Yazar: Ayşegülözdoğan

14 Şubat Sevgililer Gününe 6 Kala…

Ceplerimdeki tüm sevgi parçalarını topladım. Kalbimdeki aşk hücrelerini de yokladım. Dünyadaki bütün sevgilerin ışıkları açık mı değil mi kontrol edip de geldim. Suskunca baktım bulunduğum noktaya. Ayaklarımın altında bir şubat gördüm. 14 ile 14’den öncesinin arasında bir şubat.14 Şubat, 2013 yılında da dünya üzerindeki etkisini doludizgin toplamış gelmekte. Tüm tarihçesiyle… Tüm aşklarıyla… Tüm sevgi ve sevgilileriyle… Roma kültüründen doğmuş olan 14 Şubat günü aslında belki de sadece bir sevgi günüydü. Her yerde bahsedilen tarihçesine inmeden önce 14 Şubat hakkında bir rivayetten bahsetmek isterim. Rivayete göre 14 Şubat sadece bir sevgi günüydü. Sadece demek belki burada sevginin değerini özümsememiz yolunda bizi engelleyebilir ancak sevgililer günü düzleminde doğru bir kelime olur. Sevgi günü tüm dünyada 14 Şubat’ta kutlanan bir gün imiş. Bu günde bütün insanlar kinlerini, husumetlerini, kıskançlıklarını bir kenara atıverir bir araya gelirlermiş. Kimileri müzik aletlerinden sesler çıkarır kimileri de onlara şarkılarıyla eşlik eder, pastalar, meyvelerle bu gün neşe içerisinde kutlanırmış. Daha sonraları sevgi günü değişerek sevgililer gününe kaydırılmış. Rivayetin biridir bu. Kaynağı, kaynakçası yoktur. Ancak gelir isek Roma tarihine göre 14 Şubat’a, bu gün bir bayramla başlar. Valentine ismindeki bir din adamının adına Romalıların kutladığı bir bayram. Aslında bu bayramın da bir tarihçesi vardır. Şöyle ki; Romalılar Şubat ayının aşk ayı olduğuna inanırlar ve her yıl şubat ayında Lupercalia adındaki bereket tanrıları adına bir bayram düzenlerler. Bu bayramda kura yoluyla çiftler belirlenir. Kızlar ve erkeklerin isimlerinin çekildiği bu kura...

Devamını Oku

Kadınlar, Yağmur Kokan Topraklar

Çatlamış toprağa bir katre su düştü ve tekmil toprak hayat buldu… Toprak öylesine merhamet ıtırlı ve öylesine hayatı bünyesinde barındıran bir anaydı ki bir damla su ile asırlık çınar ağaçları büyütebiliyordu. Cihan üzerindeki kadın nesli ise toprağı hem işleyen, hem verimli kılan hem de toprak olabilen bir yağmur rahmetiydi.Yağmur duasını mırıldanan sahraların, gövdesini veba kaplamış bir fidanın, çıkmaz hayat yokuşuna adımını atan bir beşerin, yeşermeyi ümit eden tohumun muhtaç olduğu aşk, bir katre yağmurdur aslında. O yağmur katreleri insanlık binasının temelidir. Koca bir cihanı sevgiyle, aşkla, merhametle ve en ulvi vazifelerle bağrında taşımışlar ve bundan zerre kadar şikâyet etmemişlerdir. Onlar ki varlığımızın, nefes alışımızın, en ince urganlara tutunuşumuzun sebepleridir. Gerektiğinde hayat kompartımanında vefalı bir yoldaş, gerektiğinde minik insanları sevgi kuyusunun suyuyla büyüten ana olurlar. Bazen yaşam alfabesini bütün kolay ve zor harfleriyle öğreten bir muallim, bazen ufak mutlulukların abaküsünde büyük mutluluk rakamlarına ulaşabilen birer muhasebeci olurlar. Bütün cihanı birbirine bağlayan köprülerdir. Türk Milleti tarih mahallesinden, bu zamanın caddelerine ulaşan yollar boyunca kadını baş tacı, birer mihenk taşı yapmıştır. Onları yönetmek fiilinin de mucizevî efsunu görüp doruklarda yer vermiştir. Nitekim İslam’ın adalet mahkemesinde de onlar yüceliğin beraatına varmışlardır. Savaşlarda cengâverce kurtuluş kapısını aralayan kahraman binlerce katremiz de, yaşamın birçok dalında meyve vermiş yağmurlarımız da var bizim. Aşk kokan, sevgi kokan, merhamet kokan, ana kokan katreler… Evet, o kadınlardan bahsediyorum. Hani şu var ya; Havva annemizden başlayıp, dünyaya katre katre yayılmış,...

Devamını Oku

Güneşleri Yetiştiren Güneşler

Suskun şehirler vardır. Suskun ve içli… Yolları henüz şekillenmemiş, gecenin karanlığını henüz üzerinden atamamış şehirler. Bir de yollarında kapalı gözler. Yol bilmez iz bilmez. Görmeyince güneşi ateş böceğini sever. Güneşi görünce de güneş olmaya ant içer. Ve güneşler güneşleri getirirler.“Ben yol bilmezin biriyem hâkim bey.  Şu yolların bağrında doğmuş, şu kayaların kovuğunda büyümüşem. Anam beni küçüklükten yetiştirmiş kadınlığa. Yaş on beş olunca kocaya verirler buralarda kızları. Söz bilmezem. Sesimi çıkarmak günahtır hâkimim. Hayır demek günah. Böyle bilmişem, böyle büyümüşem. On altımda kucağımda bir bebek ana olmuşam, haber verdiler. İçimdeki çocukluk ölmemiş. Güneş bilmezem. Yılları kovalarım çocuklarımın peşinde. Sekiz çocuk doğrumuşam dünyaya. Vakit değişmiş meğer. Böyüdü şu yavrular. Böyüyünce onlar bir böyük adamlar tanımışam. Böyle pırıl pırıl elbiseleri olan, ellerinde kitap denen bir edavat taşıyan böyük böyük adamlar. Dediler ki okutun bu sekiz yavruyu. Okutun dediler anlamadım bir şey. Ne bileyim okumak ne idi ki? Sonradan öğrenmişem okumak güneş görmek demekmiş. Okutursam yavrularımı rahat ederlermiş. Beyim karışmadı pek. Okutun dediler. Okul denen bir binaya gönderdik çocukları. Anlamamıştım ilk başta hâkimim. Kime emanet edecektik bu yavruları. Dediler ki muallimler vardır okulda. Muallim de ne ki? Kimdir, nedir, ne yapacaklar bu yavrulara? Korkumuzu yendik de saldık çocukları. Meğer muallim dedikleri bir parlak güneşmiş. Bizim çocuklara güneşi öğretmişler. Çocuklar tutturmuşlar güneş olacaklar onlar da. Karanlıktan kurtulmuşlar ya gerisi mühim mi? Sobalarını tüttürüp bunlar ana baba gibi eğitim verirlermiş çocuklara. İlimi belletirlermiş. İlimi, dilimizi,...

Devamını Oku

21. Yüzyılın İlk Çağ İnsanları Dukhalar…

Dukha Türkleri… Atlas Dergisi Moğolistan’da yaşayan elektrik kavramından bihaber, ren geyiklerine binen, avcılık ve toplayıcılıkla geçinen, Türkçenin bir lehçesini kullanan ilkel çağlardan kalmış ve günümüzde yaşayan bir Türk topluluğunu keşfetti.Teknoloji ve bilim devrinde ilk çağların haletiyle yaşayan insanlar. Bir yerlerde her şeyden bihaber eskiyi yaşayanlar. Düşünüyor insan elektrik olmadan nasıl olurdu. Ve de televizyon, bilgisayar? Daha mutlu olur muyduk? Bence Dukhalar hallerinden gayet memnundurlar. Dostlukları sağlam, sözleri sahihtir. Gözleri ırak ufukları seçerken kulakları en ufak fısıltıya duyarlıdır. Mutludurlar en önemlisi. Sağlıklıdırlar. Aşkları daha dürüsttür. Sevgileri daha bağlı… Temiz, sade, pak… Beş yaşındaki çocuklar play game kavramlarından uzak tahta arabalar yapıyorlardır kendilerine. Ren geyiklerine binip neşeyle geziyorlardır, BMW’lerle değil. İngilizce öğrenmenin hayati bir mesele olduğunu geçelim İngilizce dilinin varlığından habersizdirler. İstedikleri zaman son model telefonlarını alıp “kankalarıyla” haberleşmiyorlardır. Sosyal paylaşım siteleri nedir diye sorsanız site derken neden bahsettiğinizi çözmeye çalışırlar. Habersizdirler belki bunlardan ama mutludurlar. Safça bir mutluluk… Katıksız.  Atlas Dergisi’nde yayınlanan birkaç fotoğrafta içten gelen gülümsemelerle karşılaştım. Gerçek manadaki gülümseme bu insanların yüzlerine katışmış. Sonra aynayı aldım elime kendi gülüşüme baktım. Ne kadar içten, ne kadar gerçek diye… Bir de dönüp o fotoğraflara göz attım. Gülüşümde bir eksiklik, bir sahtelik ve hafif buruk bir tat hissettim. Gülmek istedim. Halime gülmek… Lakin onların gülüşünden olsun bu seferki. Bir çocuk gibi istedim illa o gülüş diye. Olmadı. Beceremedim. Çünkü her an çalmaya meyyal bir telefonum, bağımlısı olduğum bir internetim, nerden geldiğini...

Devamını Oku

Herkesin Mahrem Hikâyesi…

Pencerelerin surları… Perdeler. Sokak boyu dizilmiş omuz omuza, karşı karşıya, darmadağınık evler. Büyüklü küçüklü, boyalı boyasız, bacalarından duman tüten masalsı evler. Gözle temas edildiğinde pencereler bir adım öteye çıkar ilkin.Pencerelerin bir parmak ötesinde perdeler sınır koyar gözlere. Evin tekmil mahremiyle çeşit çeşit, muhtelif gözler arasına surlar örer. Perdeler sur kara çekilmiştir. İç yansımalarında neler vardır bilemez dıştaki gözler. Tasavvur eder, hayal eder, muhtelif teorilerde bulunur ancak bilemez mahremleri… Mahremdir zira. Gizli olan… Yani iç yansımaları dış tarafa aksettirmeyen… Evler. Pencereler. Perdeler. Her evin bir hikâyesi vardır. Her hikâyenin konu olduğu hayatlar. Hayatlar bir hikâyedir. Her gece anlatılan, okunan, dinlenen… Herkesin duyduğu ama bir o derece kimsenin duyamadığı hikâyeler. Kim bilir önünden geçtiğimiz, sadece gözlerimizi dokundurup kaçırdığımız ya da uzun uzadıya perdelerinde takılı kaldığımız evlerin muhtevasında ne hikâyelere rast gelinir. Kim bilir duvarlarında ne hüzünler, ne kırgınlıklar, ne sevinçler ve ne umutlar vardır. Acaba kimdir tanıdıkları o insanların. Kiminle akrabadırlar, kimleri evlerine konuk ederler. Bir yabancı olarak dış tarafta kaldığınızda o evlere akraba vizesi olmadan ya da bir eş dost, ömrü hayatınızda giremeyeceğinizi düşünürsünüz. Ne ilginçtir oysa o insanları tanıma ihtimaliniz, o insanların evlerine konuk olma şansınız da vardı yeryüzünde. Ya da düpedüz hikâyelerini okumak gibi bir ihtimal… Ancak onlar farklı tanışlar edinmiş siz farklı tanışlar. Siz evlerinizde tanıdıklar görmeye aşina olmuşsunuzu onlar da ecnebi görmeyi yadırgar. Ve her ferdin muhakkak ki bir tanıdığı var. Yalnız insanların bile tanıdıkları. Hiç...

Devamını Oku

Bir Korku Var İnsanda Aşkları Bile Üzen…

Duvarlar kirlenir. İsler vardır çünkü. Korkunun isleri. Korku… İnsanın hissettiği ilk duygu… Kalbe düşen ilk cemre…Korkuyla açar insan gözlerini. Karanlıktan aydınlığa çıkışı, yokluktan varlığa geçişi korkuyla karşılar. Dünyaya gelmekten korkar insan ilkin. Ağlar… Sonra korku doldururlar insanın içine. Caddedeki kalabalığın arasında annesini zayi etmekten korkarak, ciğerleri sökülürcesine ağlar çocuk. Annesinden koparılmaktan ürker. Ecnebi büyük büyük insanların onu annesinden alacağından korkar çocuk. Annesinin babasını sevmemesinden ya da… Kavgalardan, gürültülerden, ağlamaklı hallerden korkar. Babasının kapıyı vurup gitmesinden, annesinin ağlamasından… Sonra hastanelerden korkabilir mesela… İğnelerden, aşılardan… Tuhaf ama kolonyalardan… Haplardan, ilaçlardan ve ağrılardan korkar… Ve büyür tüm korkular… Duvarlar kirlenir. Her fırtınada bir damla korku düşer kalbe. Her damla birikerek bir korku gölüne dönüşür.  Hıçkıra hıçkıra akıtılır korkular. Hıçkıra hıçkıra tekrar, tekrar ve tekrar biriktirilir korkular. Sessizliğini korursun.  Belki korkaklıktan belki sessizlikten belki de çok seslilikten… Yatağın derya olur birden, yastığın bulut. Sessiz, içli bir yağmur iner her gece göklerden. Sonra dayanamazsın belki. Bıçak kesse ani bir feryatla nefesini haykırmaya başlarsın. Ellerine keskin bıçaklar bağlanmıştır, bir hareket, iki hareket, üçüncüde bilemedin dördüncü seferde keser bileklerini. Acıyla bağırırsın. Acıyla korkar, korktukça korkulardan ürkersin. Korkular da sığmaz bir gün gözyaşlarına… Bağırmak, haykırmak, isyan etmek alır sessiz yağmurların yerini. Sessizlik bütün mayasıyla bozulur. Hırçın bir öfke daha katık olur duvarlara. Herkes gibi, her şey gibi haykırmaya başlarsın. Sükût kaçar, saklanır kuytuluklara. O vakitten sonra kirlenmeye başlar defter. Siler siler içini doldurursun. Sildikçe birikir korkular. Haykırdıkça...

Devamını Oku

Ruh ve Beden, İnsan ve Aşk

Ruh ve beden birbirine âşık iki karı koca gibidir. İzdivaçları gerçekleştiği andan itibaren seneleri birlikte çürütmeye ant içerler. Çelikten urganlarla sarıldıklarını zannederler birbirlerine. Hâlbuki onları birbirine sımsıkı bağlayan pamuktan müteşekkil bir kuşaktan başkası değildir.Ruh ve beden birbirlerine daima ayrılmayacaklarına, kopmayacaklarına dair vaatlerde bulunurlar. Haberdar değillerdir zira ayrılığın ani ve apansız gücünden. Zamanın akışında izdivaçlarının tutkusuyla hasbıhal edip, varlıklarını tek bir bütüne indirirler. Ne büyük aşktır ki onların ki birinin yansımasında diğerinin varlığı hissedilir ve yeryüzündeki bütün aşklar ruh ve bedenin esaretinde alevlenir. Hani araya bazı zamanlar terörcü bakteriler girer de beden ruha, ruh bedene acı çektirir. Kavgalıdır böyle zamanlarda ruh ve beden. İzdivaç yara alır. Bakterilerin kuvvetine göre de barışma süresi şekil alır. Böyle zamanlar fenadır. Çünkü dünyadaki en büyük aşk da yara almıştır. Özenir yeryüzündeki diğer aşklar, onlar da yaralanır. Bu kez aşkın kuvvetine bağlıdır barışma süresi. Kezzap kuvvetindeki aşklar aşk olmaktan çıkmazlar hiçbir zaman. Bir aşkın aşk olmaktan çıkması için zaten hiç aşk olmaması gerekir. Ruh ile bedenin mutlulukla başlayan evlilikleri uzun zamana dilimlerine acısıyla, tatlısıyla yayıldıysa hele bir, hiç bitmeyeceğine inanılır. Sanki ruh bedeni hiç terk etmeyecek, ölüm kapıyı kırmayacak, verilen nefesler bir gün hiç kesilmeyecek gibi… Öyle inanılır, öyle yaşanılır, öyle devam edilir hayatın engebeli yollarına. Bitmeyi, ayrılmayı, nihayete erdirmeyi akıldan çıkarır ruh ve beden, insan ve aşk. Ama saatlerin tekrardan sicil kaydına başladığı bir gün behemehâl ruh bedeni terk eder. Bitmez zannedilenler biter, sönmez...

Devamını Oku

Şarkılar, Kahveler ve Karanlıklar Limanı…

Herkesin delice esen fırtınalardan kaçıp ağlamamak için sığındığı bir liman vardır. Kimi içindekileri dökmek için müziği sarar kulaklarına, kimi kahvenin tadında bulur hislerini kimi de karanlığa hapseder kendini…Şarkılar… Yüreğin ıssız yaralarını parçalayan, kanatan, sızım sızım sızlatan şarkılar… Sessiz, sakin bir o kadar hırçın başlarsınız bazı şarkılara. Kulaklarınızdan yayılmaya başlarlar önce, sonra bir hızla koştururlar kalbe… Kalpler yaraya değen her şarkı huzmesinde inletir gözleri. Yağmurlar başlar… Oluk oluk, sıcak sıcak, nefes nefese yağmurlar… Şarkılar kulaklardan kalplere iner, ve gözler dayanamaz yaraların feryadına. Bazı şarkılar vardır hüngür hüngür ağlatırlar koca insanları. Bir çocuk misali… Bazı şarkılar aşı gibidir. Dokundukça acıtır, acıdıkça ağlatır, ağladıkça iyileştirir. Kahveler… Sıcak ve sakin… Titrek ellerle dokunursunuz ağlamaklı kahvelere. Ruhunuzu soğuk yellere verip donduran tekmil dertlerin sıcacık devasıdır kahve. Ağlaya ağlaya içmeye başlarsanız suskunlaştırır bir süre sonra gözyaşlarınızı. Dudaklardan sızar kalbe varır en nihayetinde. Ağır aksak, suskunca… Yalnız içilen kahvelerdir bunlar. Yalnız, ıssız, suskun yerlerde… Öyle ortamlarda üç nesne bulunur. Siz, dertleriniz ve kahveniz…  Kırk yıl hatır besleyen kahveler ayrı. Onlar mutlulukla yudumlanır, sohbetle kaynaşır ve kırk yıl hatır bırakır. Bunlarsa sevmez kalabalıkları. Dertleri eritip, sıcak suskunluklar bağışlarlar insana. Yalnız olan kahveler vardır kalbi yumuşatan… Karanlıklar… Ölümcül ve anaç… Gök kubbe her gece küser insanlara. Küser ve güneşin yüzünü göstermemeye karar verir. Karanlıklar doldurur kıyı bucak ne varsa. İliklerine kadar işler yalnızların, dertlilerin, hayatını bataklığa sürüklemiş olanların. Ağlamak için en rahat kucaktır karanlıkların kolları. Ağlarken öleceğinizi hissettir,...

Devamını Oku

Aşk İle Ayrılık

Aşk ve ayrılık… Sevda… Hüzün… Aşk ile ayrılık arasındaki bağı gözlemlemeden kapılıyoruz aşkın efsununa. Bir tek ışık huzmesine dahi denk gelmeyen bir karanlığa kör oluyoruz. Öyle bir karanlık ki bu, görmenin her türlüsüne, sezmenin her cinsine kapatılmış.Katmerli perdeler arasına mıhlanmış ve derun çığlıklarda ıssızlaştırılmış. Aşk sinsi karanlıklarda boğulurken ayrılığı kimse görmemiş. Sorun şu ki; aşk ile ayrılık arasındaki gelgitte sıkışıp kalıyoruz. Aşk geldiği an etrafımızdaki kabuklardan sıyrılıp neşeli bahar kırlarına atılıyoruz. Sevgiyle, ümitle, aşkla, özgürlükle dörtnala koşuyoruz. Sonra zaman daraltıyor çevremizi. Etrafımıza bir dört duvar çevreleniyor sanki. Kapatılıyor, karanlıklaşıyoruz. Perdeler katmer katmer iniyor pencerelere. Kara sevdaya kalıyoruz. Kara kara duvarlarda kara kara sevdalar. Yağmurlar başlıyor dışarılarda. Hissediyor, duyuyor ama göremiyoruz. Görmek istemiyoruz belki de… İnatla perdeyi aralayıp tekrar güneşe merhaba demek istiyoruz. Duvarları yumrukluyor, delirircesine feryat ediyoruz. Hızlı bir dolu tanesi düşüyor pencereye. Ateş… A’ların başlangıcından K’lerin noktasına denk geliyor ikisi de ve alfabenin A ve K harfleri arasında gidip geliyor insan. Aşk mı, ayrılık mı? Aşka tutulan ayrılıkta boğulabiliyor ve karanlıklar aşkla ayrılık arasında ıssız tüneller oluşturuyor. Ve nedense gelgitlerimiz ayrılığın sonundaki “K” harfine katışıp kalıyor. Tılsım ise sevilenlerde… Yani maşuklarda… Benim tılsımım da senin gözbebeklerinde sevdiceğim…...

Devamını Oku