Kitabımızın buraya kadar olan bölümünde aslında, tamamının isimlerini zikretmediklerimiz varsa bile, nefsin kötü ahlakından temizlenme merhaleleri olan, nefsi emmare, nefsi levvame, nefsi mülhime, nefsi mutmaine, nefsi raziye, nefsi marziye ve nefsi safiyeden çok yüzeysel olarak bahsetmiş olduk. Tabi kitabi anlamda, hakiki terakkiyi inşallah bizlere de nasip eder.

Sponsor Bağlantılar

Nefsi emmareden başlayarak, Allah’a ulaşmak amacı ile nefs tezkiyesine, temizlenerek nefsinin güzel olması yoluna girip, nefsi safiye ye kadar ulaşmak, yükselmek, bu yolda azmeden talibin isteğidir. Aslında bize bir sırat-ı müstakim emri verildiğine göre, içinde bulunduğumuz deni dünya bağlarından sıyrılarak, Allah’a ulaşma çabaları hepimize bir görevdir. Bu yola, yani güzel ahlak sahibi olmaya niyetlenip de, nefsin basamaklarını yavaş yavaş veya hızlı hızlı tırmanarak yükselmeye, tasavvuf kitaplarında ekseri terakki denmiştir.

Talip, nefs basamaklarından tırmanırken, dünyanın yani hayatın normal gidişatı, herkesin önüne çıktığı gibi, kaza ve kader olarak neşe, mutluluk, sıkıntı, problem şeklinde önüne çıkacaktır. Fakat o herkesten farklı olarak bu olayların tamamını, olgunluk ve Allah’a yaklaşma sürecinin bir fırsatı olarak değerlendirmeye çalışacaktır. Yani mutlulukları, Yüce Yaratanımızın bir nimeti olarak bilecek, bilmesinin işareti olarak da onu hiç hatırından çıkarmayarak şükür edecektir.

Öte yandan, başına gelen her türlü sıkıntıyı yine aynı nimet kaynağından bilecektir. Bilhassa sıkıntıları, yükselmeye bir fırsat olarak değerlendirecektir, değerlendirmelidir. Bu değerlendirme ve biliş ise, “Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler, zannetme ki gayreyler, arif olan seyreyler” diyerek sabırla sonunu beklemek, mutlaka yardımının geleceğini ümit etmek ve sıkıntılardan kaynaklanan ateş gibi acıların, kendisini pişirerek olgunlaştıracağına inanmaktır.

Kendisini sac’ın üzerine serilmiş bir hamur gibi düşünecek olursa, o sacın altındaki ateşi yakan ve ateşin içine odunu atarak körükleyen Yüce Yaratıcımızdır. Bunu bizim için yapmaktadır. Hamdık, yandık, piştik, olduk elhamdülillah yollarından geçebilmemiz için.

Cenab-ı Allah, ruhları yarattığı zaman, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (elestü birabbiküm)” buyurmuş. Ruhlar da” Kalu Bela, (Evet, Sen bizim Rabbimizsin) demişler. Bu sebeple o zamandan beri Müslüman olduğumuzu belirtmek için “Kalu Beladan beri Müslümanım” deriz.

Bela, Rabbimizin sorduğu soruya verilen, güzel bir cevap, ama sanki içinde, bizim için başka cevaplar saklıyor gibi görünmektedir. Biz “bela” kelimesini, içinden çıkılması çok zor, sorunlar sarmalı gibi düşünürüz. Ama bu kelimenin, önümüze kelimenin tam anlamı ile ilk çıkışı, son derece olumlu gözükmektedir. Acaba içinde ne gibi mesajlar barındırmaktadır?

Yukarıda da görüldüğü gibi bela kelimesi, her şeyden önce bizim sandığımız gibi olumsuz bir kelime değildir. Yine bize ulaşan bilgilerde, Rabbimiz cennete ve daha güzeline ( Allah’a ) talip olanlara, belaları yağmur gibi yağdıracağını beyan etmiştir. Artık burada bela; Sıkıntı, acı, keder gibi can yakan çeşitli ateşlerin yerine kullanılmıştır. Belki de gerçek güzelliklere ulaşmanın tek yolunun, insanların belaya sabrederek olgunlaşması, neticesinde ulaşabileceğinin ilk göstergesiydi. Nitekim testere ile kesilerek şehit edilen peygamberler ve daha niceleri belaların en şiddetlilerine sabretmişlerdir.

Kitabımızda da “ Sizden öncekilerin çektiklerini çekmeden cennetime gireceğinizi mi sandınız? ” ya da “ …belaya sabredenler …” tarzında hitaplar sıkçadır. Öyle görülüyor ki bela adeta cennete gidişin köprüsü gibidir. Ama Cenab-ı Allah “Kulum bana beni belalardan muhafaza et şeklinde dua et” de diyor. Yani hem cennete gitmek istiyorsanız belalar olacak hem de kurtulmak için dua edeceksiniz. Amenna, Allah her şeye kadirdir. Derdi verir, sabrını da verir veya bir şekilde isterse bizi Nemrutun ateşine düştüğümüz halde gül bahçesinde yaşatır.

Malum Halil İbrahim aleyhisselam, Nemrut tarafından hazırlanan, çok büyük bir ateşe mancınıkla atılmış fakat Cenabı Allah, onun düşeceği ateşi, gül bahçesine çevirmiştir. Şanlı Urfa’daki Halil İbrahim aleyhisselamın makamı ve balıklı göl malumunuzdur. Kuran-ı Kerim veya delil olarak kabul edilebilecek Kuran-ı Kerimin ardından gelen diğer belgeler eskilerin kıssalarını[i] anmak için değil, bir öğüt almak için bahşedilmişlerdir. Öyleyse buradan alabileceğimiz öğüt de, Darda kaldığımızda, ona sığınır ve yalnız ondan yardım dilersek, bize mutlaka yardım edecektir.

Eğer âşık isen yâre,

Sakın aldanma ağyare,

Düş İbrahim gibi nare,

O gülşanda yanan olmaz.

                              Eşrefoğlu

Yandırdı Nemrûd nârını

İbrahim’in gülzârını

Ol dosta verdi varını

Gör neyledi bu derd bana

Oldu bu derd devlet bana

                                Salih baba

Aşağıda ki ayeti kerimeler de Allah’ın dert vereceğini, ama rahmetini esirgemeyeceğini de görebiliyoruz.

Bakara Suresi

201 – Onlardan, “Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru” diyenler de vardır. ( Diyanet meali )

Bakara Suresi

214 – Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Peygamber ve onunla beraber mü’minler, “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır. ( Diyanet meali )

Araf Suresi

156 – “Bizim için bu dünyada da bir iyilik yaz, ahirette de. Çünkü biz sana varan doğru yola yöneldik.” Allah, şöyle dedi: “Azabım var ya, dilediğim kimseyi ona uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kapsamıştır. Onu, bana karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” ( Diyanet meali )

Niyetimiz güzel ahlak sahibi olabilmek demiştik. Ben kötü ahlaklı değilim ki düşüncesi hemen aklımıza gelebilir. Çünkü erkenden kalkarız, işimize gideriz, içten gelen bir duyguyla görevimizi icra ederken, hakka, hukuka da riayet ederiz. Kazancımızı da çok güzel bir duygu ve en büyük sevaplardan olan ailemizle paylaşırız, gücümüz yettikçe ihtiyaç sahiplerini de gözetiriz. Böyle olmasa zaten kendimizdeki noksanı arama, bulma ve ikmal etme yoluna da hiç niyetlenmeden, kendimizden hoşnut olarak yaşamaya devam ederdik.

Burada bahsedilen güzel ahlak, Allah’ın ahlakıdır. Onun ahlakında, güzel ahlakın tamamı mevcuttur, korkusuz bir adalet sahibi olmak gibi. Ayrıca eksiklerin zerresi bile onda mevcut değildir. Bizde ise dışarıya zuhur etmese bile, derinlerde saklanmış olarak bekleyen, nefsi emmareye ait ahlakı zemimeler, yani yerilmiş, zem edilmiş ahlak az, çok mutlaka vardır. Çünkü Allah böyle yarattığını ve bundan kurtulma gücünü de bahşettiğini bildiriyor5

Allah’a edep, ihlâs, muhabbet ve teslimiyetle sarılan salik, çok süratle yol alır ve kuş’un göklere yükselmesi gibi Allah’a yükselir. Ancak, sırat-ı müstakimin tarif ettiği emniyetli yoldan, çeşitli nedenlerle sapma gösterirse, bu sefer de kazandıklarını kaybederek, düşüş yaşamaya başlar. Yine tasavvuf kitaplarında bu düşüşe tenzilat denildiğine de rastlarız, yani indirim. Göklerden yere inmek gibi.

Tenezzülden halâs olmaklık iste

Terakkiden fena bulmaklık iste

Hak ile âşinâ olmaklık iste

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Beka gülşanına göçmek dilersen


                                                            Salih baba

Tenezzül = Aşağıya inme, rütbeden düşme

Halâs  = Temizlenmek

Fena = Yokluk, Allah’ta var olmak

Terakkiden = Yükselme, terfi etme

Beka gülşânı = Cennet bahçesi.

Berzah âlemi = Dünya.

Bahsi geçen nefs terakkilerinde ise şeriata maksimum bir gayretle sarılanların, mülhimeye kadar yükselebileceklerini gördük. Yani emirlere uymanın ve yasaklardan kaçmanın ihtiyari bir hal olmaya başlaması ve günahlardan uzaklaşmak. Ancak nefsi mutmainne diye anılan, kati ve gerçek imana ulaşmanınsa, eğer Allah’ın yardımı olmazsa neredeyse imkânsız olduğunu irdelemiş olduk. Çünkü şeytan görevi gereği, mutmainneye geçen kulu ebedi kaybetmek istemeyeceğinden, süratle ve etkisini artırarak saldıracaktır.

Eğer talip, nefsi mülhimeyi daha önce geçip de, nefsi mutmainneye gelebilmiş olsaydı, bazı sıkıntıları hiç yaşamayacaktı. Nefsi mutmainne ya da itminan denmesinin sebebi kul artık emindir. Kalbine gelenlerin Allah’tan mı, kuldan mı olduğunu rahatlıkla ayırt edebilmektedir.

Nefsi mülhimede ki en çetin meselelerden biri, Allah’a yol almakta olan talibe de, mutmainnede ki gibi vasıtasız, melek ve şeytan olmadan da bilgi geldiğini hatırlayalım. Bu basamağın adı bunun için mülhimedir. Ama mutmainnede ki kâmil hak ve batılı ayırt edebilirken, mülhimede ki yolcu bunları ayırt edememektedir. Hatta ayırt edemediğini bile bilemeyebilir. Bu durum gerçek bir sıkıntıdır, salik bu haliyle, diğer insanlardan bir farklılık hisseder. Çünkü kalbine, anlaşılması zor bazı meselelerin cevabı doğmaktadır. Bu sebeple de enaniyete, ben bilirime düşerek Allah muhafaza başkalarını küçük veya bilgisiz görebilir.

Oysa kalbine şeytandan da vesveseler gelmektedir. Bunların, Allah’tan mı, şeytandan mı, olduğunu ayırt edememektedir. Ama o buna rağmen, artık özel bir kul olduğunu iddia ederek her şeyin en doğrusunu bildiğini ileri sürmektedir. Hâlbuki özel bir kul olabilmenin işareti, noksan olduğunu ve her an yanılabileceğini bilmektir. “Eller yahşi ben yavan, eller buğday ben saman”  ya da “Âlem iyi de bir ben kötüyüm” diyebilmektir. Eğer bir öğretici, yol gösteren olmazsa, ben bilirim diyerek, şeytanın emrini yerine getirmeye başlayacaktır. Başkalarına dikkat etmeyip de, yalnız ben bilirim diyenler için ne kötü bir sonuçtur.

İşte bu gibi durumlarda haktan saldırmanın şeytan’ın âdeti oluğunu göstermek için, Marifetnamede şöyle bir örnek verilmiştir;

Maddi durumu oldukça zayıf bir Müslüman, kendini sıkı bir amel ve ibadete vermiştir. Büyük bir haz ile ibadetindedir. Artık emir ve yasakları uygulayarak, rahatlıkla günahtan kaçınabilmektedir. Bu haliyle de nefsi mutmaine makamına komşudur. Her şeyin Allah’tan geldiği açıkça ayan olmaya başlamıştır. Bu durumdan rahatsız olan şeytan, muharebenin bu safhasındaki silahlarını devreye sokar. Nasıl rahatsız olmasın ki eğer kul terakkisinde başarılı olursa, artık bir daha düşüş olmayan bir imana geçebilir. Bu durumda kan damarlarında dolaşarak vesveseler vermeye kabil kılınmış şeytan işine başlar;

“Yahu sen ne biçim bir Müslümansın? Fakirliğini bahane ederek hacca gitmiyorsun. Allah’ın bu ibadeti fakirlere farz kılmamasının sebebi, onların zayıflığına merhamet etmesindendir. Allah ve Resulünün mübarek yer ve makamlarını görmeye, ziyarete uzak durmak sana yakışır mı?”

Buradan gaza gelen adam kararını verir. Şartlar ne olursa olsun hac etmelidir. Çünkü Allah’tan vasıtasız bilgi aldığını zanneden ya da aklına gelenin mutlaka doğru olduğuna inanan adam, kendince zayıf bir Müslüman olmadığını da iddia etmektedir. Hâlbuki hakiki kuvvet bu noktada zayıflıktan geçmektedir. Kibir ve başkalarını zayıf, kötü Müslüman görmek sevilmez. Allah kapılarını alçak gönüllü olmanın açtırdığını yine kibar kelamlardan öğreniyoruz. “Tevazu feth eder fettah babını”.

Durumuna bakmadan zamanın zorlu yolculuğuna, sefere çıkan adam çok zor şartlarla karşılaşmaktadır. Hazırlıksız olduğu içinde sıkça diğer yolcuların yardımına başvurmaktadır. Ama nereye kadar? An gelir, kafilede ki insanlar ancak kendilerine yetebilecekleri için kendisine yardım edemez olurlar. Bu durumda çok zorda kalan adam, bunlar ne biçim Müslüman diye sinirlenerek, hakir görmeye başlar. Sonunda bu durum, sövmeye ve nihayet küfre düşmeye kadar varır.

Oysa Allah’ın bize bahsettiği bir sırat-ı müstakim vardır. O yoldan geçmiş olup da bize yardım edebilecek olan, kendilerine nimet verilenler vardır. Bu yüzdende bize;

“Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.” İşaret ve beşareti, Fatiha-ı şerifte bildirilmiştir. “Allah’ım bize helal rızıklar nasip” et deyip oturup beklemek olur mu? Kendilerine nimet verilen Mevlanalar artık yoktur deyip geçmeli miyiz?


[i]

8 Enfal Suresi

31 – Onlara karşı âyetlerimiz okunduğu zaman, “Duyduk, istesek biz de bunun benzerini elbette söyleriz. Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir” dediler. ( Diyanet meali )