Bir millete gerçek bir millet olma özelliği kazandıran en temel esas dildir. Çünkü dil, fikir ve iletişim dünyasının en önemli aracıdır. Dilde köklü değişim veya devrim yapan milletler öncelikle kendi kültürlerine yabancılaşır, hatıra ve hafızalarını kaybeder ve neticede geçmiş ile gelecek arasındaki zihin köprülerini yıkmış olurlar. Geleneksel bir kültürün devamı için dilde devamlılık şarttır. Bugün dünyada Rus, Japon, İngiliz veya Çin medeniyetlerinin bu denli derin olmasının ana sebeplerinden biri de dilde reformist anlayışlardan kaçınmaları olarak gösterilebilir.
Ayrıca devletlerin de kurumsal ve kadim olması için yine geleneksel dillerini kullanmaları gerekmektedir. Netice itibariyle devlet yönetimi de kültürel bir miras olmakla beraber diplomatik ve bürokratik tecrübeler üzerine inşa edilebilir. Çünkü bir ülkede rejimler değişse de millet kültürü değişemez. Atalarının tecrübe ve birikimlerinden doğru şekilde istifade edemeyen devlet anlayışları da farklı kültür kalıplarına sığmaya çalışarak kendilerini kısır bir döngünün içerisinde bulurlar.
Eski yazı, eski Türkçe veya Osmanlıca olarak ta adlandırılan Osmanlı Türkçesi 1928’e kadar Anadolu ve Osmanlı etkisi altında olan coğrafyalarda kullanılmış olan ve içerisinde Arapça Farsça ve Türkçe unsurlar barındıran zengin bir dildir. Ancak Arapça ve Farsça kelimelerin yoğunluğundan dolayı maalesef ki Osmanlı Türkçesi ülkemizde bazı aydınların! Bu konuya daima mesafeli ve önyargılı kalmalarına sebep olmuştur. Diğer bir anlamda, ideolojik kaygıların esiri olmaktan kurtulamayan bazı Türk entelektüelleri “eski” kavramını “irtica” potasında eritme alışkanlıklarından vazgeçememişlerdir.
Ancak eskinin aynı zamanda köklü olduğunun farkına varan Atilla Ayhan ve Hilmi Yavuz gibi sol kesime hitap eden gerçek aydınlar da yeni nesillerin Osmanlı Türkçesi öğrenmesi gerektiği fikrini ortaya atarak konuyu gündeme taşımışlar ve öncelikle kendi okurları tarafından haksız eleştirilere muhatap kalmışlardır.
Ülkemizin yetiştirdiği önemli tarihçilerimizden olan araştırmacı Murat Bardakçı da “ Türkiye de Osmanlıca bilmeyen entelektüeller cahildir” diyerek konunun doğru değerlendirilmesine dikkat çekmiş ve elbette ki büyük tepkiler almıştır.
Ayrıca Osmanlıca bizim için yabancı bir dil değil, bilakis kendi öz dilimizdir. Hatta Osmanlılar bugün konuştuğumuz dile çok yakın bir dil konuşmakta idiler. Bazı tarihi kaynakları incelediğimiz zaman, Osmanlıların kullandıkları dile Osmanlıca değil Türkçe, Türk dili olarak tanımladıklarını görürüz.
“Sabah şerifleriniz hayr olsun” Osmanlıca bir cümledir ancak bugün yeni nesil tarafından kullanılmamakta veya tercih edilmemektedir. Kitap ise Arapça ketebe kökünden olup “yazdı” anlamına gelmektedir. Selam İbranice Şalom kökünden gelir ve yüzyıllardır Türkçe ve Farsçada kullanılmaktadır. Bugün batı medeniyetlilerinin ilmi ve teknolojik gelişmelerinden dolayı Türkçemize birçok İngilizce ve Fransızca kelimeler girmiştir ki bu da asla yadsınamaz. Çünkü dil yaşayan ve gelişen bir varlıktır. Dil sınırlandırılamaz ve tutulamaz.
Bugün Osmanlı arşivinde 95 milyon belge ve 400 bine yakın el yazması defter bulunmaktadır. Bunların her biri eser niteliği taşır ve yeni nesillere aktarılması gerekmektedir. Ayrıca İngiliz ve Alman şarkiyatçıların Osmanlıca konusuna bizden daha önem vermelerinin sebebi, tarihi mirasımızın farkında olmaları olarak da değerlendirilebilir.
Bugün 200-250 kelime ile konuşan bir toplumun Fuzuli, Kâtip Çelebi, Peyami Safa ya da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserlerini öz dilinden, kaynağından okumaları elbette ki mümkün olmayacaktır. Ancak bu eserlerin orijinal dili ile okunmaya çalışılması da zihin dünyamızda nasıl bir etki oluşturacağı tartışılamaz bir gerçektir.
Son olarak, Osmanlı Türkçesi yazım olarak kullandığımız Latin alfabesinden farklıdır. Ancak Arapça veya Farsçaya aşina olanlar ve hatta Kuran-Kerim okumayı bilenler çok kısa süre içerisinde Osmanlı Türkçesinin yazım şeklini öğrenebileceklerdir. Osmanlıcanın kolay basamaklarından birisi olan matbu eserler ile alıştırmalar yapıp bu güzide dili rahatlıkla kavrayabileceklerdir.
Ertuğrul Mıhçıoğlu