DenemeBir yazarın herhangi bir konuyla ilgili düşüncelerini kesin yargılara varmadan, kanıtlama endişesi taşımadan anlattığı kısa yazılara “deneme” denir.
Fransızca “essai” sözcüğünün Türkçedeki karşılığı “deneme”dir. Edebiyatımızda önceleri bu türü karşılamak üzere “kalem tecrübesi” gibi terimler kullanılmış, zamanla “deneme” terimi yerleşmiştir.

Sponsor Bağlantılar

Günlük yaşamda insanı ilgilendiren hemen her şey denemenin konusu olabilir. Denemelerde yalnızlık, mutluluk, ölüm, öfke, korku, yaşama sevgisi, dostluk, şiir, dil, kitap, kurnazlık, talih, zenginlik… gibi konular işlenir.
Denemeler bir solukta okunabilecek birkaç sayfalık kısa yazılardır.
Denemeci ele aldığı konulara kendi ben’i açısından bakar, başkalarının ne düşündüğünü umursamaz.
Deneme türündeki yazılarda belli bir plan yoktur. Yazar ele aldığı konuyu özgürce anlatır. Denemeci bazen bir konudan ötekine atlar, bunda bir sakınca görmez.
Deneme yazarlarının zengin bir sanat, edebiyat ve felsefe kültürüne sahip olması gerekir. Dili etkili bir biçimde kullanabilme becerisine sahip olmalıdır.
“Herkes önüne bakar, ben içime bakarım, benim işim yalnız kendimledir, hep kendimi gözden geçirir, kendimi yoklarım, kendimi tadarım… Bir şey öğretmem, sadece anlatırım.”
Montaigne
“Deneme ben’in ülkesidir, ben demekten çekinen, her görgüsüne, her görevine ister istemez benliğinden bir parça kattığını kabul etmeyen kişi denemeciliğe özenmesin.”
Nurullah Ataç
Denemeci ele aldığı konuyla ilgili düşüncelerini açıklarken ispatlama endişesi taşımaz, bir sonuca varmayı amaçlamaz. Denemecinin böyle bir yükümlülüğü yoktur. Denemeler bu yönüyle makalelerden ayrılır. Makale yazarı öne sürdüğü görüşleri ispatlamak, belgelere dayandırmak zorundadır. Makale yazarı ele aldığı konuyu bir sonuca bağlar.
Denemelerde işlenen konular kalıcı bir niteliğe sahiptir. Fıkralarda (köşe yazılarında) işlenen konular günceldir. Kısa bir süre için gündemde kalır, sonrasında unutulur. Denemelerin zamanla güncelliğini yitirmesi, eskimesi, çekiciliğini kaybetmesi söz konusu değildir. Nitekim Montaigne’in yaklaşık dört yüz yıl önce yazılmış olan Denemeler adlı eseri, aradan geçen onca seneye rağmen değerinden hiçbir şey kaybetmemiş, bugünün okuyucuları tarafından keyifle okunmaktadır.
Deneme Türünün Gelişimi
Deneme türünün öncüsü, aynı zamanda kurucusu Fransız yazar Michel de Montaigne’dir (1533-1592). Onun “Essais” (Denemeler) adlı eseri, deneme türünün ilk örneği olarak kabul edilmektedir. Montaigne’in kitabının adı olan “denemeler”, daha sonra bu tür yazıların adı olmuştur.
Suut Kemal Yetkin, Montaigne’in “Denemeler”i hakkındaki düşüncelerini şöyle dile getirir:
“Montaigne’in Denemeler’i sık sık okuduğum kitaplardan biridir. Gecenin geç vakitlerinde konuşacak birini aradığım zaman Denemeler’i açar, Montaigne ile konuşmaya başlarım. Onda kendisinden söz ederken bizden söz eden, bizi dinlemeye hazırlanan bir hal vardır. Havanın yağışlı veya güneşli olduğuna göre inanışları da başkalaşan bu iklim adamı hayatının en tatlı yıllarını Perigord’daki şatosunun bahçesinde, yürüyüşün tadını çıkararak, hayale dalmakla, basık tavanlı kitap odasına kapanarak, zevk içinde Denemeler’ini yazmakla geçirmişitir.
Her ne zaman Denemeler’i okumaya başlasam Montaigne’in masası üzerine eğdiği başını kaldırarak, yüzyılların sisleri arasından, uykulu zeki gözleriyle bana baktığını görür gibi olurum. Okuma bir konuşmaya döner.
(…)
Montaigne’in türlü konular üzerindeki düşünceleri gözden geçirilirse bu düşünceleri, hiçbir plana uymadan, hiçbir şeyi ispata kalkışmadan, insanı ahlâklaştırmak yoluna sapmadan, sırf düşünmekten zevk aldığı, bu zevki de bize tattırmak istediği için yazdığı anlaşılır. Denemeler’in konusu bütün hayattır, hayat tecrübeleridir. Bu tecrübeler insan ruhu üzerine eğilen, gördüğünü –gördüğü acı da olsa- tatlı bir dille soyut sözlere düşmeden, delilsiz ispatsız anlatan, görgülü bir adamın hayatından derlenmiştir. Montaigne kitabının başında: ‘Okuyucu, kitabımın konusu benim!’ demiyor mu? Başka bir yerinde de ‘Herkes önüne bakar, ben içime bakarım: Benim işim yalnız kendimledir: Hep kendimi gözden geçiririm, kendimi yoklarım.’ diyerek gene kendinden söz etmiyor mu? Ama aldanmayın, o istediği kadar kendisini anlatsın, kitabının konusu sadece insandır. Denemeler’i ebedileştiren şey, dilinin canlılığı, raks edişi içinde ‘her birimizin bir köşesine dokunduğu’ içindir. Deneme tarzının, derin bir insanlık duygusunu, engin bir insanlık bilgisini gerektirdiğini gene Montaigne’den anlıyorum.”
Deneme türünün ikinci önemli ismi, İngiliz yazar Francis Bacon’dır (1561-1626). Bacon, denemelerini topladığı kitabına “tat veren tuz taneleri” anlamına gelen “Essays” adını vermiştir. Bacon’ın denemeleri felsefî ve eğitici niteliktedir.
Batı edebiyatında denemeleriyle tanınmış yazarlar bazıları şunlardır: Alain, Andre Gide, Thomas Stearns Eliot, Albert Camus, Simone de Beauvoir…
Türk Edebiyatında Deneme
Türk edebiyatında deneme türündeki ilk yazılar, Tanzimat döneminde çıkarılmaya başlanan özel gazetelerimizde görülür. Deneme türüne benzer nitelikteki bu yazılar “musahabe” başlığı altında yayımlanmıştır.
Ahmet Haşim’in “Bize Göre” (1928) ve “Gurebâhâne-i Laklakân” (1928) adlı eserleri Türk edebiyatında deneme türünün ilk örnekleri sayılır.
Denemeleriyle tanınmış yazarlarımız şunlardır:
Nurullah Ataç,  “Günlerin Getirdiği”, “Karalama Defteri”, “Sözden Söze”, “Ararken”, “Diyelim”
Suut Kemal Yetkin,  “Günlerin Götürdüğü”, “Edebiyat Üzerine”, “Düşün Payı”, “Yokuşa Doğru”
Sabahattin Eyüboğlu,  “Mavi ve Kara”, “Sanat Üzerine Denemeler”
Salah Birsel,  -1001 Gece Denemeleri- “Kurutulmuş Felsefe Bahçesi”, “Yapıştırma bıyık”, “Paf ve Puf”, “Şiir ve Cinayet”, “Halley Kimi Kurtarır”, “Amerikalı Tolstoy”, “Bir Zavallı sarı At”, “Şişedeki Zenci”, “Asansör”, “Kediler”, “Hafiyeler Önde Gider”
Orhan Burian,  “Denemeler-Eleştiriler”
Mehmet Kaplan,  “Nesillerin Ruhu”, “Büyük Türkiye Rüyası”, “Edebiyatımızın İçinden”, “Kültür ve Dil”
Melih Cevdet Anday,  “Doğu-Batı”, “Konuşarak”, “Yeni Tanrılar”, “Yiten Söz”, “Geleceği Yaşamak”
Vedat Günyol,  “Dile Gelseler”, “Bu Cennet Bu Cehennem”, “Orman Işırsa”, “Daldan Dala”, “Güleryüzlü Ciddilik”
Nermi Uygur,  “Tadı Damağımda”
Deneme Türü Örnek Metinler

Kendine Acındırmak

Montaigne DenemelerKendimi kaptırmamaya çalıştığım çocukça, yakışıksız bir huyumuz vardır: Dertlerimizle dostlarımızı acındırmak, kendimize vah vah dedirtmek. Başımıza gelenleri büyütür, şişirir, karşımızdakini ağlatmak isteriz, neredeyse. Başkalarını kendi dertleri karşısında soğukkanlı gördük mü överiz, ama soğukkanlılığı bizim dertlerimize karşı gösterdiler mi darılır, kızarız. Dertlerimizi anlamaları yetmez, yanıp yakınmalarını isteriz. Oysaki insan sevincini büyülterek anlatmalı, üzüntülerini kısaltarak. Kendine yok yere acındıran, gerçekten dertli olunca acınmamayı hak eder. Durmadan vahlanan kimse vahlanılmaz olur. Kendini canlı iken ölü göstereni ölü iken canlı görebilir herkes. Öylelerini gördüm ki, eş dost kendilerini gürbüz, keyifli görecek diye ödleri kopar, iyileşmiş sanılmamak için gülmelerini tutarlardı. Sağlık, kimseyi acındırmadığı için, nefret ettikleri bir şey olurdu. İşin tuhafı, bu gördüğüm kimseler kadın da değildi.

(Montaigne, “Denemeler”)

Alışkanlık

Bir köylü kadın, bir danayı doğar doğmaz kucağına alıp sevmiş, sonra da bunu âdet edinmiş, her gün danayı kucağına alır taşırmış; sonunda buna o kadar alışmış ki, dana büyüyüp koskoca öküz olduğu zaman, onu yine kucağında taşıyabilmiş. Bu hikâyeyi kim uydurduysa, alışkanlığın ne büyük bir güç olduğunu çok iyi anlamış olacak. Gerçekten alışkanlık pek yaman bir hocadır ve hiç şakası yoktur. Yavaş yavaş, sinsi sinsi içimize ilk adımını atar; başlangıçta kuzu gibi sevimli, alçak gönüllüdür; ama zamanla oraya yerleşip kökleşti mi, öyle azılı, öyle amansız bir yüz takınır ki, kendisine gözlerimizi bile kaldırmaya izin vermez…

Bence en büyük kötülüklerimiz, küçük yaşımızda belirmeye başlar ve asıl eğitimimiz bizi emzirip büyütenlerin elindedir. Çocuk bir tavuğun boynunu sıkar, kediyi, köpeği oyuncak edip yara bere içinde bırakır; anası da ona bakıp eğlenir. Kimi baba da, oğlunun müdafaasız bir köylüyü, bir uşağı öldüresiye dövdüğünü, bir arkadaşını kurnazca ve kahpece aldattığını gördüğü zaman, bunu yiğitlik belirtisi sayarak sevinir. Oysa bunlar zalimliğin, zorbalığın, dönekliğin asıl tohumları, kökleridir; çocukta filizlenirler, sonra alışkanlığın kucağında, alabildiğine büyüyüp gelişirler. Bu kötü yönelimleri yaşın küçüklüğüne ve işin önemsizliğine bakarak hoşgörmek tehlikeli bir eğitim yoludur. Önce şu bakımdan ki, çocukta tabiat hakimdir ve tabiat asıl yeni tomurcuk salarken kayıtsız ve gürbüzdür; sonra da, hırsızlığın çirkinliği, çalınan şeye göre değişmez ki: Ha altın çalmışsın, ha bir iğne. “İğne çaldı, ama altın çalmak aklına bile gelmez.” diyenlere benim diyeceğim şudur: “İğneyi çaldıktan sonra ne için altını da çalmasın?”

(Montaigne, “Denemeler”)

Her Şey Mevsiminde

Her şey mevsiminde gerek; iyi şeyle ve onlarla beraber her şey. Benim artık dua kitabıyla işim kalmadı. Quintius Flaminiun’un, ordusunun başında savaşa hazırlanırken bir kenara çekilip Allah’a dua ettiğini görmüşler; savaşı kazandığı halde, yine de ayıplamamışlar bu davranışını.

Bilge, iyi şeylerde bile bir ölçü gözetir.

                                                       Juvenalis

Eudemonidas, Xenokrates’in pek ihtiyar halinde, okula derse koştuğunu görmüş de: “Bu adam hâlâ öğreniyor, ne zaman bilecek?” demiş.

Philopoimenes de, Kral Ptolemaios’u, her gün silah kullanıp vücudunu işletiyor diye övenlere demiş ki: “Bu yaşta, kralın silah talimleri yapması övülecek bir şey değil; onun yapacağı iş artık silahları kullanmaktır.”

Bilgeler der ki, genç hazırlanmalı, ihtiyar yaşamalı. İnsan tabiatında bilgelerin gördükleri en büyük kusur da arzularımızın durmadan yenilenmesidir.

Her gün hayata yeniden başlıyoruz. Öğrenmek ve arzu etmek iyi ama, ihtiyarladığımızı da unutmamak gerek. Bir ayağımız çukurdadır, hâlâ içimizde yeni istekler, dilekler doğar.

Ölüm karşına gelmiş,

Sen mezarını düşünecek yerde

Mermer yontturup evler yaptırmaktasın.

                                                         Horatius

Benim en uzun vadeli niyetlerim nihayet bir seneliktir; artık göçmeye hazırlanıyorum.

Yeni umutlara düşmekten, yeni işlere girişmekten kaçınıyorum; bıraktığım her yeri son defa selamlıyorum; benim olan her şeyden her gün biraz daha elimi çekiyorum.

Bir hayli zamandır artık ne bir şey kaybediyor

Ne de bir şey kazanıyorum;

Kendisinden çok

Görmüyor muyuz

                      Seneca

Yaşadım, talihin bana yürüttüğü yol bitti.

                                                          Vergilius

İhtiyarlığımın bana verdiği bütün ferahlık, hayatı bulandıran arzu ve endişelerden birçoğunu söndürmüş olmasıdır: Dünyanın gidişine, servete, büyüklüğe, bilime, sağlığa, kendime ait tasam kalmadı. İnsan da var ki, ebedî olarak susmayı öğreneceği bir zamanda konuşmayı öğrenmeye kalkar.

İnsan her zaman öğrenmeye devam edebilir; ama öğrenciliğe değil: Alfabe okuyan bir ihtiyarın hali gülünçtür.

Zevkler insandan insana değişir,

Her şey her yaşa uygun düşmez.

                                             Gallus

Öğrenmek gerekirse, durumumuza uygun bir şey öğrenelim; ihtiyarlıkta öğrenim ne işe yarar diye sordukları zaman biz de, “Hayattan daha iyi, daha rahat ayrılmaya” diye cevap verebilelim. Genç Kato ölümünü yakın hissettiği bir sırada, eline geçen bir Platon diyaloğunu, ruhun ölmezliği üstüne olan diyaloğu, bu maksatla okuyordu. Sanılmasın ki Kato çok daha evvelden kendini ölüme hazırlamamıştı; hayır, ondaki kadar metinlik, kendinden eminlik ve olgunluk Platon’un yazılarında yoktur; bu bakımdan onun bilgisi ve yürekliliği felsefenin üstünde idi.

Bu diyaloğu okumakla ölüme hazırlanmıyordu; ölüm düşüncesiyle uykusuna bile aralık vermeyen bir insan gibi, hiç istifini bozmadan her gün yaptığı işlerden biri olan okumasına rastgele bir kitapla devam ediyordu.

Pretörlükten düştüğü geceyi oyunla geçirmişti; öleceği geceyi de okumakla geçirdi: Hayatını kaybetmek onun için mevkiini kaybetmekten farklı bir şey değildi.

(Montaigne, “Denemeler”)

Samimilik

Samimilik demiyorlar mı, büyük bir söz ettiklerini, her işi ta kökünden çözümleyiverdiklerini sanıyorlar. Samimi olmak kolaymış gibi. Öyle ya, aklınıza geleni, daha doğrusu ağzınıza geleni söyleyi söyleyiverirsiniz, olur biter. İçinizden öyle doğmuş. Ya sizin içinizden saçma sapan şeyler doğuyorsa, karşınızdakinin onurunu kıracak sözler söylemek doğuyorsa, samimidir diye onları da mı beğenecek, onları da mı alkışlayacağız?

İkide bir samimiliği öne sürmek, kendini beğenmişlere vergidir. “Ben alçakgönüllüyüm, ben mütevazıyım” demek gibi. Alçakgönüllü, mütavazı olduğunu söyleyen adamın düşüncesi nedir? “Bendeki bu değerle, bu üstünlüklerle ben gözlerimi çok yukarılara dikebilirim ya, yapmıyorum, şanıma layık olanı aramıyorum da azla yetiniyorum.” Budur onun dilinin altındaki. Samimi olduğunu söyleyen de: “Bilseniz neyim ben! Söze bir giriştim mi, kendimi sıkmaya hacet yok, inciler, hikmetler dökülür. Güzellikler yaratmam için kendimi bırakıvereyim, yeter!” Hayır, Efendim, yetmez, sıkıverin biraz kendinizi, dedikleriniz karşınızdakilere yarayacak mı, onu düşünün.

Toplum hayatında kişiler birbirlerinden samimilik beklemezler, terbiye beklerler, nezaket beklerler, birtakım kurallara uyulmasını isterler. Mürailik (ikiyüzlülük) edeceksiniz, düşünmediğinizi, inanmadığınızı söyleyeceksiniz demiyorum, ama aklınıza geleni şöyle iyice bir tartmadan söylemeye hakkınız yoktur. Yeryüzünde bir başınıza değilsiniz, başkalarının zevkini, hatırını da gözetmeniz gerektir.

Bir gün bir mektup almıştım, okurlarımdan biri benim yazılarımdaki samimiliği beğendiğini bildiriyordu. Sövülmüşüm gibi betime gitti: “Acaba başka bir değeri yok mu benim yazılarımın? Bu okurum benim yazdıklarımda kendi işine yarayacak, hiçbir şey bulamamış da onu söylemek mi istiyor?” diye içlendim durdum. Samimilik arkasından koşanlardan değilim ben, kendimce önemli bulduğum birtakım işler üzerinde düşünürüm, düşündüklerimi de karşımdakilere açıkça anlatmaya özenirim. Doğruyu bulabilir miyim? Ne demek istediğimi anlatabilir miyim? Bilmem orasını, bilemediğim için, içime bir güven gelmediği için de üzülürüm. Böyle konuşma diliyle yazmaya çalışmam samimilik için değildir, düşündüklerimizi karşımızdakilere bildirmek için Türkçede en iyi yolun bu olduğuna inanırım da onun için böyle yazarım. İnsan işini, sevdiği, saydığı işini içinden doğana bırakır mı? Ben de işim üzerine, yani yazarlık üzerine hayli düşündüm, türlü yolları denedim, bugünkü deyişimi uğraşarak kurdum. Bunu övünmek için de söylemiyorum, yalnız kendimi yaradılışıma bırakmadığımın, yazarlığı küçümsemeyip onun gereklerine uymaya çalıştığımın bilinmesini isterim.

Samimiliği yermeye, kötülemeye mi kalkıyorum? Hayır, bilirim onun büyük bir değer olduğunu. Ama nedir samimilik? Uluorta konuşmak mıdır? Değildir. Samimilik bence bir insanı bir iş üzerine iyice düşündükten sonra, canı pahasına da olsa savunmayı göze alarak ortaya çıkardığı kanısıdır. Değme babayiğidin harcı değildir bu. Doğruyu arayacaksınız, menfaatlerinizi, hattâ duygularınızı aşacaksınız, toplumun size aşıladığı önyargılardan silineceksiniz, şu şöyle dermiş, bu böyle dermiş, aldırmayacaksınız, doğruyu bulduğunuza da içinize güven gelecek, o zaman söyleyeceksiniz. Ancak en büyüklerin erebildikleri bir haldir bu. Andre Gide’i samimiliği için överler, anlarım onu, hayatını bitmez bir savaş içinde geçirdi, kendi kendisiyle dahi çarpıştı. İnanacağı hakikati uzun uzun aradı, arkadaşlarından, dostlarından ayrıldı. Samimilik onun için aklına geleni, içinden doğanı yazmak değildi, uğraşarak, didinerek varılacak bir erek idi. Kitaplarını okuyanların çoğu onda bir yapmacık görürler, anlayamazlar. Elbette samimiliği anlamak da kolay değildir. Karşınızdaki adam: “Ah! Kardeşim! Ah! İki gözüm!” diye size sarılı sarılıvermiyor, bir dediğini beğenmeyip boyuna düzeltmeye kendini bırakıvermiyor: “Ben sanata özenmedim, gönlümden koptuğu gibi söyledim gitti” demiyor, tam tersine, sanata özendiğini açıkça söylüyor, inanır mısınız onun samimiliğine? Ama bilin ki asıl samimilik, bir değer olan tek samimilik odur, ondan başkası kendini beğenmektir, lâubaliliktir.

Bizim edebiyatımız bu samimilikten çok çekti, hâlâ çekiyor. Bakıyorsunuz, bir delikanlı ağzını yaya yaya birtakım şiirler söylüyor, akşamüstleri canı rakı içmek istermiş, yahut şıpıtık terlikle suya giden kıza gönlü akmış, onu anlatıyor: “Bu da ne böyle?” diye sordunuz mu cevap hazır: “Samimilik!..” Fuzuli, Baki uğraşa uğraşa yazarlarmış, birtakım kurallara boyun eğerlermiş, toplumun ileri gelenlerinin saygısını kazanmaya çalışırlarmış, onlarınki samimilik değil, mürailik (ikiyüzlülük)… Sanıyorlar ki insan samimiliği doğuştan getirir. Yağma yok! Çetin bir yoldur ona götüren yol, bütün büyüklüklere götüren yollar gibi çetindir, kendinizi büyük görürseniz, ne kadar büyük olursanız olun, ereğe göre gene küçük olduğunuzu anlamazsanız, ona eremezsiniz. Samimilik, lâubaliliğin, yarenliğin ayıp olduğunu içinize sindirdikten sonra başlar. O zaman kendinize gelirsiniz: “Yahu! Çevremde adamlar var benim, ben kendimi onlara beğendirmeye, dediklerimi onlara kabul ettirmeye özeniyorum, demek ki doğru dürüst düşünmeye çalışayım, yalnız beni değil, onları da ilgilendirecek şeylerden konuşayım, deyişime bir çekidüzen  vereyim.” dersiniz, içinizde gerçekten bir cevher varsa siz de birtakım hakikatler bulur, samimiliğe erersiniz.

(Nurullah Ataç,  “Ararken”)

Kedi

Kimsenin zevkine karışılmaz, kedileri ille herkes sevsin demeyeceğim; ama ben, kedi sevmeyenlerle anlaşamam. “Kiminle anlaşırsın ki!..” diyeceksiniz. O da yalan değil: Bu yaşa geldim, büyüğü ile de, küçüğü ile de çekişmeyi bir türlü bırakamadım. Artık etmeyeyim, insanın yaşarsa arayacak, ölürse rahmetle anacak eşi dostu, gücendirmediği, kırmadığı birkaç kimsesi bulunmalı diyorum, olmuyor. Öyle dediğimin ertesi günü, ne ertesi günü? Yarım saat sonra, en canciğer dostumla bir çekişme, bir kavga, aramızda kan dâvâsı varmış gibi düşman oluyorum. Bakıyorum, arkadaşlarım geçimsiz insanlar değil, birbirleriyle dargınlık, küskünlük çıkardıkları yok, her dedikleri bir olmasa bile o ayrılıkları gözlerinde büyütmüyorlar. Tek tatsızlık çıkmasın diye birbirleri uğrunda en köklü sandığınız düşüncelerini feda ettikleri de oluyor. İyi ediyorlar: Dünyada düşünce çok, değiştir değiştir kullan; dost bulmak zor. Şaka söylüyorum sanmayın, sahi diyorum. Bir kimse ile bir işiniz çıksa, şiir, musiki üzerine, ne bileyim, herhangi bir şey üzerine neler düşündüğünü mü sorarsınız, kiminle düşüp kalkıyor, onu mu? Kendimizi aldatmayalım, düşünceye öyle büyük bir değer verdiğimiz yoktur, hayatta bir süs, bir eğlencedir, olsa da olur, olmasa da… Ben de arkadaşlarıma benzemek isterdim; elimde değil, kimse kimsenin huyunu değiştiremiyor, hele kendininkini hiç değiştiremiyor. Ama, iyi bakarsanız, çekişmek, kavga etmek de gene anlaşmaya çalışmaktır. İnsan karşısındakini yola getireyim der de onun için söyler durur. Biri kediden hoşlanmadığını söylerse sesimi çıkarmam, başka bir yerden açarım.

Bütün çocukluğum kediler arasında geçti. Annem, babam, kardeşlerim, hepimiz kediyi severdik. Büyük büyük bahçeli evlerde otururduk, yirmi beş, otuz kedimiz bulunurdu. Martta kabakta doğurdular mı, sanki düğün ederdik. Loğusa şerbeti kaynar, al basmasın diye sepetlere kırmızı kurdeleler bağlanır, küçük küçük altınlar takılırdı. Yavrulara ad arardık. Bir tanesi ölünce, içimize dert olurdu. Öyle gömmeye falan kalkmazdık, herkes gibi biz de çöp arabasına atardık ama arkasından ağlardık… Bunun için olacak, kedisiz bir insanlığı aklım almıyor. Şimdi bahçesiz, deliksiz apartman dairelerinde kedi beslenmiyor da bir eksiklik duyuyorum.

Kedi akıllı hayvandır demeyeceğim. Ama aptal da değildir. Köpek gibi insanı ille anlamaya, az çok insanlaşmaya çalışmaz. Eve girip çıkmak için, yiyeceğini bulmak, istemek için, hâsılı yaşaması için ne lazımsa onu öğrenir. Yetmez mi? Biz insanlar her şeyi akılla ölçmeye kalkıyoruz. Doğru, insan için akıl lazım, zaten hayvanlar içinde aklını en çok işletebilen odur. Köpek nasıl koku almasıyla yaşarsa insan da düşünmesiyle yaşar. Ama insanlara vergi olan bir şeyi niçin hayvanlarda da aramalı? İnsanın aptalından nasıl hoşlanmazsam hayvanın akıllısından da öyle hoşlanmam. Hayvan hayvanlığını bilsin, elinden geliyorsa hayvanlığıyla övünsün, daha iyi… Ama övünmek de insanlara vergidir.

Kedi ne biçimli, ne güzel hayvandır! Yalnız irilerini, koca koca tüylülerini demek istemiyorum, en çalımsızında, hastalıklısında, sakatında bile bir zariflik vardır. Hele temizlenmesine bayılırım. Hani ön ayaklarından birini şöyle yana sarkıtıp da göğsünü yalaması vardır, baktıkça içim açılır. Sonra iğrenmiş gibi, titizlenmiş gibi gözleri bir tuhaf bakarak dilini bir de sırtına vurur… Ufacık bir lastik top, daha iyisi takır tukur yuvarlanan bir ceviz arkasından sırtını kaldıra kaldıra koşan kediye ne buyurulur? Bundan daha hoş bir şey biliyor musunuz?.. Yemeğin tadını çıkarır. Hırlıya hırlıya, bir parçaya da elini atarak yemesi eğlencelidir; ama ben asıl uslu uslu, başını eğip gözünü kapatarak yemesini severim. Gözlerini kapaması bana hazzındanmış gibi gelir. Belki gerçekten de öyledir. Benim bir kedim vardı, kavun yerdi. İlk görünce biz de şaştık. Evin işlerine bakmaya yeni bir kadın gelmişti, ona söylemeyi unuttuk; kadıncağız bir gün kavun keserken kedi gelmiş, sürünmüş, kendi dili ile istemiş, rica etmiş. Aldırılmadığını görünce bir sıçramış, kadının kolunu boydan boya yırtmış, bir dilimi aşırmış. Şıpır şıpır bir ses çıkararak ne tatlı yerdi… Köpeğin yemesi gürültülüdür; hele lâklâk su içmesine hiç bakamam, sinirlenirim. Kedinin sessiz sessiz yiyip içmesi uzun uzun seyredilebilir. Kedi en umulmadık şeyleri yer, zeytinden hoşlananı çoktur, çikolata meraklısını da gördüm. Salataya alışanı da olurmuş, ama ben rastlamadım. Birinin huyu birine benzemez ki! Asıl sevdiğim tarafı da belki odur. Kedidir, bütün kediler gibidir, ama ötekilerden ayıran, yalnız kendinde görülen huyları da vardır.

Kedi için hayındır derler. Yemek yerken gözlerini kapaması da, kendine edilen iyiliği bilmemek içinmiş. Hiç hazzetmem öyle sözlerden. İnsanoğlunun kendini gözünde ne kadar büyüttüğünü, kediye bir lokma yemek vermesini de büyük bir iyilik sayıp karşılık beklediğini gösterir. Biraz da karşılık beklemeden bir iş görmeye, ettiğiniz iyiliği iyilik saymamaya alışın. Kedi size bağlanacak, minnettar olacak da ne çıkacak? Oynamasını seyrediyorsunuz; okşuyorsunuz, yumuşacık tüyleri elinize zevk veriyor. Daha ne istersiniz? Bir de kediden ille bir fayda mı gelecek? Ben “avcı” olmasını da pek istemem; fare, sıçan peşine düşmekten eğleniyorsa keyfi bilir; ama ta yanı başından geçen sıçana da aldırmasın, gene kızmam. Hayın da değildir, kendini seven insana bağlanır. Bir tanesini söylerler: Yavrulamış, yavruların gözleri açılınca ağzında birer birer getirip hanımının önüne koymuş. Sevgisini daha nasıl göstersin? Çok kıskançtır, üzerine ortak gelmesini istemez. Bu da hayın olmadığını, bir insana gerçekten bağlandığını göstermez mi? Biz, hayvanlar bizi ille büyük görsünler, biz onları sevsek de, sevmesek de, eziyet de etsek onlar bizi saysınlar istiyoruz. Hep insanın kendini beğenmesi. Kedinin de sizin gibi kendi keyfini, kendi rahatını arar bir canlı varlık olduğunu, onun da kendisini hayvanların en üstünü sayabileceğini düşünün, artık ondan kulluk, kölelik beklemezsiniz.

(…)

 (Nurullah Ataç,  “Günlerin Getirdiği”)

Canım Kitap

Suut Kemal Yetkin Günlerin Götürdüğü“Issız bir adada yapayalnız yaşamak zorunda kalsanız hangi romanları yanınıza alıp götürürsünüz?” sorusu, bir zamanlar Fransa’da, anketçilerin pek hoşlandığı bir konuydu. Bu romanlar, soruşturmacılara göre, ya Fransız, ya da dünya edebiyatından alınırdı. Sorularını edebiyatın başka türlerine genişletenler de vardı. Andre Gide’in böyle bir ankete verdiği cevap hatırlardadır. Yazar, bu cevabı, On Fransız Romanı başlığı altında Incidences adındaki kitabında, bazı yazılarıyla birlikte sonradan yayımlamıştır. Bugün bile, böyle bir sorunun çekiciliğini kaybetmiş olduğunu sanmıyorum. Böylece, hem kimi yazarların beğenileri belirmiş, hem de unutulmaya yüz tutmuş bazı sağlam eserler yeniden değerlendirilmiş oluyordu. Ama bu sorunun ortaya koyduğu asıl gerçek, edebiyatın insan hayatındaki vazgeçilmez varlığıdır. Bana öyle geliyor ki, ıssız bir adada yaşamak zorunda kalan bir insana, “Yanınıza neler alıp götürürsünüz?” deseler, o insan erkekse, başta tıraş makinesi olmak üzere gece giyeceklerini, kadınsa, dudak boyası ile tuvaletlerini almayı herhalde düşünmez. Yaşamak için gerekli bir-iki şeyden sonra, gerisini gene kitaplara ayırırdı.

Nedir insanların kitaplara olan bu düşkünlüğü? Kitaplar, hele romanlar ve şiir kitapları, neden insanların hayatında bu kadar büyük bir yer alıyor? Bence, bunu cevaplandırmak için, “İnsan niçin okur?” sorusunu ilkin cevaplandırmak gerekir, insanlar toplu olarak yaşadıkları halde, gene de yaratıkların en yalnızıdırlar. Dıştan birbirlerine yakındırlar, ama içten aralarında ne uzaklıklar vardır! Acısını duyuracak kimse bulamayınca, atının boynuna sarılarak içini boşaltan, Çehov’un arabacısını düşünüyorum. Okuması olsaydı, böyle yapayalnız kalır mıydı?

Dünyada hiçbir dost, insana kitaptan daha yakın değildir. Sıkıntımızı unutmak, donuk hayatımıza biraz renk katmak, biraz ışık vermek, daracık dünyamızda bulamadığımız şeyleri yaşamak için, tek çaremiz kitaplara sarılmaktır. Bırakınız ıssız bir adaya gitmeyi, herhangi bir yolculuğa çıkarken bile hangi okur yazar, yanına bir-iki roman, bir-iki şiir kitabı almayı düşünmez? Yolculukta, çoğu zaman olduğu gibi çevremize bakıp dalmaktan, yanımıza aldığımız kitapları okuyamayacağımızı bilsek bile, onları gene de el altında bulundurmak isteriz. Çünkü onların can yoldaşı olduğunu biliriz. Düşünüyorum da, şu dünyadan kitap yok oluverse yaşamak ne kadar güçleşir, çekilmez bir ağırlık olurdu! Romancı veya şair için yazmak nasıl dayanılmaz bir ihtiyaçsa, okur için de yazılanları okumak, öyledir. En kötümser zamanlarımızda yardıma koşan onlardır. Ataç, ölüm yatağında, kendini görmeye gelen Sebahattin Teoman’a, “Hastalıkta ağrıları dindirici en iyi ilaç şiirmiş. Boyuna şiir okuyorum.” dememiş miydi?

Kitap, bizi avuttuğu gibi, yükseltir de. Kısa hayatında insanın edindiği deneyler ne kadar azdır. Oysa ki, şiirler ve romanlar, yaratıcılarının türlü iç deneyleriyle kaynaşırlar. Onlarla zenginleşir, onlarla eksikliklerimizi gideririz. Bir şeyler öğrenmek için roman ya da şiir okunduğunu sanmıyorum. Sanatçı bir şeyler öğretmek, bazı doğruları göstermek amacıyla yazmamıştır ki, okur da öğrenmek için okusun. Düşünce eseri ile sanat eserinin ayrıldığı nokta işte burada!

Dünyamızı nasıl insansız düşünemezsek, insanı da kitapsız düşünemeyiz diyeceğim. Beyninde düşünce kıvılcımının parladığı andan beri insan, düşündüğünü ve duyduğunu türlü biçimlerle, eline ne geçirdiyse onlara geçirmekten kendini alamamıştır. O gün bugün, insan yazıyor, yazdığını okutuyor. Yıllar, yüzyıllar geçiyor, bu arada kimi kitap unutuluyor, kimi kitap hatırlanıyor. Doğanlarda çok ölenler var. Ama yaşayanlar arasında, her beğeniden, her düşünceden insana arkadaşlık edecek kadar tükenmek nedir bilmeyenler de çok. Bana öyle geliyor ki, yaratıcısı söylemiyor ya, Robenson Crusoe’nun en büyük acısı, adada kitapsız kalmak olmuştur.

Kitapların eskilerini de yenilerini de severim, çünkü onlar yalnız düşüncelerimizi, duygularımızı etkilemekle kalmaz, duygularımızı da uyarırlar. Charles Baudelaire’in:

“Çocuk tenleri gibi taze kokular vardır” dizesini anımsayınız! Gerçekten hiçbir koku, bu hayat başlangıcının kokusundan daha cana yakın değildir. Ama bunun ardından hangi koku gelir dersiniz, baskıdan yeni çıkmış kitapların kokusu derim. Bu koku hangi yazarın içine bir bahar havası gibi dolmamış, hangi okurun hayaline yeni ufuklar açmamıştı? Ama yalnız koku mu? Ya sayfaları açarken parmakların kâğıda dokunmaktan duyduğu o sabırsızlıkla karışık haz?

Peki ya, kendinize o kadar yakın bulduğunuz o eski kitapların kokusu ne olacak? Onu nerelerde bulacaksınız? Gerçi üzerlerinden yıllar geçmesiyle, yaprakların rengi gibi kokusu da uçmuştur. O eski tazelikten sadece genzi yakan bir acılık kalmıştır. Ama buna karşılık, onların arasına serpiştirilen notlar, altları çizilen satırlar ya da unutulmuş kuru bir çiçek, o eski kitapların biraz da “biz” olduğunu göstermez mi? Gençlerin yeni, yaşlıların da daha çok eski kitaplara düşkünlükleri, belki de birincilerin ümit, ikincilerin de hatıra olmalarından ileri geliyor. En hoşlanmadığım kitaplar, yapraklarını başkalarının açtığı yeni kitaplarla, işportaya düşen eskilerdir. Birincilerde yaprakları açmanın, ikincilerde hatıraları konuşturmanın imkanı kalmamıştır.

Sözün kısası kitabı her yönüyle severim. Anlatılana dalıp gitmekten, yapraklara dokunmaktan, taze mürekkebin kokusunu duymaktan, çevrilen yaprakların çıkardığı hışırtıdan hoşlanırım. Odamdan dışarıya çıktığım zamanlar, yanıma küçük boyda bir kitap almayı hiç unutmam. Ne olacağı bilinmez ki! Bakarsınız, kalabalık içinde insana ansızın yalnızlık çökebilir.

Ya bir soruşturmacı, bu alışkanlığımı öğrenir de, ıssız adaya götüreceğim on kitabı gelip benden sorarsa ne cevap veririm? On kitap! Bunları seçmek dile kolay. Geri kalanlar ne olacak? Doğrusu adaya madaya gitmek niyetinde değilim. Hem böyle bir soruşturmacı gelirse, şunu diyeceğim ona: “Ne diye bu on kitabı kendin seçip, o adaya gitmiyorsun?” Ben odacığımda yeni eski tüm kitaplarım arasında böyle daha iyiyim.

12 Haziran 1957

(Suut Kemal Yetkin, Günlerin Götürdüğü)

Niçin Roman, Niçin Şiir Okuruz?

Romanın en çok sevilen bir edebiyat türü olduğu gerçektir. Nereye giderseniz gidiniz, en çok onun okunduğunu görürsünüz. Şiir için de böyledir. Yaşamak için çalışıp didinmelerimizden fırsat bulduk mu, elimize aldığımız şey, ya bir roman, ya da bir şiir kitabıdır. Bir geziye çıktığımız zaman, çantamızın bir köşesine yerleştirmeyi unutmadığımız yine onlardır. Daha okul sıralarındayken çalışma saatlerinden artırılmış sayılı dakikaları, sevdiğimiz bir şaire veya romancıya verdiğimizi, bu yetmeyince, yatakhanenin alaca karanlığında geç saatlere kadar gizlice okumaya koyulduğumuzu kim hatırlamaz?

Nedir bu ilginin sebebi? Bilmem bu soru üzerinde hiç durdunuz mu? bana öyle geliyor ki, bu ilginin sebebi çok derinlere inmektedir. İnsan, çocukluk çağından kurtuldu mu ileride yaşamaya başlar ve yaşadığı günlerle gelecek günleri kıyaslamaktan kendini alamaz. Bu kıyaslama, daima yaşanan günlerin zararına olmuştur. Böyle de olsa, bu geçen günlerin güzelleşmesi, özlem buğularıyla örtülmesi, beklenen günlerde aradığımızı bulamadığımız içindir. Hayat bir akıştan başka bir şey değildir. İnsan bu akış, bu oluşum içinde, başka insanların halleriyle de ilgilenmekten kendini alamaz. Hayatın biteviyeliğinden kurtulmaya çalışırken, başkalarının çabalarından da dikkatini ayıramaz. Kendi alın yazısının başkalarınınkinden ayrılamayacağı kanısındadır. Yaşanan anlardan kurtuluş, düşün zenginliği nispetinde gerçekleşir. Bu dünyanın ötesinde düşsü bir dünya, uzaktan çağırmaya başlar. Her varıştan sonra yine bir çağırış duyulur. Yaşanan anların boşluğunda aydın, dolu noktalar da olsa, insan çoğu zaman bunun farkında olmaz, olsa da onların görünmesiyle kaybolması o kadar birdir ki!

Hatıraların şiddetlendirdiği, sonu gelmeyen bu gelecek gün özlemi, insanlarda aradıklarını bulamamış, yaşadıklarını iyi yaşayamamış olmanın verdiği bir eksiklik duygusu uyandırmıştır. Şimdi niçin roman, niçin şiir okuduğumuzu cevaplandırabiliriz. Ama daha önce şu soru üzerinde bir an duralım: Romancı romanını, şair şiirini niçin yazar? Ün almak için mi, para kazanmak için mi? Birtakım doğruları yaymak, topluma düzen vermek için mi? Böyleleri de bulunabilir? Her şeyin sömürücüleri olduğu gibi, edebiyatın da sömürücüleri vardır. Bunlardan söz etmiyorum ben.

Gerçek şudur ki, romancı da, şair de iç içe giren geçmişin özlemi ile geleceğin umudunu kişi olarak, toplum olarak bütün yoğunluğu ile yaşamakta, yazdığını bu iç yaşayışın etkisi altında yazmaktadır. Yaşadığı biricik güzel bir ânı ebedileştirmek, yaşanıp duran birbirine benzer günlerin renksizliğinden kurtulmak, geçmesiyle güzelleşen günleri daha da güzelleştirmek, özlemin taşıdığı bir dünya canlandırmak, onu bütün insanlarla paylaşmak, içindeki ağırlıkları atmak için yazar.

Bu söylediklerim okuyucu için de böyledir. Romancı veya şair ne için yazarsa, yazılarını okuyan da onun için okur. Bu bakımdan okuyucu, yazmaktan alıkonulmuş, elinden yazma imkanları alınmış bir romancıdan, bir şairden farksızdır. Roman okuyarak, şiir okuyarak varlığımızın darlığından kurtuluruz; yaşayamadığımız hayatları yaşayarak genişler, yaşadığımız renksiz günlerin bile, dönmemek üzere gittiği için değerlendiği duygusu ile zenginleşiriz. Kendimiz ile benzerlerimiz arasında bir kaynaşma olur. Genel olarak okuyucu, bu bakımlardan okuduğunun pek de farkında değildir. Sırf vakit geçirmek, vakit öldürmek için okuduğunu sanır. Ama böyle de olsa sonuç birdir.

Evet, ne roman bir toplumbilim kitabı, ne de şiir bir doğrular topluluğudur. Bir sanat eserini birtakım bilgiler, doğrular olarak kabul etmek, sadece sanatı, varlığını, özünü görmemektir. Balzac’ı, yaşadığı devrin toplum olaylarını öğrenmek için okuduğunu kim ileri sürebilir? Böyle olsaydı, bu olayları anlatan sayfalar birer tarih belgesi sayılmaz mıydı? Romanı tarihle bir tutmak sadece yaratışın ne demek olduğunu bilmemektir. Bir romanın birkaç defa okunması, bir şiirin okunduktan sonra tekrar edilmesi, ezberlenmesi de romanın veya şiirin herhangi bir mesele hakkında bilgi edinmek için okunmadığını gösterir. İnsanın, bildiği bir şeyi tekrar bilmek istediği görülmüş müdür? Zaten romancı da, şair de yazdığını bir şeyle öğretmek için yazmamıştır ki, okuyan da bir şeyler öğrenmek için okusun!

Romanlar ve şiirler birer iç yaşayıştan doğmuştur. Onları yaşayarak okumamız da bundandır. Her okuyucunun aynı davranışta olduğu elbette söylenemez. Yaratılışın, yetişmenin verdiği ayrılıklar vardır. Bu bakımdan, aynı kitapta, herkes biraz da kendi romanını, kendi şiirini okur. Gerçek sanat eserinin özelliklerinden biri de, bu çok yönlülük değil midir? İnsan, ileride yaşamaktan kesilip de geçmiş günlerden bir yığın olmaya yüz tutunca, roman ve şiir okumasını da bırakmaya başlar. Okuduğu olursa, artık eski tutkuyu bulamaz.

Okumak da, okunan eseri duygularımız, düşüncelerimizle zenginleştirmek olduğuna göre, bir türlü yaratıştır. Romancı, şair yaşlanınca nasıl yaratma gücünü kaybediyorsa, okuyucu da o yaratışla kaynaşma yeteneğini kaybediyor. Bu bakımdan, okumaktan kesilmek biraz da ölmektir.

(Suut Kemal Yetkin,  “Günlerin Götürdüğü”)

Başlangıçta El Vardı

Suut Kemal Yetkin DenemelerResim ve heykel sanatçıları insan elleri üzerinde çok durmuşlardır. Bu duruş, onların türlü güzelliklerinden çok, yaşayan, duyan ve düşünen birer varlık oluşlarındandır. Orta çağdan bu yana, ressamların yapmış oldukları kadın ve erkek portrelerine bakınız, gözlerden çok ellerin konuştuğunu görürsünüz. Dua için kavuşan, gergef üzerinde dolaşan, çenesini avuçları içine alan, vücut boyunca sarkan eller… İçi aydınlatan Tanrı duygusunu, mutlu esenliğin parıltısını, kaygıların kaynaşmasını, yaşamaktan usanışı hep bu ellerde görürsünüz.

Bu zenginlik insan elinin tarihinden geliyor. İnsan, daha kafasıyla düşünemezken, elleriyle düşünmüş, gönlü türlü duygularla çalkanmazken daha, ellerle duymuştur. İnsan elinin değmediği bir dünyanın ne olabileceğini düşünmek bile insana ağırlık veriyor.

Bundan onbinlerce yıl önceleri, canlıların emeklediği çok karanlık çağlarda, insanlaşan yaratığın bel kemiğini dikleştirerek ayakta durmasını, yerden kurtardığı ön ayaklarını el gibi kullanmasını preistoryacılar, insanlık tarihinin en büyük olayı sayarlar. Bu değişiklik ne zaman ve nasıl olmuştur? Buna kesin bir cevap verilmemişse de, bu doğrulamanın, bu dikleşmenin çok eski çağlarda, yerde artık bulunmaz olan yiyeceği daha yükseklerde aramak ve tehlikeler karşısında daha ilerisini görmek ihtiyacından ileri geldiği düşünülmüştür. Her ne nedenle olursa olsun, özgürlüğüne kavuşan elin maddeye dokunduğu an, insan eli ile madde arasında, hiç de dostça olmayan, savaşa benzer bir karşılaşma başlamıştır. Kendi basit ihtiyaçları için taştan ve kemikten birer âlet yaptığı, çakmak taşından ilk kıvılcımı çıkardığı gün, insanın yalnız tabiat üzerindeki gücü artmamış, tabiatı yenecek olan zeka kıvılcımı da beyninde parlamıştır. Yaşamak kaygısında olan insanın tabiatla boğuşmayı hızlandırdığı ölçüde, zekasını da geliştirdiğini, eski çağlardan kalma taştan ve kemikten silahlar ve âletler, mağara duvarlarına çizilmiş resimler, kaba taşlarda, ağaç kütüklerinde beliren türlü insan ve hayvan biçimleri de gösterir.

İnsan, ellerinin sonsuz araştırmaları, denemeleriyle kendisini de bulmuştur. “İnsan iki elli olduğu için hayvanların en akıllısıdır.” diyen Yunan filozofunun sözünü bu açıdan dikkate almak gerekir. Ama özgürlüğüne kavuşan el, insana yalnız düşünmeyi değil, beğenip beğenmemeyi de öğretmiştir. Kaba bir çömlek için lüleci çamurunu çeviren parmakların beklenilmedik anlarda bir biçimi belirtmiş bulunması, bu hoşa gidince aynı hareketlerin bu defa istenerek tekrarlanmasıyla insanda güzellik duygusunu uyandırmış olması mümkündür. Düşünce gibi beğeni de insan elinin cömertçe, ölçüsüzce harcadığı hareketlerden doğmuş gibidir.

Suut Kemal Yetkin Denemelerİnsan geometri bilmeden su bentleri yapmış, mekanik bilmeden manivela kullanmış, matematik bilmeden parmaklarıyla saymıştır. Sanat ve güzellik üzerinde hiçbir bilgisi yokken mağara duvarlarını, bugün bile değme ressamın yapamayacağı resimlerle donatmıştır. İnsanın daha konuşmadığı, dilinin çözülmediği çağlarda, elleri konuşmuştur. Sözün kısası, bilim ve sanat diye övündüğümüz her ne varsa hepsini insan elinin karanlıklar içinde, çağlar boyunca yaptığı hareketlere borçluyuz.

Michelangelo’nun Sistina kubbesindeki, derin düşüncelere dalan peygamber İrmiya’yı aksakallı çenesini avuçları içine almış olarak göstermesi, Rodin’i düşünen insan’ı çenesini içe doğru bükülen sağ eline dayamış olarak görmesi, Van Gogh’un bağrı dayanılmaz acılarla yanan ihtiyar’ı, elleriyle yüzünü kapamış olarak sonrasızlaştırması, boşuna değildir. Sanatçı, insanda kafadan önce düşünmüş, gönülden önce duymuş olan eli, düşünceden ve duygudan nasıl ayırabilirdi?

Söylediklerimizi, insanlığın çocukluk çağı ile bugünkü insanın çocukluğu arasındaki benzerlik de destekler. Yeni doğan çocuk beşikten çıktı mı elleri ve ayakları ile yerlerde sürünür. Ayaklar gibi kullandığı ellerini yerden ayırarak, ayakları üzerinde dikilmeyi becerince bir araştırma, bir denemedir başlar. Çevresini yoklar, eline ne geçirirse ağzına götürmek, kırmak, kırdığını yoklamak, çıkan sese kulak vermek suretiyle duyuları ile birlikte zekası da işlemeye koyulur. Çocuğun bu emekleme yaşında egemen olan elleridir. Tıpkı insanlığın ilk çağlarında olduğu gibi. Bu bakımdan, insanın kendi hayatında insanlığı özetlediğini söyleyebiliriz. İlk insanların resimleriyle çocuk resimlerini karşılaştırmak da bu gerçeği belirtir. İlk insanlar da çocuklar gibi resimlerinde gördüklerinden çok düşündüklerini göstermişler, ama gelişince, düşündüklerinden çok gördüklerine önem vermişlerdir.

Evet, insanlık her şeyini insanın eline borçludur. Gerçi derinliği görünmeyen yıllar vardır ki insan eli eski başbuğluğunu, egemenliğini yitirmiş bir devlet düşkününe benzemektedir. Ama düşüncenin ve duygunun bocaladığı, sendelediği anlarda türlü hareketleriyle yardıma koşması, bulanık olanı durulaması, kişilerin çoğu zaman ancak yazarken düşünebilmesi, onun karanlık çağlardaki gücünü sanıldığı kadar pek de tüketmiş olmadığını gösteriyor. Ya resim ve heykel sanatı! El, kafanın yönetimine girdikten sonra bile, bu iki sanatın ruhu olarak kalmıştır. Elleri olmayan bir Rembrant, içini yakan duyguları, o insanca düşünceleriyle ne yapabilirdi? Karanlıklardan ruha bir rahmet gibi yağan o sarımtırak solgun ışığı nasıl canlandırırdı? Resim ve heykel sanatçılarının insan ellerine böylesine saygı ve sevgi göstermeleri belki de gerçek yaratıcılığı onlarla gördükleri içindir.

Gene Michelangelo, Sistina kilisesinde, güneşin ve ayın yaratılışını, Tanrı’nın el işaretlerine bağlamamış mıdır?

Fazıl Hüsnü Dağlarca, çok sevilen Kabul şiirinde:

“Ben Üçüncü Halîm, haşmetli ve mukaddes

Padişahlar padişahı

Benim beyaz ellerimden başlar

Tabamın sabahı.”

demişti. Gerçekte sade bir tabanın değil, insanlığın sabahı insan elleriyle başlamıştır.

23 Kasım 1958

(Suut Kemal Yetkin,  “Denemeler”)

Akasyalar Açarken

Salah Birsel Yapıştırma BıyıkPlaj mevsimi geliyor.

Kışın mangal başlarında, kalorifer yanında, denizin, sadece sözlüklerde adı geçen bir nesne olduğuna inananlar, neon ışığında biçimini yitiren bacakları, göğüsleri, ruhlarıyla plajlara koşacaklar, bir sanatoryum açmazından yeni kurtulmuş hastalar gibi, sinirli karınlarıyla sırtlarını, güneşin, tuzlu suyun dinlendirici ürpertilerine bırakacaklar.

Gerçi doğanın, kış aylarında başka bir alımlılığı vardır. Haşim, denizi sevenlerin, rüzgâr ve fırtına mevsimi gelinceye kadar kıyılara uğramamalarını öğütler. Nedir, Haşim, doğadan, doğa güzelliklerinden sık sık söz açan bir ozan olduğu halde, kışın, sıcak odalara kapanıp uskumru dolması ya da Hindistan’dan fildişi fıçılar içinde getirtilmiş Amba turşusu yemeyi her şeyden yeğ tutar.

Bana sorarsanız, kışın soba başı eğlencelerinin, tandır şenliklerinin pek iç açıcılığı yoktur. Fırın gibi yanan Şakir Zümre sobaları karşısında, yüzünüz ıstakoz kırmızısı terlerken, sırtınızda, kutupları yalayıp gelmiş soğuklar cirit oynar. Kaloriferin ortaya çıkması, belki bu sobalı odaların rahatsızlığını bir parça olsun gidermiştir. Ama, kuyruk sokumuna buhar kazanı oturtulmuş evlerde oturmak da, bencileyin yazarların, bir on beş yıldan beri de orta hallilerin harcı değildir.

Kışın yazı yazmak şöyle dursun, doğru dürüst kitap bile okuyamazsınız. Yaz ayları ise tam tersine, sizi kitaba yaklaştırmak için her türlü şaklabanlığı yapar.

Cömert yaz, konuksever yaz, bu işe daha nisandan başlar. Cemrelerin üçü de düşüp, hava ısınmaya başladı mı, yaz mevsimi, insanlara, özellikle ozanlara, okuma yerleri açmak için, doğanın dağlarını, nehirlerini, ağaç altlarını harekete getirir. Doğa da buna teşnedir (istekli). Yazın ya da baharın ilk işaretlerini alır almaz, o da her yana tuzaklarını kurar, mutluluk yuvalarını yeni bir temizlikten geçirerek, insanların, ilk insanların, kovuklarda, mağaralarda yaşamış insanların kendine dönüşünü bekler.

Yazın, her biçimde ve her zaman, geceleyin, gün ağarırken, kuşluk vakti, ikindi, gece yarısından sonra, bağdaş kurarak, bükülerek, uzanarak, yana kıvrılarak, arkaüstü yatarak, eğilerek, diz çökerek, yuvarlanarak, şarkı söyleyerek, bira içerek kitap okunabilir. Yani, yazın kitap okumanın hiçbir ilkesi yoktur.

Doğrusu ya, kitap okuma biçimleri, yılın öteki mevsimlerinde de bir yasaya bağlanmış değildir. Kimileri, beş-on kitabı birden okumayı sever. Kimileri de, bir kitabı bitirmeden bir başkasına başlamaya, dünyanın en önde gelen suçu gözüyle bakar. Fransız yazarı Gide, bu birinci tip okurlardandır. Gide, Zadig’in ilk bölümlerini okurken, Iphigenia’nin de ikinci perdesine uzanmaktan haz duyar.

Gide’in bir özelliği de, okuduğunu, yüksek sesle okumasıdır. Gerçi Gide, bunu her kitaba uygulamayı düşünmez. Ama onun, yalnız şiirleri değil, düzyazıları da yüksek sesle okuduğu görülür. Yüksek sesle okumak, insanı, okunan parçanın yapısına daha bir yakınlaştırır; onu, düşüncelerin girintisi çıkıntısı, sözlerin dizimiyle burun buruna getirir.

Ama insanlar kitapları, çokluk koşarak, sıçrayarak okumayı severler. Alain de, koşarak okuduğunu açığa vurmaktan çekinmez. Ne var o, Üç Silahşörler, Sarı Odanın Esrarı, Siyahlı Kadının Kokusu gibi beden eğitimi anlayışıyla yazılmış romanları, sadece onları koşarak okur, Parma Manastırı’nın, Madame Bovary’nin önüne geldiği vakit ise, duraklar, dikkat kesilir. Hele, bu yapıtlar üzerinde bir yargıda bulunmak gerektiğinde, onları yeniden hem de bir ödevi yerine getiriyormuşçasına elden geçirir. Oysa Alain, o güne kadar, bu kitapları hiç değilse elli kez okumuştur.

Bir romanı elli kez okumak! Bu, birçoklarına gülünç gelebilir. Ama tekrar tekrar okumadan bir kitabın iyice anlaşılabileceği düşünülmemelidir. Jean Cocteau, bu konuda şöyle der: “Okumak başka bir iştir. Okuyorum, okuduğumu sanıyorum. Bir kitabı yeniden okuduğum vakit de, onu daha önce okumadığımı sezinliyorum.”

Tekrar tekrar okuma işinde Gide de, Alain’den, Cocteau’dan pek geri kalmaz. Ama bu sanatçılar, kendi yazılarını da ortaya çıkarmadan, tekrar tekrar gözden geçirmeyi bilen kişilerdir. Bunların yazılarını inceleyin, hiçbir yerinde “Bir oturdum, 100 sayfa döktürdüm”, “Bir oturdum, 20 şiir yazdım” gibi hoppaca sözlere rastlayamazsınız.

(Salâh Birsel,  “Yapıştırma Bıyık” 1001 Gece Denemeleri)