Bundan önce yayımlanan “Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe” isimli kitabım, ülke ve manevi değerlerimiz üzerine yazılmış bir denemeydi. Bu sebeple de kitabımı “Ülkemiz” ve “Dinimiz İslam” ana başlıkları altında iki bölüme ayırmıştım. Ancak temel meselenin, Ülkemizin içinde bulunduğu sorunlar ve bu sorunlarda Ülke nüfusunun bütününe yakın bir çoğunluğuna ait inanç sisteminin de rol aldığını düşündüğümden, “Dinimiz İslam” bölümünde ayrıntılı bir içerikten ziyade farklı bir bakış tarzına dikkat çekerek doğruda daha rahat birlik olma özlemini satırlarım arasına gizlemiştim.
“Dinimiz İslam” bölümünde; Başka düşünceleri sert bir şekilde eleştirmenin yıkıcı sonuçlarından bir nebze olsun kaçınmak için katkıda bulunmaya çalıştım.
Konusu, uzmanlık alanı ilahiyat olmayan bizlerin, her şeyde bir hak kırıntısı mevcut olabileceğini bilerek itirazdan çok düşünmeye sevk eden davranışlarımızı ön plana çıkarmak ve gerçek yükselişin ise kendi noksanlarımızı aramak, bulmak ve tamamlamak olduğuna dikkatleri bir kez daha çekmek istedim.
Yine, konusu, uzmanlık alanı ilahiyat olmayan bizlerin, aldanmamak ve kullanılmamak için ilmihal bilgilerinde yetersiz olsak bile temelde özü kavramak ve bu sayede öze ters gelebileceğini düşündüğümüz şeyleri araştırmaya sevk olabilecek kadar donanım sahibi olmamız gerektiğini düşündüm. Hatta bu maksatla kitabımda bu işin gerçek âlimlerinden olan insanlara, mesken olan Diyanet kurumunun yayınlarında anlayamadığım yerleri öğrenebilmek için cesaretle sordum. Bu soruların arkasına, onlara ait satırları okuduğumda bende oluşan şüphe ve şuğullerin dışında muhtemel cevap olabileceğini düşündüğüm cümlelerimi ilave ettim, tabii asla ısrarcı ve fetvacı bir tavır takınmamaya özen göstererek.
Kitabın temel amacı doğrultusunda bakıldığında bana göre yeterli olabilecek “Dinimiz İslam” bölümünde bahsedilenlerin, gerçekte bazı soruları da açığa çıkararak merak uyandırdığını geri dönüş olgularıyla birlikte hissettim. Bu maksatla “Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe” de geçen bilgilerin büyük bir çoğunluğunu temel alarak, daha kapsamlı ve doyum verici bir yazı altında bu kitapta toplamaya çalıştım.
Tabii şu anda yeni yazımın da yeni birçok soruya kaynak oluşturabileceğini tahmin ederek, bu sorularda daha doğruya hep birlikte yapacağımız araştırma ve aslında büyük bir emir olan tefekkür ibadetiyle yani iyi niyetli düşüncelere ulaşmayı yüce Yaratıcımızdan niyaz ediyorum.
Giriş
Mevlana sıfatı, zihinlerimizde farklı bir şekilde yer alırken, kalplerimize de değişik ıtırlarla nakşolmuştur. Misk, amber, reyhan kokularını salan güzelliği tarif eden bir kelime olarak adeta gönüllere kazınmıştır. Bu sıfat, kendisine yakıştırdığımız yüce kemalat, mahviyet, sevgi ve aşk sahibi Muhammed Celaleddin Hazretleri sayesinde tek başına adeta delil, olmuştur.
Muhammed Celaleddin Hazretleri bilinen bütün ilimleri en mükemmel şekilde tahsil etmiştir. Ancak daha sonra aldığı özel ilim ve eğitim sayesinde aslında hiçbir şey bilmediğimizi hakkal yakin manen müşahede ederek, bütün hücreleri ile anlamış, küpünü yoklukla doldurmuş ve insanlığın son yükselme makamı olan mahviyete böylece ulaşmıştır. Allah ilminin yanında kulun bildiklerinin yok nispetinde olduğunu ve bunun da geçici olduğunu değişik bir bilişle ve özel bir tasarruf gücü desteğiyle kelimenin tam anlamı ile idrak etmiştir. Tabi bu da “ben bilmem cümlesini” Allah’ı anarak söyleyenlerin aslında Allah’ın ilmine çıkardıkları zarif bir davetiye olduğundan, kalplerine Yüce Allahın ve ilminin tecelli etmesi ile son bulmuştur.
Terk-ü dünya, terk-ü ukba, terk-ü terk ve terk-ü can merhaleleri, onun ve onun gibilerinin Allaha kurban olabilme sanatının incelikleri ile doludur. Aslında ayrı başlıklar arasında incelenmesi gereken meseleler olup, bizim idrakimizle kısaca bakıldığında kuru kuru can vermek değil adeta her saat, her dakika, her dem Allah için yaşama katlanmak, sonrada çoklarının zaten katlandığı yaşamdan sevgilinin bahşişidir diye tüm işkencelerine rağmen keyif ve şükür içinde yaşamdan tat almaktır.
Çok kati bildiğimiz kaynaklar, çokları tarafından ret ediliverirken, satırlarda kalmayan, sadr’dan günlük yaşama letafet, zarafet, incelik, hassasiyet, nezaket, Nazlıya nazenin olan ve her türlü ince görüşü yansıtarak yayılan gerçek İslam, Mevlana adı altında ret edilememektedir. İslam’ın kendisini kabul etmeyeceğini söyleyen milyarlarsa, aslında Hz. Muhammed Celaleddini örnek alınması gereken bir şahıs olarak gösterirken neyin peşine düştüğünü de fark etmektedirler. Bu arada İslam’ı yaşadığını iddia eden belli bir kısmın da Mevlana’ya ne kadar yakın olduklarına bakarak, hakka olan mesafelerini ve gerçek İslam’a olan sözde yakınlıklarını da anlayabilirsiniz.
Evet, Mevlana deyince, kendisine Konya’yı yurt edinen, Muhammed Celaleddin Hazretleri çoğumuzun hatırına ziyarete gelmektedir. Allah’ı düşünmenin küfür, yarattıklarını düşünmenin ise ibadet olduğunu hatırlayınca, ne kutlu bir ziyarettir. Yarattıklarını ama en mükemmelini düşünmek ise ona ait sevilen halleri yansıttıkları gerekçesiyle, Yaratanı tanıttığı, Allah’ın sevdiği ve âşık olduğu halleri öğrettiği sebebiyle, ayrı bir anlam kazanıyor.
Zahiri ilimlerin tamamından mezun olmuş bu büyük sultan, daha sonra Tebrizli Şems Hazretleri ile buluşup, adeta onun etrafında ay gibi, gün gibi, raksını yaparak, kemalat yollarını tamamlamıştır. Şemsi Tebrizi’den aldığı manevi diplomaları, zahir ilmine katıp, zulcanaheyn, yani hem zahir hem de batın ilimlerinde çift kanatlı bir âlim olarak anılmıştır. Manevi ilimlerden aldığı olgunluk ve derin hoşgörü, sevgi deryası ise onu bütün dünyaya kılavuz, rehber ve delil yapmıştır.
Anadolu’muz, Muhammed Celaleddin gibi başka Mevlanalara da yurt olmuş ve nicelerini gizli, açık yetiştirmiştir. Muhammed Celaleddin, Yunus Emre gibi Mevlanaların, mekteplerde satır satır okunan ilimlerin dışında bir bilgiye ulaştıkları çok açıktır. Emir Sultan, Mevlana, Yunus Emre, Taptuk Emre, Hacı Bektaş veli, Nasrettin hoca gibi reddi mümkün olmayan isimler bütün yurdumuzu sarmıştır.
Gelibolu da kabirleri bulunan Ahmet ve Muhammed Bican kardeşler, Tekirdağ’ın Malkara ilçesine bağlı Kadıköy’den yükselerek, manevi halleri, günlük yaşantılarında bedenlerinden zuhur eden Allah aşkına davetkâr karakterleri ve bütün İslam âlemini kendilerine bağlayan eserleri ile şöhret içinde şöhretten kaçmayı başaran kervanlara dâhil olmuşlardır. Muhammed Bican’a ait Enverül Aşıkün adlı eser ise adeta tek başına mürşitlik zirvesine çıkarak, harika bir ilim kaynağı olmuştur.
Mevlanaların çokluğu ve yüksek şahsiyetleri, tesadüfen kendiliğinden meydana çıkan bir Mevlana durumu olmadığını, özel bir hal veya duruma tabi olduğunu akıllara getirmektedir. Yüce Allah’ımızın Fatiha-ı Şerifte buyurduğu; “kendilerine nimet verilenler”[i] cümlesi, bu büyük insanları hatırlara taşımaktadır.
Her gün defalarca okuduğumuz Fatiha suresindeki emirler namaz kılanlarca en az kırk defa tekrar edildiği ve neredeyse her yerde okunması Yüce Allah tarafından istendiği ve emredildiği gerekçesiyle, her şuur sahibi
tarafından düşünülmeli diye değerlendirilmelidirler. Bu işi sadece âlimlere bırakmak, sanki âlimlerin cennette yalnız kalmalarına razı olmak gibidir. Allah cümlemize sırat-ı müstakimde olanlar la beraber olmamızı nasip etsin.
Bu durumda biz de Fatihay-ı şerifin bu son bölümüne yakından bir baktığımızda ilk etapta karşımıza şu olgular çıkıyor;
Bir yol, bu yolda yürümesi beklenen, kişiliği çeşitlilik gösteren, amaçlarını öğrenmesi ve kendini anlaması gereken insan, bu yolun muhtemel engelleri, zorlukları, kolaylıkları, maceraları, hazları ve kendilerine nimet verilenlerin yollarına diye işaret edilen yol göstericileri yani Allah’ın bize sunduğu deliller akla gelmektedir.
Bu durumda aklımıza gelen olgularda “yol”dan başlayarak, yolun çeşitlilikleri sonra da o yolun yolcuları, engelleri olan nefs, nefsin içerdikleri, şeytan, dünya, kötü arkadaş ve bunlara karşı alınacak tedbirlerde yani referans ve delillerde şöyle bir gezinelim mi?
[i]
1. Fatiha Suresi
6 – 7 – Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğramışların yoluna da, doğrudan sapmışların yoluna da değil. (Diyanet meali)