Klasik romanda genelde kişiyi kahramanlaştırma eğilimi vardır. Kişiye güvenilir ve ondan çok şey beklenir. Kişi, çoğunlukla merkez konumdadır.
Modern romanın kişilerinin anlaşılmasında onların yalnızca özgürce ortaya koydukları duygu, düşünce ve fiilleri esas alınmalıdır.
Modern romanın figürleri için bazen tip ve karakter incelemesi çok da anlamlı olmaz.
Anlatı nitelikli eserlerin konusu kişi veya kişi hüviyeti kazandırılmış varlıklar etrafında şekillenir. Bu konuda ağırlığın insan üzerinde yoğunlaşması, 18. yüzyıla tesadüf eder. Bu yüzyıl, aynı zamanda bireyci düşünce ve felsefenin başlangıç noktasıdır. Bir başka nokta da, psikoloji biliminin bu yüzyıldan sonra kabul görüp gelişmesidir. Ayrıca eğitim alanında birey eksenli bir anlayışın da yerleşmesini hesaba katmak gerekir. Bütün bunlar, romanın güçlenmesine yardımcı olacaktır. Toplumsal ve bilimsel alanlarda elde edilen imkânlar, zamanın güçlü anlatım türü olan romanın ufkunu bir hayli genişletir. Nitekim çok sürmez, roman bu güçle 19. yüzyılın en popüler edebi türü olur ve klasik dönemini idrak ettiği bu yüzyılda zihinlerde derin izler bırakan unutulmaz figürlerini kahramanlarını yaratır. Bu bağlamda 19. yüzyıl romanı, kelimenin tam anlamıyla birey eksenli romandır. 19. yüzyıl romanlarında bireyler önemliydi. Romanda nesnelere ancak bu bireylerin özelliklerini vurgulamak amacıyla yer verilirdi.
Anlatı sisteminde kişi, öteden beri önemli olmuştur. Zira vakayı canlandırmak için onlar vazgeçilmez ögelerdir. Ancak kişinin vaka açısından bir değer ifade etmesi, vakaya dayalı geleneksel anlatıda daha dikkat çekiciydi. Kişi, vakanın canlandırılması okuyucunun anlatı dünyasına çekilmesi bakımdan değeri ve önemi tartışılmaz bir elemandır. Kişinin bu konumu, romanın gelişme dönemlerinin bir ürünüdür ve bu konum zaman içinde gelişir, yeni boyutlar kazanır. Bunda roman sanatına ivme kazandıran gerçeklerin önemli katkısı vardır. Söz gelimi gerçeklerin vaka yerine kişiye değer vermek istemeleri, söz konusu anlayışı büyük ölçüde değiştirir. Bundan böyle kişi, sadece vakayı canlandırmak ve olayları sürüklemek için devreye sokulmuş bir öge değildir. O, yenilenmiş kimliğiyle sadece bir roman kahramanı olarak görülmez, aynı zamanda yazarın romandaki temsilcisi, sözcüsüdür; hatta yazarın yerine göre bakış açısından yararlandığı biridir. Kısaca o, hem serüveni sürükleyen, vakayı canlandıran hem de olayları anlatan, sunan; etkili bir elemandır artık. Bu değişim, modern romanın temelini oluşturan bakış açısının keşfiyle gündeme gelecektir kuşkusuz.
Söz konusu durum, doğal olarak yazar ile kahraman arasındaki mesafeyi de değiştirir. Geleneksel anlatıda yazarla kahramanı arasındaki mesafe, görecedir. Bu mesafe, her an değişebilir, hatta yazar mesafeyi ortadan kaldırıp serüvenini sunduğu kişiyle özdeşleşebilir. Oysa bakış açısıyla mesafe ilkesini benimseyen modern anlatıda özdeşleşmenin dereceleri ve şartları vardır: Özdeşleşme, anlatı sisteminin izin verdiği ölçüler içinde ve anlatı için gerekliyse yapılır, gerekmiyorsa yapılmaz. Aslında bu biraz da kültürel ve teknik bir sorundur. Sözlü kültürün yönlendirdiği anlatı ile yazılı kültürün biçimlendirdiği anlatı farklı bir yapılanma üzerine kurulur. Metinle yazar arasındaki mesafe, biraz da yazının, yazılı kültürün ürünüdür. Söz taze, sıcak ve canlıdır; dolayısıyla sözlü kültürde bütünleşme daha kolay ve kendiliğinden olmaktadır. Yazı ise soğuk ve ölüdür; yazılmış bir metin ‘yazılmış’tır; değiştirilemez. Kişinin, söz konusu değişim serüveni, yalnızca anlatı sınırları içinde gerçekleşen bir olay değildir; işin bir kültürel yönü de vardır.
Romandaki kişilerin genel nitelikleri genel anlamda olumlu ve olumsuz; yani iyi ve kötü kişiler olarak karşımıza çıkar.
İyi kişiler romancı tarafından iyi, güzel ve faydalı olduğuna inanılan değerlerle donanmış, yapıcı kişilerdir. Kötü kişilerse romancı tarafından kötü, çirkin ve zararlı bilinen değerlerle donanmış kişilerdir.
Kişiler genel olarak “merkezi kişi”, “tip”, “karakter” ve “yardımcı kişiler” olmak üzere dört kısma ayrılır.
Merkezi kişi, diğer isimleriyle ‘temel kişi’, ‘başkişi’, ‘esas kahraman’, ‘asıl kahraman’, ‘protagonist’; bir eserde birincil konumdadır. Romanın genelinde ya da çoğu bölümlerinde yer alır. Genellikle özne konumunda olup diğer kişiler de ona göre nesne konumundadır.
Tip(Yunanca ‘typos’); çoğaltma, kalıp, basım için temel örnek demektir. Tip, ayırıcı özellikleri olan bir zümrenin, bir grubun, bir sınıfın temsilcisi konumundadır. Romandaki kimliğiyle üzerinde taşıdığı özellikler, olumlu ya da olumsuz olabilir. Tip, temsilcisi olduğu sosyal grubun medeniyet, kültür ve dünya görüşünün adeta bir sisteme kavuştuğu kişidir.
Yapılarına göre tipler şöyle sıralanabilir:
– Yüceltilmiş Tip (yazarın duygu ve düşüncelerini dile getirir)
– İlk Örnek Tip(temel kişiler, manevi kalıplar ifade eder)
– Nihilist Tip(sadece hayatı, yaşamayı üstün değer olarak görür)
Konularına göre tiplerse şöyle sıralanabilir:
– Sosyal Tipler (topluma bağlı ve toplum kaynaklı kişilerdir)
– Psikolojik Tipler(kişiye bağlı ve kişi kaynaklı tiplerdir)
– Zihinsel Tipler(zihinle, düşünceyle, sanatla, edebiyatla, felsefeyle; zihin faaliyetleriyle ilgili değerleri temsil ederler)
Bir romanda kişiler ya “başkası tarafından” sunulur ya da bizzat kişilerin kendisi kendilerini sunarlar.
BAKIŞ AÇISI VE ANLATICI
Anlatıcı dünden bugüne uzanan zaman içinde farklı konumlarda karşımıza çıkmaktadır. Dün her şeyi bilme, sezme, anlatma yeteneği ile ilahi karakterli olan anlatıcı, bugün büyük ölçüde beşeri bir portreye sahiptir.
Destan türünde anlatıcının kendini açıkça belli etmesine karşılık, romanda söz konusu belli edişin dereceleri vardır. Bir romanda anlatıcı okuyucunun bütün dikkatini üzerine çekecek derecede kendini gösterdiği gibi gizleyebilir de. Anlatıcının bir anlamda metin üstünde kalan somutlaşmış portresiyle ortalarda dolaşmasını; romanın henüz olgunlaşmamış oluşuyla, dönemin romana dönük beklentisiyle ve romancının acemiliğiyle izah edebiliriz.
Roman sanatı bağlamında üç anlatıcı tipinden söz edilir:
a- 1.Tekil kişi b- 3.Tekil kişi c- 2.Çoğul kişi.
Roman sanatı esas karakteri itibariyle anlatılacak bir hikâyeyle bu hikâyeyi sunacak bir anlatıcıya dayanır. Romanın genel yapısını şekillendiren diğer unsurların varlığı bu iki elemana bağlı olarak önem ve değer kazanır. Bu durumda hikâye ile anlatıcı bir anlamda roman denilen yapının iki temel unsurudur. Önem ve işlev bakımından anlatıcı öncelikli konuma ve ağırlığa sahiptir. Zaman zaman konumu ve önemi tartışılmış olsa da anlatıcı roman denilen anlatı türünün temel unsuru aynı zamanda en etkili figürüdür. Roman onun etrafında kurulur, kurgulanır. O olmadan hikâyeyi anlatmak olayları nakletmek ve olayların akışında rol alan figürleri tanıtmak mümkün olamaz. Çünkü o,
anlatı dünyasının hem yapıcı hem de yansıtıcı unsurudur. Anlatıcı anlatının hayata en yakın elemanıdır. Okuyucunun kulağına ilk önce onun sesi ulaşır ve okuyucu onun sıcak çağırılarıyla anlatı dünyasına yönelir.
Romanda kullanılan başlıca bakış açışları şunlardır:
Tanrısal Bakış Açısı: Her şeyi bilme esasına dayanır ve yazara geniş imkânlar sunar.
Gözlemci Figürün Bakış Açısı: Burada anlatıcı bütün benliğiyle anlatı sisteminin içinde yer alır. Yazar, onu bilinçli bir tercihle bu sistemin içine yerleştirir ve sistemin unsurlarını onun bakış açısından sunar.
Tekil Bakış Açısı: Otobiyografik yöntemin hâkim olduğu romanlarda uygulanan bakış açısıdır. Bu tür romanlarda anlatıcıyla anlatılan aynı kişidir.
Çoğul Bakış Açısı: Geleneksel romanda hikâye etme, anlatma ağırlıklı olarak sunulur.
İlkinde anlatıcı ön plandadır. Konum olarak da eser ile okuyucu arasında yer alır.
İkincisinde ise anlatıcının varlığı en aza indirilir ve olaylar tıpkı bir tiyatroda olduğu gibi sahne tekniğiyle verilir.
Tanrısal bakış açısı da gözlemci figür açısı da 3. teklik (o) şahsıyla anlatılır. Gözlemci bakış açısı nesnel ve öznel olabilir. Nesnel tutumlu bakış açısı, dıştan bir bakıştır. Anlatıcı, olaya ve kişilere dışarıdan belli bir mesafeden, tarafsız, yansız bir gözlemci sıfatıyla bakar.
Tekli anlatıcılarda ise 1. teklik şahıs kullanılır. Buradaki özne, farklılık gösterebilir.
Özne anlatıcı, iki türe ayrılır:
* Özdeş Özne
* Ayrışmış Özne
teşekürler