Yeni bir başlangıçtan mı söz ediyor, yoksa geçmişte yaşananların önemsizliğini mi anlatmaya çalışıyor? Geçmişimiz, daha önce geleceğimiz değil miydi? Beğenmediğimiz bir geleceği geçmiş olarak ardımızda bırakıp yeni bir gelecek sürme vaadini düşündüğümde aklıma ilk gelen “umut fakirin ekmeği oluyor”.Yani bu felsefenin önemli bir vazgeçişle, azılı bir katil ya da bencil bir yobaz da olsanız, hatta mutluluktan uçsanız bile geleceğinizi kurmak adına gerçek cömertliğe ulaşmanın yolu, sahip olduklarınızı bırakın. İşte kurtuluş. Alber Camu’yu tanımamakla birlikte, neden söylendiği anlaşılmamış cümlelerin, sırf kendi çıkarları için en uygun yere konulup insanlara karşı kendilerine destekçi olarak kullanmaları bence çok yanlış. Öyle yanlış ki, mutluluğun sırrı, kendi gerçek özünü bulduğunu söyleyen insanların başka insanların cümlelerine ihtiyaçları olmamalı. Ki cümleyi tekrar incelersek, bu gün gelecek için yaptıklarımız, yarın olduğunda dün de kalmıyor mu? Öyleyse şu an – sözdeki gibi- mevcut olanlardan vazgeçip gelecek için cömertçe geçmişimizden vazgeçmek saçmalık boyutunda hayallerimizin ütopyaya dönüşmesi demek olmuyor mu? Ki bence, Alber Camu – kitapta bahsedildiği üzere- insanı insan yapan şeylerin parasıyla sahip oldukları, olmadığını ve bu sözü söylerken kişinin mal varlığından vazgeçmesi gerektiğini söylediğini hiç sanmıyorum. Para buğdayın yerini almış bir araç sadece. Paranın kölesi olan insanların sayısı bir avuç oldukları belli, onca insan aç yatarken, hatta aç yatabileceği bir yer bulamazken…
Kitabın ilk yazılı sayfası oldukça ilginç, önemli kişiliklerin övgü dolu cümleleriyle başlıyor. Ve zaten her bölüm, yine ünlü olmuş sözlerle başlıyor. Ön yargısız okumaya devam etmeye çalışsam da, düşünmeden edemedim, acaba bu aklımla ben de yeni bir tarikat kuramaz mıyım? Diye. Mesela ben, birbirinizi sevin mesajları dışında illa bir şey sevecekseniz bu ben olayım, direkt ve net ben övgü ve sevgiye layığım, ün ve para benim için her şey demek… Biliyorum, her zaman biri konuşur ve mutlaka onu dinleyen bir ya da birileri çıkar. Fakat o kadar zeki olmadığımı biliyorum.
Velhasıl, kitaba dönecek olursam, 7. bölümde aklın simgesinden bahsederken “en verimli şekilde yaşamak için bahçenin kapısında bir koruyucu gibi durmalı ve yalnızca en iyi bilgilerin içeri girmesine izin vermelisin..” cümlesiyle başlayıp “pozitif yaklaşımı benimsemekle” biten paragrafa bayıldım!
Dünya ve belki de evren üzerindeki her canlı birbirinden geçinerek yaşamını sürdürürken, insan denen varlık diğerlerinden aklıyla ayrılırken, pozitif düşünceleri benimsemek oldukça eğlenceli olsa gerek. Mesela ben, bu bahçe kapısındaki bekçi olarak en iyi düşüncelerin hangileri olduğuna bizzat kendim karar vermek durumundayım. Bunu da bu güne kadar olan bilgimle yapmak zorundayım. Alber Camu’nun cümlesi burada da güme gitti! Bombaların altında 14 yaşına kadar geldiğini düşün, biri sana onlar düşman dedi ve eline silah verdi. Hatta annen, baban, tüm sevdiklerini kaybetmiş olabilirsin. Hayatta kalmak için öldürmek tek şansın. Ama yok pozitif düşüncelere kapını açmalısın. Bu durumdaki bir insan için iyi düşünceler canlı bomba olmak ya da cepheye gitmek değil de nedir? Hindistan’ın çimen kokulu dağlarında dolaşıp, ki bunları ferrarini satarak yapıyorsun, turuncular giyip sebzeyle beslenirken savaşın ya da açlığın, hatta İstanbul’da yaşamanın, değil sebze bir yudum suyun karaborsaya bile düşemediği yerlerde aklının bekçisi olmak! Bu iş Tanrı’ya kalır.
Hele de 7. bölümün ilerleyen sayfalarında anlatılan Malika’nın hikayesi, benim az önce uydurduğum hikayeye inat abesle iştigalden başka bir şey değil. İyimserliğini sonsuza kadar koruyan sevgili Malika, iyimserliğini kullanmayı işini kaybettiğini anladığında aklına getiriyor. Yani çalıştığı okul yanana kadar damın aktığı, eğri büğrü olmuş zeminleri, duvarların çatlaklarını fark etmemişti. Herkese fedakarca yardım eden biri, okulu tamir ettirmek için yanmasını beklemez. Kötü bir olaydan çıkarılacak iyi bir sonuç olarak anlatılan bu hikaye, kesinlikle anlatılmaması gereken bir hikayedir. Keza kitap ilginç bir şekilde cinayet davasında yargılanan adamın beraatıyla başlarken! Kitabın sayfalarını çevirip satırları okudukça yazarın bütün insanları aptal yerine koyduğu hissine kapılmadan edemedim. Ve belki de sırf bu his yüzünden bunları yazma gereği hissettim. Aslında okumam gerektiğini eski patronum 8 ay boyunca söyleyip durdu. İşten ayrılmadan 2 gün önce okumuştum. O sabah işe giderken ayrılmayı düşünmemiştim bile. Bu başka bir hikaye.
Fakat, “zihin mükemmel bir hizmetkar, ancak berbat bir efendidir” cümlesi bütün kitabın özetidir. Burada verilen talimatlara 21 gün süreyle uyulması gerektiği – tıpkı 21 gün kulanılan doğum kontrol hapı gibi- belki kimyasal olarak da doğrudur. Her gün insanın kafasından 60bin düşüncenin geçtiği söyleniyor. 60bin düşüncenin yanında, bunun %10’u kadar insanla her gün iletişime zorunlu olarak yaşıyorsak bu talimatlara uymak gerçekten yüce olmayı gerektirir.
Bir ara talimatlara uymayı düşündüğümü itiraf etmeliyim. Fakat bu öğretiden yola çıkıp özünü arayan eski patronumun her zaman söylediği hakaret cümlelerini yazıya döküp masama bırakmasıyla, bu öğreti, gözümde tipik tarikatlarla boy ölçüşebilecek sıradanlığa sahip, herhangi sevgi sözcüklerini sıralayan, gerçeklikle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir durum ortaya koydu. Elbetteki tek bir insan böyle düşünmeme sebep olmadı. Kitabın yol göstericiliği için minnettarım.
Sayın yazarın, arka sayfadaki özgeçmişini okuduğumda gülmekten kendimi alamadım. Bir de biz Müslümanlar mevlit okuyan hocaya verilen 20 liranın hesabını yapar, ama böyle olmaz ki, deriz. Bu öğretilerin bir havlu bir çoraba satılmadığı kesin.