Aganta Burina Burinata Romanının Özeti

Aganta Burina Burinata Halikarnas BalıkçısıMahmut, deniz sevdalısı küçük bir çocuktur. Arkadaşları ağaçlardan meyve toplayıp oyunlar oynarken, Mahmut her fırsatta deniz kıyısına kaçar. Çocuklarının denize karşı olan bu aşırı sevgisi, anne ve babasını tedirgin eder. Akrabalarından çok sayıda erkeği denize kurban verdikleri için çocuklarının da bir balıkçı olmasını istemezler. Süleyman Kaptan, oğlunu denizden, balıkçılıktan soğutmak, ona denizi unutturup toprağı, karada yaşamayı sevdirmek için elinden geleni yapar.

Sponsor Bağlantılar

Anne ve babasının çocuklarını denizden soğutmak için koyduğu yasaklar, küçük Mahmut’un denize olan tutkusunu daha da güçlendirir.Mahmut, eline geçen çer çöple kendisine oyuncak bir gemi yapar. Gemisini, hayvanların su içtiği bir yalakta yüzdürürken adeta kendinden geçer. Amcası Davut Kaptan, yeğeninin denize, gemilere olan ilgisini bilir. Yeğeninin oyuncak gemisini beğenmez, bir anda ayağının altında çatır çutur ezer. Ertesi gün kahvede arkadaşlarıyla beraber özene bezene çok güzel bir oyuncak tekne yapar yeğenine.

Mahmut, amcasının yaptığı oyuncak tekneyle birkaç ay oynar. Teknesini her gece yastığının üstüne koyar. Bir sabah uyandığında teknesini göremez. Ağlaya ağlaya oyuncağını arar, fakat bir türlü bulamaz. Yeni bir tekne yaptırmak için amcasına gitmek istediğini söyleyince, kendisine durgun ve hüzünlü bakışlarla, amcasının uzun bir sefere çıktığı söylenir. Küçük çocuk, amcasının döneceği günü sabırsızlıkla bekler. Babası, kaybolan teknenin yerine oğluna bir kuzu alır.

Bir iş için Milas’a gitmesi gereken Süleyman Kaptan, yanında oğlunu da götürür. Yolculuk sırasında denizi, yelkenli gemileri, balıkçıları gören Mahmut’un içindeki deniz tutkusu yeniden alevlenir. Ömrü denizlerde, yabancı sahillerde geçmiş ve denizin türlü acılarını yaşamış olan Süleyman Kaptan, oğlunun gözlerindeki parıltıyı fark eder. Oğlunu denizden soğutmak için denizi kötüleyen, karalayan sözler eder. Oğlunun karada yaşamasını, geçimini topraktan çıkarmasını ister. Bir balıkçı olup da ömrünü ziyan etmesini, yoksulluk içinde kıvranmasını, denizde boğulup can vermesini istemez.

“Oğlum, sakın bunun bu haline aldanma. Kim bilir kaç gemiciyi boğmayı tasarlıyor. Seni de boğuncaya kadar aç, çıplak ve yoksul bırakır. Sen toprağa bak.” (s.13)

“Kahrolasıca deniz, dedelerinin, atalarının soy sopunun kaçının başını yedi biliyor musun?” (s.14)

Süleyman Kaptan, ömrünün otuz kırk yılını denizlerde geçirdikten sonra Milas’ta dükkân açan arkadaşı Bakkal Fehmi’nin yanına uğrar. İki eski arkadaş içip sohbet etmeye başlar. Konuşmaları dinleyen Mahmut, amcası Davut’un bir deniz kazasında feci şekilde can verdiğini öğrenir. Oyuncak gemisinin ortadan kaybolmasının ve amcasını bir süredir görememesinin nedenini anlar, çok üzülür. Girit kıyılarında avlanırlarken şiddetli bir fırtınaya yakalanırlar. Gemileri batmak üzeredir, tayfalar insanüstü bir çabayla hayatta kalma mücadelesi verir. Rando maçosu, bir pala gibi kardeşinin kafasını gövdesinden ayırır. Süleyman Kaptan, rando maçosunu sıkı bağlamadığı için, kardeşinin ölümünden kendisini sorumlu tutar, vicdan azabı çeker. Geceyi orada geçirirler.

“O gece amcam o ibrişim sarı saçlarıyla düşüme girdi. Masmavi gözleri vardı onun… Ben zaten onu öylesine severdim ki onu ya göklerin, ya denizlerin koynunda doğmuş sanırdım…

‘Korkma, babanın söylediklerine bakma. Ben denizin içindeyim. Sen de bir deniz oğlusun. Seni de deniz alacak.’ diyordu.” (s.26)

Bodrum’a döndükten birkaç gün sonra Süleyman Kaptan, bir meslek öğrenmesi için oğlunu Eskici Kirpi Halil Usta’nın yanına çırak verir. Halil Usta, gençliğinde yelken sararken direk tepesinden güverteye düşmüş ve bir bacağı kırılmıştır. Sakat kaldığı için denizden kopmak zorunda kalmış, bir dükkânda ayakkabı tamir ederek geçimini sağlamaya başlamıştır. Kendisini sakat bırakmış olmasına rağmen Halil Usta, denize kin tutmamış, aksine içindeki deniz sevgisi, tutkusu, özlemi her geçen yıl biraz daha şiddetlenmiştir.

Mahmut denizcilikle ilgili ilk bilgilerini Halil Usta’dan öğrenir. Halil Usta, denizcilere özgü olan terimleri, tehlikeli durumlarda usta bir denizcinin yapması gerekenleri, kendisini can kulağıyla dinleyen çırağına keyifle anlatır. Usta ile çırak, bir anlamda yarattıkları hayal âleminde denizin tadını doyasıya çıkarırlar. Halil Usta’nın sürekli denizden söz ederek oğlunun içindeki deniz sevgisini canlandırdığını öğrenen Süleyman Kaptan, oğlunu eskici dükkânından alarak mahalle mektebine yollamaya karar verir.

Mahmut, mahalle mektebinde derslere başlar; ancak Topal Hoca’dan, onun öğrettiklerinden hiç hoşlanmaz, çok sıkılır. Ders esnasında sınıfın penceresinden gökyüzünü ve denizi seyre dalar. Dersi dinlemediği için hocasından sürekli sopa yer. Balıkçı Ateşoğlu’nun kızı Fatma, en yakın arkadaşıdır. Fatma iri yarı bir kızdır.

Mektebin yanında kayık yapımıyla uğraşan Kalafat Ahmet Usta, Mahmut’un yaşamında denizcilik konusunda ikinci önemli kişidir. Mesleğine gönül vermiş, tahtalara çaktığı basit bir çivinin bile hayatî önem taşıdığını bilen bir ustadır. Küçük Mahmut, teneffüslerde soluğu Ahmet Usta’nın yanında alır. Kalafat Ahmet Usta, okuması için Mahmut’a deniz adamlarını anlatan kitaplar verir. Mahmut bu kitapları büyük bir keyif ve heyecanla okur. Turgut Reis’i, Kristof Kolomb’u tanır, onlar gibi denizlere açılmak, yeni diyarlar keşfetmek ister. Mahmut, mektepte hocasından dayak yerken, kendisine bakan Fatma’nın gözlerinin sulandığını görür. Fatma babasıyla balığa çıktıklarında Mahmut’un da gelmesini ister. Süleyman Kaptan’dan izni koparır. Balığa çıkma düşüncesi, küçük Mahmut’u çok heyecanlandırır, Fatma’ya sarılır ve onu şapır şupur öper.

Ertesi gün şafak vakti kayığa binerler, balık avlamak için denize açılırlar. Mahmut, kız arkadaşıyla birlikte oltalara yem takar. Denizdeyken türlü aksilikler çıkar. Balık ağları derinlerdeki kayalara takılır. Ateşoğlu, ipleri kesmek zorunda kalır. Mahmut, balık tutmanın ne kadar zor bir iş olduğunu görür. Zorlu bir mücadele sonunda nihayet kıyıya yanaşırlar. Tuttukları bir avuç balığı satabilmek için de bir hayli dil dökerler. Balıkları satın alacak kişiler, balıkların koktuğunu söyleyerek fiyatı kırmak isterler.

Ateşoğlu’nun evine, kucağında ölmüş kızıyla yaşlı bir kadın gelir. Kocasının iki aydır denizde olduğunu, çocuğuna alacak kefen parası olmadığını söyler. Balıkçı Ateşoğlu ve yanındaki gençler, hiç düşünmeden o günkü kazançlarını yaşlı kadına verirler. Küçük Mahmut, deniz insanlarının ölesiye zor koşullarda kazandıkları paraları böylesine cömertçe vermelerinden çok etkilenir. Çok yüce varlıklar olarak gördüğü deniz insanları, gözünde daha bir değer kazanır, büyüdükçe büyür. Ertesi gün babasından gizli yine balık avına çıkar. Tekneleri fırtınaya tutulur, zorlu bir mücadeleden sonra kıyıya ulaşırlar. Süleyman Kaptan, mektepten kaçarak balığa giden oğlunu iyi bir azarlar.

Mahmut, iki kez çıktığı
balık avından sonra mektepten büsbütün soğur. Küçük amcası Hakkı Reis’in teknesinde tayfa olarak çalışmayı kafasına koyar. Bu arada Fatma büyümüş, genç kız olmuştur. Ailesi örtünmesi gerektiğini söyler. Mahmut, yakın arkadaşı Fatma’ya içini döker, denizcilikle ilgili hayallerini bir bir anlatır. Babası seferdeyken Mahmut, amcası Hakkı Reis’in teknesinde çalışmaya, yıllardır kavuşmayı arzuladığı sevdasına, denize, balıkçılığa kavuşacaktır.

Babasının denizde olmasını fırsat bilen Mahmut, küçük amcası Hakkı Reis’e, kayığına tayfa olarak alması için yalvarır, ölesiye çalışacağını söyler. Hakkı Reis, kardeşlerinin aksine son derece acımasız, cimri, katı kalpli bir kaptandır. Tayfalarına kokmuş peynir, küflenmiş peksimet yedirir, tayfalarını birer köle gibi canları çıkıncaya kadar çalıştırır, onlara çok az para verir. Denize kavuşma arzusu, Mahmut’un gözlerini kör, kulaklarını sağır etmiştir. Bu arada Fatma da Mahmut’un annesini ikna etmek için çok dil döker. Denizden ayrı kalırsa intihar edeceğini söyleyerek, annesini korkutur. Hakkı Reis, yeğeninin ısrarına daha fazla dayanamaz. Annesiyle konuştuktan sonra Mahmut’u teknesine tayfa olarak alır. Liman dairesinden gemici tezkeresi alan Mahmut, denize açılacağı için mutluluktan uçmaktadır.

“İşte artık o geminin tayfasındandım. Onunla sarmaş dolaş olmuştum. O benim bir parçam, ben onun bir parçasıydım. Beraber yüzecek, duracak, beraber batıp boğulacak veyahut varacağımız yere varacaktık. Beni artık gemiden balta ile bile ayıramazlardı.” (s.82)

Mahmut, çocukluğundan beri hayallerini süsleyen açık denizlere kavuşmuş, gerçek bir denizci olmuştur artık. Gözlerini kamaştıran, kalbini yerinden sökecek derecede heyecanlandıran büyülü bir âlemde yolculuğa çıkmış gibidir. Gemiye adım attığı ilk andan itibaren olanca gücüyle çalışmaya başlar. Bir an bile boş durmaz, kendisine verilen emirleri hızla yerine getirir, sağa sola koşturur. Fırsat buldukça da kıyıların, adaların, denizin güzelliklerini seyre dalar.

“Denizdeki ilk günümü ve gecemi böyle geçirdim. Fakat her günümü böyle aylaklıkla geçirdiğimi sanmayın. Hiç boş durmazdım. Boyuna direğe tırmanır, iner, çıkar, yelken açar ve söndürürdüm.

Eğer güverteyi temizlemiyorsam, iplere yeni yeni bağlar yapar, bağ yapmıyorsam gemiye safra taşır veya gemiden safra boşaltır, yük getirir, götürür, raspa yahut kalafat eder, ıstoko koyar, boyar, siler veya cilalar dururdum.

Akşam olunca yorgunluktan kemiklerimin ilikleri boşanmış gibi olurlardı da, neyler gibi öterek sızlarlardı. Fakat hiç de umurumda olmazdı. Denizdeydim ya! Zaten amcam boş durmamı hiç istemezdi. Hemen kaşlarını çatar;

‘Burası hükümet dairesi değil, kayıktır!’ diyerek, bu işle değilse şu işle beni durmamacasına çalıştırıp çabalatır, bana verdiği paranın acısını cayır cayır çıkartırdı. Tek başıma dört kişinin gördüğü işi görürdüm.” (s.88)

Denize açıldıktan beş on gün sonra şiddetli bir fırtınaya yakalanırlar. Teknenin batmaması için ölesiye mücadele verirler. Sonunda fırtına diner, kurtulurlar. Fırtınadan üç hafta sonra Mahmut, annesinden bir mektup alır. Babası Süleyman Kaptan’ın kayığıyla birlikte denize batıp boğulduğu haberini alır. Annesinin geçimi de Mahmut’un boynuna binmiştir artık. Mahmut, geçimini çıkarmak için amcasının teknesinde çalışmak zorundadır. Amcası Hakkı Reis, insanî değerlerden yoksun, acımasız, cimri bir adamdır. Mahmut, uşak gibi durmadan çalışmasına rağmen, amcasından sürekli azar, küfür işitir. Amcası olduğu, büyüğü olduğu için her şeye katlanır, hiçbir şeye sesini çıkarmaz.

Bir gün teknede yaşanan bir olay Mahmut’u çileden çıkarır. Kayıkta çalışan on beş – on altı yaşlarındaki Mazlum adındaki çocuk, güvertede yemek pişirmektedir. Hakkı Reis her şeyin en ucuzunu, en bayatını aldığı için fasulyeler demirdenmiş gibi bir türlü yumuşamaz. Çocuk, tencereye zeytinyağını akıttığı sırada kaptan bunu görür ve deliye döner. Hakkı Reis, sırf yemeğe zeytinyağı döktü diye zavallı çocuğu, eline geçirdiği odunla öldüresiye döver. Mazlum’un kafası yarılır. Hakkı Reis, defalarca vurur, yine de sakinleşemez. Olan bitene daha fazla seyirci kalamayan Mahmut, amcasının gözüne okkalı bir yumruk atar. Akşam olunca Hakkı Reis, yeğenini yanına çağırtır, bugüne kadar hak ettiği paraları hesaplar, kendince kırpar, ilk limanda kayığından def olup gitmesini söyler.

Amcasının yanından ayrıldıktan sonra Mahmut, başka kayıklarda çalışır. Bazen işsiz kalır. Arı gibi çalışmasına rağmen yarı aç yarı tok bir yaşam sürer. Annesinin ölüm haberi gelir. Annesinin geçim yükü sırtından kalktığı için bir parça rahatlar. Gemiden gemiye, kaptandan kaptana, seferden sefere seneler su gibi akıp geçer. Mahmut on yedi – on sekiz yaşlarında bir genç olmuştur artık. Denizciliğin sıkıntıları çoktur, ancak güzel yanları da vardır. Girit, Napoli, Cenova, Marsilya gibi yeni yeni yerler görmenin zevki başkadır. Denizdeyken bazı günler çektiği sıkıntılar canına tak eder. Bir bağı bahçesi olup denizden kurtulmanın hayaliyle kendisini avutur. Genç yaşının verdiği arzuları bastıramaz, kalbinde sevginin eksikliğini duyar. Bir kadını sevmek, evlenip yuva kurmak ister. Hayallere dalıp gittiği gecelerde aklına çocukluk arkadaşı Fatma gelir.

Trablusgarp Savaşı nedeniyle Türk kayıklarına Akdeniz’de izin vermedikleri için Mahmut, yabancılara ait vapurlarda çalışmak zorunda kalır. Marsilya’ya gidecek olan bir vapura ateşçi olarak girer. Daha önce ateşçi olarak çalışmamış olmasına rağmen elinden geleni yapar.

“Marsilya seyahatim on gün sürdü. Bu sırada biz ateşçilerin eşekler kadar haysiyetimiz yoktu. Bu müddetin yarısını kızıl ateş karşısında kıpkızıl yanan süngüleri ateşe sokup çıkarmakla, gelberi ile dışarıya çektiğim pislikler arasındaki alevli kömür parçaları tarafından ayağımı bacağımı dağlamakla, kan ter içinde kaldıktan sonra serinlemek için makinelerin ağzına giderek orada buz keserek öksürmekle geçirdim. Kullandığımız kömür süngüsü değil ömür törpüsü idi.” (s.121)

Bir süre para biriktiren Mahmut, yıllardır göremediği, hasretini çektiği Erkek Fatma’sına kavuşmak, onunla evlenmek umuduyla memleketine döner. Annesinin de ölümünden sonra kimsesiz kalan ev, harabeye dönmüştür. Mahmut, evi biraz temizledikten sonra doğru Ateşoğlu’nun yanına gider. Fatma’sını görmek için sabırsızlanmaktadır. Ateşoğlu’nun evinin önünde beklemeye başlar. Akşamüstü hava kararırken Fatma görünür. Fatma’nın yüzünü görünce içi acıyla sızlar. Bir av tüfeğiyle ateş edilmiş, saçmalar kızcağızın yüzünü berbat etmiş, bir gözünün de akmasına sebep olmuştur. Mahmut’un yüreği kor gibi yanar. Fatma da çocukluk arkadaşını çok özlemiştir, onu hâlâ deliler gibi sevmektedir. Ne var ki paçavraya dönmüş suratıyla, sevdiği gence acıdan, üzüntüden, mutsuzluktan başka bir şey veremeyeceğini çok iyi bilir. Mahmut’a soğuk davranır. Mahmut’un Fatma’ya duyduğu sevgi çocukluk günlerinden başlamış, damla damla yüreğinde birikmiştir. Yüzünün berbat olmasının Mahmut için hiç mi hiç önemi yoktur. Fatma’nın hayali, gönlünde öylesine silinmez bir yer etmiştir ki, gönül gözüyle, yıllar öncesine ait güzelliğiyle görmektedir sevdiği kızı. Mahmut, yüreğindeki
sevgiyi en içten, en duygulu, en güzel sözlerle aktarır. Kendisiyle evlenmek istediğini söyler. Fatma, cevabını ertesi gün vereceğini söyleyerek uzaklaşır. Gidiş o gidiş… Fatma, bu evliliğin her iki tarafa da acıdan başka bir şey vermeyeceğini bildiği için çok uzaklara gider. Mahmut’a olan güveni tamdır. Kendisini içten bir aşkla çılgınca sevdiğini bilir, ancak yaralı yüzüyle saf bir gencin hayatını cehenneme çevirmek istemez. Alır başını uzaklara gider.  

Yıkılmış bir halde sağa sola koşturan Mahmut, deli divane bir şekilde Fatma’yı arar, fakat bir türlü bulamaz. Umursamaz bir halde yeniden denize açılacağı, sıkıntılarla boğuşacağı günü bekler.

Babasının arkadaşlarından Zeynel Kaptan, ömrü denizlerde geçmiş, cebi para görünce kayığını satıp toprak almış, bahtı yüzüne gülmüş ve epey bir mal mülk sahibi olmuş. Zeynel Kaptan’ın Ayşe adında genç bir kızı vardır. Ayşe, Mahmut’un çocukluk arkadaşıdır. Kalafat Ahmet Usta aracı olur, Ayşe’nin çocukluktan beri kendisini çok sevdiğini söyler. Zeynel Kaptan da Mahmut’u damadı olarak beğenmektedir. Zeynel Kaptan kızını vermeyi kabul eder, ancak Mahmut’un denizden vazgeçmesini, evlendikten sonra bahçelerle ilgilenmesini şart koşar. Yıllarca içindeki deniz tutkusunu bastırmak için uğraşıp durmuş, sıkıntıdan, yoksulluktan, açlıktan ve çileden başka bir şey eline geçmemiştir. Evlenip yuva kurmak, rahat bir yaşam sürmek düşüncesi Mahmut’u heyecanlandırır. Zeynel Kaptan’ın kızıyla evlenmeye karar verir.

“Denizi hiçbir daha görmemeye, ondan tamamen vazgeçmeye hazırdım. Artık dalgalarından da, insanların kanına, canına susayan o hain ve hırçın fırtınalarından da ikrah getirdim. Onun bir daha mavi yüzüne bakmamaya karar verdim. Zaten onun ne adının, ne sanının, ne dalgalarının, ne renklerinin, ne çalkantı, ne çırpıntı, ne akıntılarının, velhasıl hiçbir şeyinin bana gizli kalan, bana mahrem olmayan bir yeri kalmamıştı. İç yüzünü de dış yüzünü de biliyordum. Onun büyüsü çözülmüştü artık.” (s.136-137)

Evlendikten sonra, deniz yüzü görmeyen Çömlekçi köyünde yaşamaya başlarlar. Mahmut, halinden memnundur, evliliğin tadını çıkarır. Zeynel Kaptan köyün zenginlerinden olduğu için komşular Mahmut’a bir ağaymış gibi saygı gösterirler. Ne var ki, karısının sırtından geçiniyor olmak Mahmut’un ağırına gitmektedir. İşin ucundan tutmak, yardımcı olmak için bir şeyler öğrenmeye çalışır. Toprağı bellemeyi, mandalina ve portakalları toplamayı, asma budamayı öğrenir. Emeğinin karşılığını almak hoşuna gider, günden güne toprağa alışır.

“Sessiz toprak sesli denize benzemiyordu. Ona verdiğim emeğe, bin bir renk, bin bir güzel koku ve çiçekle cevap veriyordu. Sanki kendisine karşı gösterdiğim alâkadan dolayı bana karşı şükran duyuyordu…

Hele bahçedeki ağaçlar… Asmayı budayarak yükünü hafifletince, asma bayağı duygulanıyor, gözleri sanki şükran yaşlarıyla dolup taşıyordu. Bademleri budasam sevinçle titriyor ve bütün tomurcuklarına sanki beyaz kelebekler açarak tepeden tırnağa kar gibi ağarıyorlardı. Limon ağaçlarının kurularını ayıklasam zarafet ve edayla kalkınıyor, sık yapraklarıyla yeşil loşluklar yaratarak, gece uykumuza güzel rayihalar katıyor, sarı sarı yemişleriyse varlığımızı bile serinletiyordu. Kısaca emeğim, asmalarda salkım salkım sevinç göz yaşları, şeftalide öpüşe uzatılan pembe yanak, kirazda dudak oluyordu.” (s.138)

“Duygu, kayığın geçerken bıraktığı, en küçük bir izi bile kıskanarak, onu hemen dümen suyunca örtüp yok eden yüreksiz denizde değil, asıl toprakta vardı. Denizin sularını istediğin kadar karıştır, okşa, istediğin kadar öv, pohpohla, ona şarkılar söyle, onun sana cevabı ‘Çekil! Defol!” dermiş gibi bir şamardır.” (s.139)

Hesap işlerinden anlamadığı için parasal konularla hep karısı ilgilenir. Toprakla ilgili bilmediği şeyleri yakın komşuları Hüseyin Dayı ile Gâvur Ali’den öğrenir. Hüseyin Dayı tam anlamıyla bir toprak adamıdır. Toprağa, ağaçlara âşık bir insandır. Onları çocukları gibi sevip okşar. Mahmut, Hüseyin Dayı’nın toprak sevgisine hayran kalır. Gâvur Ali, çıkarcı ve kurnaz bir adamdır. Bir avuç buğday daha fazla almak için toprağın canına okur. Ayşe hesapçı ve çıkarcı bir kadındır. Kocasının para işlerinde yumuşak davranmasından hiç hoşlanmaz. Hüseyin Dayı’nın topraklarını ele geçirmeyi düşünür. Mahmut yavaş yavaş karısının gerçek yüzünü görmeye başlar.

Ayşe’nin çevresindeki insanlardan sürekli bir şeyler koparmaya çalışması, insanların kalplerini kırması Mahmut’u derinden üzer. Karısının gözünde Mahmut, tam bir avanaktır. Bir gün Mahmut, yıllık geliri almak üzere bir ortakçıya gider. Giderken de gelenek olduğu için yanında çay, kahve, şeker götürür. Ailenin yoksulluğundan çok etkilenir. Bir deri bir kemik kalmış çocuklara acır. Ortakçılar, zeytinlerin bu yıl kıt verdiğinden, buğdayların ayaz nedeniyle yeterince büyümediğinden, hayvanların yemsiz kaldığından, çeyiz yapamadıkları için kızlarını everemediklerinden dert yanarlar. Mahmut, insanların perişan hallerinden çok etkilenir; para istemek bir yana, yanında getirdiği kahve ve şekeri de bırakır, oradan ayrılır. Ortakçılar sevinçten havalara uçarlar. Toprak ağasına hayır duası ederler. Mahmut, kendince doğru olanı yaptığı için gönlü rahattır, mutludur. Olan biteni karısına anlatır. Ayşe, onları eşek sudan gelinceye kadar dövmediği, neleri var neleri yok sıyırıp almadığı, bir güzel dövmediği için kocasını budalalıkla, yufka yürekli olmakla suçlar. Karısının çıkarcı yüzünü her geçen gün biraz daha gören Mahmut, gün geçtikçe karısından soğumaya başlar. Bu olaydan sonra Ayşe, kocasını bir daha ortakçıya falan göndermez.

Aylardır yağmur yağmadığı için köy susuz kalmıştır. Köy imamı Abdülvahap Hoca ile yağmur duasına çıkılır. Hoca, Eskişehir’den parasız pulsuz gelmiş, köyün zenginlerinden birinin kızıyla evlenince müftülükten istifa etmiş ve tarlaların başına geçmiştir. Dürüst bir adam değildir, halkın saflığından faydalanır. Türlü dolaplar çevirerek insanları kandırır. Bu yüzden Mahmut, hocayı pek sevmez. Edilen onca duaya rağmen tek bir damla yağmur düşmez. Canı sıkılan Mahmut, birileriyle sohbet etmek için köy kahvesine gider. Köylülerin durgun, tembel, neşesiz halleri Mahmut’un tadını kaçırır. Uyuşuk toprak insanlarıyla çalışkan, gür sesli deniz insanlarını kıyaslar. Denizde çalıştığı coşku dolu günleri özlemle hatırlar. Mahmut’un içindeki deniz hasreti kabardıkça kabarır.

“Neredeydi o gürültülü patırtılı liman ve denizci kahveleri? Fırtınanın sesini yenmek zorundan dolayı bağıra çağıra konuşmaya alışkın büyük denizlerin denizcileri? O vinçlerin harharası, ince ve kalın vapur düdükleri. Hele o deniz amelelerinin en ufak bir hareketi yapmak için gırtlaklarını patlatırcasına bağırmaları. Herkesin herkese ne yapması lazım geldiğini avaz avaz haykırması, hiç kimsenin bağıranlara kulak asmadan durmamacasına trampet gibi seslerle kıyametler koparması.

Irgat başında olsun, demir kaldırır ve bocaya alırken olsun, tulumba işletirken, yelken açar veya söndürürken bir ağızdan heyamola diye gemicilerin şarkı söylemeleri nerede? Nerede? Buradaki köylüleri, değil megafon, değil çan ve düdük, kıyamet günü ölüleri
mezarlarından kaldıracak olan İsrafil’in borusu bile derin uykularından uyandıramazdı.” (s.165-166)

Zeynel Kaptan’ın akrabalarından birinin düğün davetine katılmak için Bodrum’a giderler. Uzunca bir zamandır toprağa mahkûm bir yaşam süren Mahmut, denizin tuzlu soluğunu, serinliğini yüzünde hisseder. Üç yıllık bir ayrılıktan sonra birdenbire karşısına çıkan deniz, şiddetli bir biçimde Mahmut’u sarsar. Düğünü bırakıp doğru deniz kıyısına koşar. Yapımı henüz tamamlanmış bir gemiyi seyre dalar. Gemi denize indirilmek üzeredir. O anda, denizin gemiyi kendisine çekmek için türküler mırıldandığını duyar. Aslında denize kavuşmak isteyen, cansız bir tahta parçası değil, Mahmut’un kendisidir. Yıllardır denize hasret kalmış Mahmut için türkülerini söylemektedir deniz.

“Pruvası kınından fırlayan bir kılıç gibi keskin ve parlaktı. Deniz geminin ayak ucunda, mavinin ruhu ve canı ciğeri olan en saf maviden bir yayılıştı. Dalgacıklar, sanki köpükten diller imişler gibi mırıldanarak geminin ayağına doğru uzanıyorlardı. Deniz ılık çırpıntılarıyla tekneyi nemliyor ve saf rüzgâr serinletiyor ve sanki geminin can kulağına gizli bir türkü söylüyordu. Belki söylemiyordu da bana öyle geliyordu. Fakat ben türküyü içim ağlaya ağlaya ta iliklerime kadar duyuyor ve titriyordum.

‘Gel! Gel de koynuma gir. Öpüşümle sana can vereceğim. Ve seni kuvvetli kanatların üzerinde uçuracağım, niçin orada cansız bir küme kereste gibi yatıyorsun? Ormanda ağaçken bir yerde saplanakalmaktan ve iradesiz bir ömür yaşamaktan hâlâ bıkıp usanmadın mı? Yazıklar olsun sana! Açık hava, açık deniz ve açık ışığa fırla. Gel de dalgalarımla savaş ve kılıç pruvanla onları biçip yenerek zaferinle mağrur üzerlerine bin, rüzgârın gözüne işle, fırtınaları paçavralar gibi yırtarak ileri geç. Deniz ejderinin rakibi, yunus balığının yoldaşı, yoksul martının tesellisi, kaptanın gururu, denizcinin türküsü ol! Gel benim beyaz sevgilim gel!’” (s.169-170)

“Uzaktan uzağa içimde bir şeyler hıçkırıyordu. Üç seneye yakın bir zamandan beri yüzünü görmemiş olduğum ilk sevgilimle göz göze gelmiştik. Ben büyümüştüm, o ise çocukluğumda neyse yine oydu. Gençti. Güzeldi. Maviden yeşile kayıp değişen duvağının ardında bana hazin hazin gülümsüyordu. Bana ‘Sadakatsiz, aldatıcı’ diyordu, ‘beni neye bırakıp kaçtın?’ diye soruyordu. Sırtımı ona çevirip, kendimi ondan koparıp kaçmak istedim. Fakat bacaklarımda sanki takat kalmamıştı. Gözlerim, kulaklarım, gönlüm, tepeden tırnağa bütün varlığım enginin çağırışında idi. Oysa o hazin sözlerine ara vermiyordu. ‘Aldatıcı’ diyordu. Gözlerimin yaşlarla dolduğunu duyar gibi oldum. Denize karşı hemen evlenmezden evvel beslemiş olduğum kin, onun zulmüne, cinayetlerine karşı duymuş olduğum isyan, denizde çekmiş olduğum cefalar, boşu boşuna sarf etmiş olduğum, emekler geçirmiş olduğum uykusuz geceler, hep uyanınca unutulan kâbuslar gibi aklımdan silindi, gitti. Yalnız ufuktan kanat açışımın, tehlikesine de fırtınasına da ferman okuyuşumun çıldırtıcı sevincini hatırlıyordum. Canını dişine alarak gözünü budaktan sakınmaz denizci hayatının türlü türlü cilvelerini, Çömlekçi köyünde, merada besiye çekilen inek gibi, ahırlı, kümesli, gübreli bir hayatla değişmiştim.” (s.170-171)

Gemi “Aganta! Burina! Burinata!” nidasıyla denize indirilir. Bu sırada güvertede koşan bir tayfa, ayağı ipe takılarak denize düşer. Mahmut, başını küpeşteye çarpan çocuğun sersemlediğini anlar, elbisesiyle denize atlar, çocuğu kurtarır.

“Çocuğu denizden kurtarmıştım. Fakat denizin saçları boynuma dolanmıştı. Artık beni kimse denizden kurtaramazdı. O dakikadan sonra gözüme uyku güç girerdi. Artık yerimde duramaz oldum.” (s.172)

Düğün devam ederken Mahmut, balıkçı kahvelerinde dolanır. Düğün sona erer. Köye dönüş yolunda Mahmut, dönüp dönüp arkasına, ilk sevgilisine, denize bakar. Deniz gözden kaybolunca, bir anda dünyası zindan olur. Köyde kuraklık sürmektedir. Köy kahvesine gider, ancak köylülerin basit konuları dönder aktar konuşmalarından sıkılır. Bahçesine gelir. Toprak acı yüzünü göstermeye başlar. Elinden gelen gayreti göstermesine rağmen hıyarlar acılaşır, turpların içi kof olur, domatesler kararır, otların istilasına uğrayan bostanlar berbat olur… Bir sabah öfkesinden deliye dönen Mahmut, çapayı eline alır, bahçenin altını üstüne getirir. Toprağa bağlı kalmak, onun kölesi olmak ölümden beter gelir.

Köylüler Abdülvahap Hoca’nın önderliğinde yağmur duasına çıkarlar. Ellerindeki okunmuş taşları suya atarlar. İki üç gün sonra müthiş bir yağmur başlar. Köylülerin yüzü güler. Ancak bu sevinç fazla sürmez. Günler geçer, fakat yağmur bir türlü dinmek bilmez. Köyü sel alır, dereler taşar, duvarlar çöker. Köy halkı bu kez yağmuru dindirmek için duayı tersinden okumaya karar verir, bu da yetmez, yağmur yağsın diye suya attıkları taşları çocuklara çıkartırlar, mangalda ısıtıp kuruturlar.

Bu arada Ayşe, düğün gezisinden sonra kocasındaki değişimi sezmiş, kocasının içindeki deniz tutkusunun yeniden alevlendiğini anlamıştır. Kocasını denizden soğutması için konu komşuyu seferber eder. Komşular deniz sevdalısı Mahmut’un aklını çelmek için çok dil dökerler. Fakat bu yakarışlar, bu karalamalar nafiledir.

Aralıksız yağan yağmurlar diner. Mahmut bahçeye birkaç fidan diker. Bu kez de bahçe sümüklüböceklerin hücumuna uğrar. Geceleyin karısıyla birlikte bahçede gezerek sümüklüböcekleri çatır çutur ezerler. Yaptığı işten iğrenir.

Ayşe, kocasına vazifesinin yanında kalmak olduğunu kesin bir dille belirtir. Mahmut, karısını denizle arasında bir engel olarak görür. Karısının sözleri, tavırları Mahmut’un içindeki deniz özlemini artırır.

Bir gece şiddetli bir fırtına çıkar. Mahmut, bu fırtınanın kendisini denize çağırdığını hisseder. Ayşe, kocasının deniz tutkusunun önüne geçemeyeceğini çaresizce kabullenir, ağlamaya başlar. Bu arada kocasını denizden vazgeçirmek için boş durmaz; muska yazdırır, gömleğini okutup üfletir, namaz kılıp dua eder. Mahmut karısını sever, ancak kalbinin derinliklerinde yer tutan deniz sevdası her şeyin üstündedir.

Mahmut, içindeki deniz tutkusunu boğmaya çalışır. Fakat ne yapsa boşunadır. Yine deniz kıyısında dolaşmaya başlar, çocukluk günlerinin zevkini duyar. Bir gece deniz kıyısında uyuyakalır. Sabah gün ağarırken, denizin buğuları içinde salınan bir kayık görür. Gönlü su gibi akıp gider. Denizcilik günlerini hatırlar. Gayrı iflah olmaz. Varını yoğunu karısına bırakır ve delicesine sevdalandığı denize açılır bir daha dönmemek üzere.

“Deniz değil gönlümü ve yüreğimi, fakat her parmağımın ucundan saçımın her telinin ucundan beni çekiyordu. Gönlüm yabancı yerlerde veya karanlıklarda uçmuş yorgun bir kuş gibi babafingoya kondu. Rüzgârın iplerdeki ıslığını duydum. Bir denizci hayatının türküsünü söylüyordu. Açık denizleri, gürültülü limanları, cigara dumanlarıyla ve tambura, cura ve tabakaların ince tıngırtısıyla, rakı kadehleriyle dolu koltuk meyhanelerini gördüm. Birdenbire önümdeki kayığın güvertesinden sanki bir denizci parmağıyla beni gösterdi. ‘İşte denizden korktuğu için denizden kaçan denizci!’ dedi. Deli gibi yerimden sıçradım. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Gemiye,
‘Korkudan? Hiçbir zaman!’ diye bağırdım.

Artık ondan sonra ne Ayşe’nin kolları, öpücükleri ve gözyaşları, ne bağlar bahçeler, ne tövbeler ve yeminler beni karaya bağlayamadılar. Varımı yoğumu Ayşe’ye bırakarak bir daha geriye dönmemek üzere denize açıldım. İlk limanda kayığın birisine gemici yazıldım.

Aganta!..” (s.186)

 
− S O N −