyla ile Necla’yı gözünün önüne getirir. Onlar, ablaları kadar zeki değillerdir fakat, çok güzellerdir. Leyla on sekiz, Necla ise on altı yaşındadır. Ali Rıza Bey, kızlarını evlendirmenin çok zor olduğunu, zamane gençlerinin evlenmekten korktuklarını bilmektedir.
Ali Rıza Bey, emekliye ayrıldığı ilk günlerde karısı Hayriye Hanım’la uzun bir süre dargın kalır. Karısının yumuşayacağını ve kendisinden özür dileyeceğini düşünür, fakat bu beklentisi gerçekleşmez. Bir süre sonra Ali Rıza Bey, kendiliğinden barışır.
Ali Rıza Bey bir aylık kısa bir süre zarfında tam anlamıyla bir emekliye benzer. Kılığı kıyafeti bozulur, pantolonunun diz kapakları, kollarının dirsekleri sarkar. Önceleri kahvehaneleri miskin insanların barınağı olarak görürken zamanla bu düşüncesi değişir. Önceleri yürüyüş yapar, kır kahvelerine gider. Zamanla çarşı ve mahalle kahvehanelerine de alışır. Oradaki bîçare insanların dertlerini dinler. Günden güne ahbapları çoğalır. Sonunda kahvehanelerin, emekli ve işsizler için aile dirliksizliğinden kaynaklanan ıstıraplara karşı sığınılacak tek köşe olduğunu anlar.
Ali Rıza Bey’in emeklilerden oluşan sekiz-on kişilik bir arkadaş grubu olur. Bunların hepsi, aldıkları emekli maaşı az olduğu için geçim sıkıntısı çeken insanlardır. Ali Rıza Bey, arkadaşları sayesinde kömürü, eti yağı en ucuza nereden alabileceğini öğrenir. Bu ihtiyarlar için kahvehane, tek kurtuluş yeridir. “Zavallı ihtiyarlar, sabah oldu mu bir yangından kaçar gibi, kendilerini evden dar atıyorlar, gece yarısına kadar kahvede oturuyorlar, kavga ediyorlar, uyukluyorlardı. Hâlbuki, onlar sıcak bir aile ocağına her zamankinden ziyade muhtaçtılar. Hep bu ihtiyarlık günlerini düşündükleri içindir ki, ailenin bin türlü zahmetlerine şimdiye kadar hiç şikayetsiz katlanmışlardı. Ne ummuşlar, ne çıkmıştı! Ya Allah esirgesin, bu kahveler de olmasaydı!” (s.43)
Ali Rıza Bey, istifa ettikten sonra yaşadığı sarsıntıyı karısının ve çocuklarının sevgisiyle atlatacağını düşünürken onlar her geçen gün babalarına karşı daha soğuk ve ilgisiz davranırlar. Ali Rıza Bey’in tek dayanağı, oğlu Şevket’tir. Onun her hareketini beğenir.
Evde her geçen gün Ali rıza Bey’in nüfuzu azalırken, çocuklar arasında da hafiften hafife kavgalar başlar. Leyla ile Necla, ailelerinin yaşayış tarzlarını beğenmezler; daha fazla giyim kuşam, eğlence, yenilik isterler. Hayriye Hanım, evin zarurî masraflarından kırparak Leyla ile Necla’ya kıyafet alır. Durumun farkına varan Fikret, kendisine üvey evlat muamelesi edildiğini söyleyerek tepkisini ortaya koyar. Ali Rıza Bey, evde seslerin yükselmeye başladığını işittiği anda ya odasına kapanır ya da sokağa kaçar. Leyla ile Necla için yaşadıkları ev, tam anlamıyla bir cehennemdir. İnsan içine çıkmak, sosyeteye girmek, dans etmek isterler.
Hayriye Hanım, bir gün kocasının yanına gelerek Şevket’in, çalıştığı bankada evli bir kadınla ilişki yaşadığını, kadının kocası bu ilişkiyi öğrenince kendisini sokağa attığını, Şevket’le evlenmezse bu kadının intihar edeceğini söyler. Ali Rıza Bey, gayet net bir tavırla, böyle bir evliliği asla kabul etmeyeceğini, şayet oğlu yine de bu kadınla evlenecek olursa onu ölmüş farz edip bağrına taş basacağını söyler. Şevket, babasının kararına saygı gösterir, fakat içten içe de üzülür. Hayriye Hanım, oğlunun göz göre göre üzüntüsünden eriyip gitmesini istemez, türlü baskılarla sonunda kocasını ikna etmeyi başarır.
Kızlar düğün için yeni elbiseler isterler. Hayriye Hanım elinde kalan birkaç elması da satar, fakat bu, evdekileri mutlu etmeye yetmez. Nihayet evin bahçesinde bol ışıklı, müzikli, danslı bir düğün yaparlar.
“İşin asıl fena tarafı Ali Rıza Bey’in, gelini Ferhunde’yi de gözü tutmaması idi. İhtiyar adam, onu ilk gördüğü günü unutamıyordu. O, namusu temizlendiği, iyi bir aileye kabul edildiği için sevincinden ağlayan mahcup, mütevazı bir kadıncağızla karşılaşacağını zannediyordu. Hâlbuki bilâkis, gayet yüksekten atan, kendisinde tükenmez haklar gören küstah, hafif, şımarık bir mahlûk buldu.” (s.61)
Leyla ile Necla, yeniliğe açık bir kadın olan yengelerini çok severler. Gayet açık fikirli ve cesur bir kadın olan Ferhunde, birkaç gün içinde evin idaresini ele geçirir. Eve tek başına hükmetmeye başlar. Fikret ise, bu kadının eve gelmesini kabullenemez, bütün gün vahşi bir inatla odasına kapanır.
Ali Rıza Bey, parası olursa tekrar evin yönetimini ele geçireceğini düşünür. Bir akşam karısına kıyafetlerini ütületir. Kendisine belki yeniden iş verir düşüncesiyle Altın Yaprak Anonim Şirketi’nin genel müdürü olan Muzaffer Bey’in yanına gider. Fakat Muzaffer Bey, acele bir işinin olduğunu söyleyerek çekip gider. Ali Rıza Bey’in bu son ümidi de böylelikle suya düşmüş olur.
Leyla ile Necla, özlemini duydukları çağdaş yaşam tarzına kavuştukları için hâllerinden son derece memnundurlar. “Ali Rıza Bey’in Bağlarbaşı’ndaki kendi gibi ihtiyar ve çürük evi, eski mahrumiyetlerinin acısını çıkarmak ister gibi çılgın bir neşe ve şenlik içinde kalkıp kalkıp oturuyordu. Haftada iki gece dostlara danslı çay veriliyor, en aşağı iki üç gece de başkalarının davetine gidiliyordu.” (s.66) “Gramofon bütün gece çalar, çılgın kahkahalar, çığlık çığlığa boğuşmalar içinde durmadan dans edilir, temelinden sarsılıyor gibi olan evin harap tavanlarından tozlar yağardı…” (s.67) Ali Rıza Bey zaman zaman kızıp köpürür, bu rezaletlere daha fazla tahammül edemeyeceğini söyler, fakat Hayriye Hanım araya girerek kocasına, “Ali Rıza Bey, çıldırıyor musun? Ne yapalım şimdi böyle geçiyor… Kızlara koca bulmak lâzım… Eve kapatılmış bir kızı bu zamanda kimse arayıp sormuyor… Bu yaptıklarımız sırf onlara hayırlı bir kısmet bulmak için… Çocuklarına hanlar hamamlar mı yaptın? Bırak bîçareler de başlarının çarelerine baksınlar…” (s.67-68) diye çıkışır. Annesiyle aynı fikirde olan Şevket de, “Baba hayat değişmiş… Emin ol ki bu eğlenceler zannettiğin kadar korkulacak bir şey yok… Şimdi bütün dünya böyle. Ne yapalım? Asrın icabatına uymaya mecburuz. Sen, başka zamanın adamı olduğun için bunların ne kadar tabiî ve zarurî olduğunu görmüyorsun.” (s.68) diyerek babasını sakinleştirmeye çalışır.
Her geçen gün artan, çığrından çıkan ev masrafları yüzünden Şevket, gece geç vakitlere kadar çalışır, bitkin bir hâlde eve gelir. Düğünden birkaç ay sonra, hesapsız kitapsız yapılan harcamaların doğal bir sonucu olarak evde para sıkıntısı baş gösterir. Alacaklılar kapıya dayanır. Ferhunde bağırıp çağırır. Leyla ile Necla da intihara kalkışırlar. Yakacak odun bulamadıkları günlerde ev halkı yorganlara, battaniyelere sarınarak oturur. Fakat tüm imkansızlıklar içinde bile evde davetler verilir, eğlenceler düzenlenir.
Hayriye Hanım, kocasına Leyla ile Necla’yı isteyenlerin olduğunu söyler, kendisinin de davetlilerin arasına katılmasını, damat adaylarıyla konuşarak onların huylarını, ahlâklarını öğrenmesini ister. Buna itiraz etmeyen Ali Rıza Bey, davetlilerin arasına katılır, fakat gençlerden hiçbirini gözü tutmaz. “Yirmişer, yirmi ikişer yaşında terbiyesiz, cahil, küstah mahalle çocukları… Kimi kumardan, kimi kadından, kimi büyük borsa ve ticaret manevralarından, kimi yediği veya beklediği büyük miraslardan hayret verici bir yüzsüzlükle bahseden çeşitli serseriler… kokainci, şişkin, ayyaş çehreleri… Sırf gafil kız çocuklarını kandırmak için aileler içine sokulmuş ihtiyar tilkiler…” (s.71-72)
Evin üst katındaki bir odada kendi kendine yaşayan Fikret, bir gece babasını yanına çağırarak evlenmek istediğini söyler. Fikret, babasını olan bitene sessiz kalmakla suçlar. Bir uçuruma doğru sürüklendiklerini, hiç olmazsa kendisini bu cehennemden kurtarmak için evlenmek istediğini anlatır. Fikret’in evlenecek olduğu Tahsin Bey, elli yaşlarında, Adapazarı’nda bağı bahçesi olan, hâli vakti yerinde olan bir adamdır. Karısını geçen sene kaybeden Tahsin Bey’in üç tane de çocuğu vardır.
Fikret, ailesinin kendisine almak istediği hiçbir eşyayı kabul etmez, Adapazarı’na giderken de ailesinden hiç kimsenin kendisine refakat etmesini istemez. Evden çıkarken kardeşlerine veda etmez, ağlayarak boynuna sarılmak isteyen annesini sinirli bir şekilde iter. Yalnız, tren hareket etmeye başladığında, vagonun penceresinden eğilerek babasına “Üzülme baba… Darda kalırsan bana gelirsin; sana kendi evladım gibi bakarım.” (s.75) der.
Fikret’in Adapazarı’na gitmesiyle, ağacın yapraklarından biri kopmuş olur.
Ali Rıza Bey, bir an önce Leyla ile Necla’ya hayırlı kısmetler bulup onları başından atmak ister. Evde verilen müzikli ve danslı eğlencelerde damat aramaya devam edilir. Leyla ile evlenmek isteyen kırk yaşlarında bir komisyoncu, diktirdiği kıyafetin borcunu bir senedir terziye ödemeyen bir dolandırıcı çıkar. Yine böyle bir kısmet de Necla’ya çıkar. Fakat yirmi sekiz yaşındaki bu gencin altmış yaşlarında zengin bir metresinin olduğu, bu yaşlı kadının parasıyla sağda solda hava tığı ortaya çıkar.
Zamanla Ali Rıza Bey’in düşünce ve tavırlarında değişmeler görülür. “Eskiden kızlarının yabancı erkeklerin kucağında dans ettiğini, onlarla ağız ağıza konuşup gülüştüğünü, tenha yerlerde kol kola gezdiğini gördükçe hırsından kendi kendini yerdi. Şimdi, bu acıyı ve utancı eskisi kadar duymuyor, kızlarının şu sayede belki iyi birer koca avlayacağını ümit ederek, bütün yolsuzluklara göz yumuyordu.” (s.79)
Yine bir gece Hayriye Hanım, elinde kahve tepsisiyle kocasının yanına gider. Şevket’in evin masraflarını karşılamakta çok zorlandığını, bu arada pek çok kişiye de borçlandığını, bu nedenle acilen para bulmaları gerektiğini söyler. Nihayet dilinin altındaki baklayı çıkarır; evi rehin göstererek Emniyet Sandığı’ndan bir miktar para alacaklarını, bu parayı da Şevket’in altı ay içinde ödeyeceğini söyler. Ali Rıza Bey, bu işe önce şiddetle karşı çıkar, fakat durumun ciddiyetini düşününce itiraz etmekten vazgeçer. Birkaç gün içinde gerekli işlemler tamamlanır ve Emniyet Sandığı’ndan dört yüz lira para alınır. Şevket’in zarurî borçları ödendikten sonra geriye kalan para çocuklar arasında yağma edilir. On bir gün sonra para biter.
O sene kış çok şiddetli geçer. Odun alacak para bulamayınca Ali Rıza Bey, eline bir testere alır ve bahçedeki ağaçları keser. Bir süre bu odunları yakarak ısınırlar. Çocuklar, yeni elbiseler alınmadığı için eski, sökük, yırtık elbiseleriyle idare etmek zorunda kalırlar. Hayriye Hanım da evdeki değerli eşyaları birer birer satmaya başlar. Yine alacaklılar kapıya dayanır. Ferhunde ise evde kıyameti koparır. “Nereden düştüm bu dilencilerin içine? Hem kocamın ekmeğini yiyorlar, hem bana kafa tutuyorlar. Siz başımızda olmasanız biz, iki kişi gül gibi geçiniriz!” (s.91)
Şevket, bankaya ait yüklüce miktardaki parayı gizlice alıp harcar, tekrar yerine koyamayınca da tutuklanarak hapse atılır. Bir buçuk sene hapse mahkûm edilir. Böylece, ağacın yapraklarından biri daha kopmuş olur.
Şevket hapse girince aile, Ali Rıza Bey’in otuz buçuk liradan ibaret olan emekli aylığıyla geçinmek zorunda kalır. Bu arada Leyla’ya bir kısmet çıkar. Kırk beş yaşlarında bir manifaturacı, Leyla’yı mağazasında görmüş ve çok beğenmiştir. Fakat söz kesildiği günün akşamında Leyla bu adamla evlenmek istemediğini söyler.
Ferhunde, kocası hapse girdikten sonra daha bir aksileşir, evdeki herkesle tartışır, kavga eder. Ali Rıza Bey’le Hayriye Hanım son derece sabırlı davranırlar. Bir zaman sonra Ferhunde, sık sık sokağa çıkmaya ve akşamları eve geç gelmeye başlar. Bazı geceler, akrabasında kalacağını söyleyerek eve hiç gelmez. Yine böyle eve gelmediği birkaç günden sonra Ferhunde’den bir mektup alırlar. “Senelerden beri sabrettim; fakat artık sefalete tahammülüm kalmadı. Bir daha evinize dönmemek mecburiyetindeyim. Şevket’e söyleyin, beni mazur görsün. Bir insanlık eder de kolayca ayağımın bağını çözerse minnettar olur ve başımın çaresine bakarım…” (s.101)
Ali Rıza Bey, oğlunu ziyarete gider. Olanları anlattıktan sonra oğluna Ferhunde’nin mektubunu gösterir. Şevket, karısının evi bırakıp gitmesini şaşılacak bir sakinlikle, gayet normal karşılar. Ali Rıza Bey, oğlunun bu olay karşısındaki sakin tavrını görünce şaşırır. “Bu işin er geç böyle biteceğini biliyordum… fakat bu kadar çabuk kurtulacağımızı doğrusu pek ümit edememiştim. Hepimize geçmiş olsun baba.” (s.103) “Zindanların en büyüğünden kurtuldum. Beni bu saatte buradan çıkarıp seninle beraber eve gönderselerdi bu kadar memnun olamazdım.” (s.104)
Ferhunde’nin evden kaçmasından sonra, Ali Rıza Bey evin yönetimini tekrar ele geçirir. Evdeki danslı, müzikli davetlere, eğlencelere son verilir. Leyla ile Necla’nın da sık sık dışarıya çıkmalarına izin verilmez.
O yaz Leyla’yı, Abdülvehhap adında bir Suriyeli istetir. Leyla’yı Üsküdar vapurunda görüp beğenmiş ve onunla evlenmeye karar vermiştir. Ailedeki herkes, Leyla’nın zengin bir Arapla evlenip lüks bir yaşam süreceğini düşünerek sevinçten havalara uçar. Abdülvehhap Bey ile Leyla her gün sokağa çıkar, gezip dolaşırlar. Bir gün Leyla, nişanlısıyla Çamlıca’da gezerken eski arkadaşlarıyla karşılaşır. Durup onlarla konuşur. Namusuna aşırı derecede düşkün olan Abdülvehhap Bey, Leyla’ya kırıcı sözler söyler, hakaret eder. Genç kız da aynı şiddette karşılık verir. O akşam dargın ayrılırlar.
Bu olaydan sonra Abdülvehhap Bey, bir hafta ortalıkta görünmez. Nihayet Abdülvehhap Bey’den Ali Rıza Bey’e bir haber gelir. Habere göre Abdülvehhap Bey, Leyla’nın sokakta uygunsuz kişilerle konuştuğunu, namuslu hiçbir erkeğin bunu kaldıramayacağını, şayet küçük kızı Necla’yı verirse bunu seve seve kabul edeceğini söylemiştir.
Ali Rıza Bey, bu haberi duyunca Abdülvehhap Bey’in sağlam bir ayakkabı olmadığını anlar. Bu olayda Leyla’nın hiçbir kabahati yoktur. Ali Rıza Bey, bu adamın nişan yüzüğüyle birkaç hediyesini göndermeyi düşünür. Bu sırada şaşılacak bir olay olur. Necla, yaşından beklenmeyecek bir pişkinlikle babasının karşısına dikilerek “Ne yapıyorsun baba… Çıldırdın mı? Kısmetime ne hakla mani olacaksın? Mademki Abdülvehhap Bey beni istiyormuş… Kardeşimin yerine beni verirsin, olur biter…” (s.110) der. Ali Rıza Bey, Necla’nın, kardeşine ağır hakaretlerde bulunan bir adamla evlenmek istemesinin çok çirkin bir davranış olduğunu düşünür. Çocuklarının bu derece düşmüş, bayağılaşmış olmalarını kabullenemez, bir köşeye çekilip hıçkıra hıçkıra ağlar. Hayriye Hanım ise, böyle zengin bir damat bulmanın çok zor olduğunu, bu nedenle Necla’nın isteğini düşünmek gerektiğini söyler.
On beş gün sonra Necla, Abdülvehhap Bey’le beraber Suriye’ye gider. Necla’nın evden ayrılmasıyla ağacın üçüncü yaprağı da kopmuş olur.
Ali Rıza Bey kışa doğru Bağlarbaşı’ndaki evini satar, tüm borçlarını temizler. Elinde kalan parayla da Dolap sokağında iki odalı, karanlık, harap bir ev satın alır.
Leyla yaşadığı bu acı olaydan sonra yatağa düşer ve kırk beş gün kalkamaz. Bu süre zarfında çok zayıf düşer. Bir süre sonra yeniden eski neşesine kavuşur, sokağa çıkar, gezip eğlenir. Ali Rıza Bey, kızını hasta olarak gördüğünden onun kalbini kıracak sözler söylemeye bir türlü dili varmaz.
Necla, zengin ve lüks bir yaşam ümidiyle gittiği Beyrut’ta hayal kırıklığına uğrar. Saray gibi bir ev beklerken, tavuk kümesini andıran küçücük bir evle karşılaşır. Abdülvehhap Bey’in üçüncü karısı dokuz ay önce ölmüş olduğundan bu kadının iki küçük çocuğuna bakma görevi de Necla’ya düşer. Evin içinde iki ortak, aksi bir kayınbaba ve yarım düzineden fazla çocuk arasındaki bu hayat, Necla için cehennemden farksızdır.
Bir gün Ali Rıza Bey, kahvehane arkadaşlarından olan emekli bir binbaşıdan, kızı Leyla’nın yaklaşık iki aydır, evli ve çoluk çocuk sahibi bir avukatla metres hayatı yaşadığını öğrenir. Sinirli bir şekilde evine gelen Ali Rıza Bey, kızına birkaç soru yöneltir. Söylenenlerin doğru olduğunu anlayınca Leyla’yı evden kovar. Ağacın dördüncü yaprağı da kopmuş olur.
Bu olay Ali Rıza Bey’i derinden yaralar. O geceden sonra hafif bir felçlik geçirir, çenesi biraz yana çarpılır, dili belli belirsiz peltekleşir. İnsan içine çıkmaya utandığından bir süre evden dışarı çıkmaz. Birkaç ay sonra, eline bastonunu alarak sokağa çıkar, kahvehaneye gider, emeklilerden oluşan eski arkadaş grubuna tekrar katılır.
Bu arada Leyla, sevgilisinin Taksim’de tuttuğu küçük bir apartman dairesinde yaşamaktadır. Avukat, Leyla’yı gerçekten çok sevmektedir. Onu nikâhı altına almak ister, fakat karısından bir türlü boşanamaz. Avukat, cadaloz karısından haftada ancak bir ya da iki gece kaçıp Leyla’nın yanına gelebilir. Bu yüzden Leyla, çoğunlukla yalnız kalır.
Ali Rıza Bey evin içinde “Leyla” isminin geçmesine izin vermez. Çocuklarıyla birlikte çekilmiş olduğu eski bir resimden Leyla’yı makasla keserek çıkarır. Hayriye Hanım, kocasıyla kızını barıştırmak için büyük çaba gösterir.
Bir gün Ali Rıza Bey, evine geldiğinde karşısında Leyla’yı görür. Leyla ağlayarak babasının boynuna sarılır. Hayriye Hanım’la kızı Ayşe de Ali Rıza Bey’e kızını affetmesi için yalvarırlar. Fakat tüm bu çabalar boşunadır. Ali Rıza Bey, kızını bir daha dünya gözüyle görmeyeceğine dair ettiği yemine sadık kalır, gözleri kapalı bir hâlde, “Beyhude yoruluyorsunuz… Benim artık Leyla isminde bir kızım yok. Biz, birbirimiz için ölmüş sayılırız.” (s.128) diyerek inadını sürdürür.
Leyla gittikten sonra Ali Rıza Bey ile karısı arasında şiddetli bir tartışma yaşanır. Bu kavgadan sonra Ali Rıza Bey, bu evde artık daha fazla kalamayacağını anlar. Bohçasını hazırlar ve kızı Fikret’in yanına gitmek üzere evi terk eder.
Ali Rıza Bey, Adapazarı’na gelir, fakat gördüğü soğuk muamelelerden, kızı Fikret’in burada hiç de rahat olmadığını anlar. Buranın da başka türlü bir cehennem olduğunu düşünen Ali Rıza Bey, kızının yanında ancak on beş gün kalabilir.
Ali Rıza Bey, Adapazarı’ndan döndükten sonra bir daha evine uğramaz. İki gün orada, üç gün burada avare bir şekilde dolaşır. Kışa doğru hastalanır, eski tanıdıklarından birinin yardımıyla hastaneye yatırılır. Bir gün Hayriye Hanım’la Leyla hastaneye gelirler, ağlaya ağlaya Ali Rıza Bey’in boynuna sarılırlar. İhtiyarlık ve hastalık, Ali Rıza Bey’in sinirlerini iyiden iyiye gevşetmiş, inadını kırmıştır.
Bu arada Hayriye Hanım, Dolap sokağındaki evi kiraya vermiş, avukatın Taksim’de tuttuğu apartman dairesine gelerek kızı Leyla ile birlikte kalmaya başlamıştır. Ali Rıza Bey’i hastaneden çıkarıp doğru bu daireye getirirler, güneş gören ve denize bakan güzel bir odaya yerleştirirler. Ali Rıza Bey, düzenli bir şekilde yiyip içince kısa sürede iyileşir.
Ali Rıza Bey, artık hiçbir şeye karışmaz, paranın nereden geldiğini sormaz. Sadece, ailesine tekrar kavuştuğu için çok mutlu olur. Ara sıra, avukatın apartman dairesinde verdiği davetlere katılır, on beş yaşına gelmiş olan en küçük kızı Ayşe ile gülünç danslar ederek ortamı neşelendirir.
“Evde oturmaktan sıkıldığı vakit onu tertemiz giydiriyorlar, açık bir arabaya bindirerek hava almaya gönderiyorlar.
Ali Rıza Bey, o günlerde, bayram elbiseleriyle bayram beşiğine binmiş çocuklar kadar neşelidir. Yalnız, sokaklardaki kalabalığın içinde ara sıra eski kahve arkadaşlarından bazıları ile göz göze gelmese…” (s.134)
– S O N –
Bunu okuyan bunlarıda okuyor:
* Reşat Nuri Güntekin
* Reşat Nuri Güntekin’in Eserleri
* Çalıkuşu Romanının Özeti
* Yaprak Dökümü Romanının Özeti
* Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu Romanı
* Reşat Nuri Güntekin’in Dudaktan Kalbe Romanı
* Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü Romanı
Elinize, emeğinize sağlık. Heryerde kısa kısa özetler var ne olup bitiğini bile anlayamıyoruz. İnanılmaz işime yaradı gerçekten çok sağolun
qesengdi
ne kadar uzun özet olmuş bu böyle ama güzelmiş emeğinize sağlık
Biraz az olsa kısa olsaydı olmazmıydı:-)
ağaçta yaprak kalmadı valaha bu nasıl yaprak dökümüydü.
Cok acikli ama aliriza bey dizideki gibi namuslu ve karakterli bir insan degil romanda ahlaksizlik diz boyu