GİRİŞ
Tarih boyunca insan ve toplum ilişkileri karmaşık özellikler göstermiş, tabiata karşı verilen mücadelede insan emeği ve bunun örgütlenme biçimi, değişik biçimler almış, biçimler değiştikçe, siyasi yapılar değişmiş, savaş ve barış dönemleri, baskı ve ticaret dönemleri birbirini izlemiş/tamamlamış ve tüm bu gelişimi açıklamak için çeşitli kuramlar ileri sürülmüştür.
Hıristiyan filozoflara göre; bütün milletler, kaderi ancak tanrının planıyla bağlantılı olarak anlaşılabilir olan, daha genel bir insanlığın alt dallarından ibarettir. Tarih, tanrının insanı yaratması ile başlamıştır. Dünyanın yaratılışı, aydınlık ile karanlık arasındaki çatışmanın ürünüdür. İnsan ruhu, karanlığa karışmış aydınlığın ögesidir. Kurtuluş, karanlığa yakalanmış olan ışık parçacıklarının gerçek yurtlarına dönmesi ile gerçekleşecektir[1]. Tarih, mahşer gününde insanın kurtuluşu ile birlikte; (tanrının imparatorluğunun başlamasıyla) sona erecektir.
Daha sonra ünlü filozof Kant tarihsel gelişmenin evrensel yasalarını tespit etmeye çalışmıştır. Filozofun, “Kozmopolit Bir Bakış Açısından Genel Bir Tarih Fikri” başlığını taşıyan makalesinde açıkladığı görüşlere göre, evrensel ve amaca yönelik bir tarih yazımı mümkündür. Asosyal bir sosyal varlık olan insan, bu bencil çelişki sebebiyle diğer insanlara karşı yürüttüğü savaşımı bırakarak, özgürlükçü bir toplumda onlarla birleşmek zorundadır (çünkü böyle bir savaş dahi, hükmedebileceği insanların varlığı halinde mümkün olacaktır). Bu şekilde oluşan toplumlar da, bilimsel, sanatsal, teknolojik gelişmeyi teşvik ederek, birbirleri ile rekabet etmeyi sürdüreceklerdir. Kant, sadece evrensel gelişmenin yasalarını tespit etmekle yetindiğini; tarih yazımının, tarihçilerin görevi olduğunu belirtmiştir.
Kant’ın evrensel tarih yazımına ilişkin teklifine yanıt, Hegel’den gelmiştir. Filozofun görüşüne göre; tarih, aklın (kolektif insan bilincinin) kendisine (varlığına) ilişkin bilgiyi işleme sürecidir. Hegel’e göre, bu süreci işleten dinamik; arzu edilme arzusu; kabul görme isteğidir. İnsanı özgürleştiren, tabiat kanunları tarafından belirlenen istek ve arzularının dışında, ahlaki tercihler yapabilme imkânı sunan özelliği, kendisine değer biçme ve bu değeri, diğer insanlara kabul ettirme arzusudur. İşte her insan, diğerleriyle bu kabul görme arzusu sebebiyle mücadele eder. Tarihi ilerleten süreç budur. Her toplumsal düzen, bu mücadele üzerine kurulur ve bu çelişkiyi çözemeyen toplumsal düzen çöker; yerine yeni bir düzen kurulur. Efendi ile köle arasındaki bu mücadele, tüm insanların, karşılıklı olarak ve eşit seviyede birbirlerinin kabul görme arzusunu tatmin ettikleri anayasal bir düzende sona erer. Bu mücadele sürecinde varlık, bireysel bilinci kolektif akla dönüştürür[2].
Hegel’in görüşlerinden yola çıkan Marks ve Engels, “tarihsel materyalizm” felsefesini kurmuşlardır. Bu kurama göre; toplumsal gelişme, iç çelişkilerin dinamiği ile gerçekleşir. İnsanların, üretim süreci içinde gerek birbirleriyle, gerekse üretim araçları ile olan ilişkileri; bu sonunculara sahip olup olmamaları bakımından toplumsal sınıfları ortaya çıkarır. İşte bu sınıfların -yine üretim süreci içerisindeki- çatışmaları, toplumsal gelişmeyi meydana getirir[3]. Sınıfsız toplum niteliği taşıyan “ilkel kominal düzen”de başlayan yolculuk; köleci, feodal ve kapitalist toplumlarla devam etmiştir. Bu gelişme, proletaryanın, uygulayacağı diktatörlük ile burjuva sınıfını tasfiye etmesi sonucunda, sömürücü sınıfların ortadan kalkması ve bunun sonucunda da devletin sönmesi ile nihayete erecektir[4].
TOPLUMSAL GELİŞMEYİ BELİRLEYEN ASLÎ ÇELİŞKİ NEDİR?
İnsanın birbirinden tamamen farklı iki temel niteliği bulunmaktadır: Birincisi, biyolojik olarak bağımsız bir varlıktır; ikincisiyse, aynı zamanda sosyal bir varlıktır ve bu açıdan topluma bağımlıdır. Var oldukları günden bu yana insanlar, hayatlarını topluluk olarak sürdürmüşlerdir.
İnsanı insan yapan, diğer canlılardan farklı kılan, sosyal varlığıdır. Çünkü düşünme, konuşma, iletişim kurma, araç yapma ve estetik yetilerini oluşturan ve geliştiren, diğer insanların varlığıdır; onlarla kurduğu bağlar bu yetilerin gelişmesini sağlamıştır.
İnsanın bu iki temel niteliği birbiriyle çelişmektedir; insan ilişkilerinin gelişiminde, toplumların şekillenmesinde, tabiatla olan ilişkilerde belirleyici olan, bu çelişkidir. Bu çelişki şu şekilde gerçekleşmektedir:
Her insan etkinliğinin iki yönü bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, doğrudan kendisini ilgilendiren yönüdür; çünkü her insan, varlığını sürdürmek için tabiatla temas halinde olmak, çalışıp üretmek zorundadır. Bu, insanın kendisi için gerçekleştirdiği etkinliktir. Ancak bu faaliyet, aynı zamanda, diğer insanlar, yani toplum için sunulmuş bir hizmet, diğer insanların eksik kalan yönlerini tamamlayan bir eylemdir. Örneğin (pazar için üreten) bir çiftçi, ürettiği ürünleri satıp parasıyla geçinmek için faaliyet gösterir. Bu etkinliğin birinci yönüdür. Ancak bu faaliyet, diğer insanların gıda ihtiyacını gidermektedir. Bu da etkinliğin ikinci yönüdür.
İnsan tüm etkinliklerinde, onu insan yapanın, sosyal bağı/bağımlılığı olduğunu unutur ve biyolojik olarak bağımsız bir varlık olmanın etkisiyle, faaliyetin sadece birinci yönünü önemser, kendini ona göre hazırlar, etkinliğin bu yönünden azami verimi almak için çaba gösterir. Etkinliğin ikinci yönü ise sadece birinci yönün verimini ilgilendirdiği ölçüde önemlidir; çünkü insan, hiçbir yönden ve elbette sosyal açıdan bağımlı olmayı kabullenmek istemez.
Oysa her insan topluluğu/giderek toplumu[5], bütünleşebildiği toplulukların/giderek toplumların toplam seviyesi ile tanımlanabilmektedir. Örneğin kapalı bir tarım topluluğu, sadece üretebildiği tarım mahsulü ve küçük el zanaatları ile tanımlı ve sınırlıdır; sanayi toplumları ile bütünleşme gerçekleşmedikçe, o toplumların ürettiği mal ve hizmetlerden yararlanma şansı yoktur. İnsan topluluklarını/toplumlarını tanımlayıp sınırlayan, bütünleştikleri toplulukların/toplumların toplam faaliyet ve üretimi olunca, ne ölçüde yüksek seviyede bütünleşme olursa, tanımlanan sınırlar da o ölçüde genişlemekte ve gelişmektedir. Bu çerçevede en yüksek refahı elde etmek için en üst seviyede bütünleşme zorunludur.
Tabiatla savaşımda insan için gereken ön önemli destek; diğer insanların varlığı, onlarla dayanışma ve işbölümüdür. İnsan üretim yaparken üretim araçlarına nasıl ihtiyaç duyuyor ise, diğer insanlar da (diğer insanların, işbölümü suretiyle elde ettiği emeği) üretim sürecinde onun kullanmak zorunda olduğu araçlar gibidir. Doğaya karşı savaşımda en büyük yengi, diğer insanların yardım ve dayanışması, işbölümüyle gerçekleşecektir.
Ancak diğer insanların varlığı, bir yandan insanın doğadan en fazlasını alabilmesi için zorunlu bir unsur iken (sosyal bağımlılık), diğer yandan da, insanın, üretilenin azamisine, varolan tüm kaynakların en çoğuna sahip olmasının engelini teşkil etmektedir (biyolojik bağımsızlık). Çünkü toplam üretim ve kaynaklardan, diğer insanlar da pay talep etmektedirler. Yani diğer üretim araçları, sadece üretimi artırıp, insana en fazla ürünü vermeye yararken, belki de bunların en verimlisi ve vazgeçilmezi olan işbölümü, üretim araçları içerisinde, üretim sonucunu paylaşmayı gerektiren; yani ürün üzerindeki hakkı kısıtlayan yegânesidir.
İnsanoğlu, tabiata karşı özgürlüğünü kazanmak için örgütlenerek mücadele verirken, bu kez de, özgürlüğünün önüne, toplumun varlığı çıkmaktadır. Bu örgütlenme,
bir yandan tabiata karşı bağımlılığı azaltan imkânları ortaya koyarken, diğer yandan, bu imkânların sınırsızca kullanılmasına engel teşkil etmektedir.
İnsanın doğaya karşı olan savaşımı için gerekli olan işbölümü, böyle bir çelişkiyi barındırmaktadır: İnsan, en fazlasını almak için işbölümüne muhtaçtır; ancak işbölümü, aynı zamanda, toplam ürünün paylaşılmasını gerektirdiğinden, bu en fazlayı aşağıya çekmektedir. Doğayla savaş, işbölümünü; işbölümü de, paylaşımı zorunlu kılmaktadır.
İşte, tarihsel gelişmeyi, toplumların örgütlenme biçimlerini, insanlar arasındaki ilişkileri belirleyen bu içsel çelişkidir. Asıl olan ve insanı insan yapan, sosyal bağımlılık olduğu halde, o, her zaman, biyolojik bağımsızlığının etkisi ile hareket etmekte, çevresindeki her şey gibi, diğer insanların da, kendi emri ve kullanımına sunulmuş araçlar olduğunu düşünmektedir.
Temel çelişkinin, toplumsal ilişkilerdeki belirleyiciliği, şu suretle gerçekleşmektedir:
İnsan, bir yandan diğer insanlarla ittifak yapmak, birlikte çalışmak istemekte, diğer yandan, onların çalışmasının sonuçlarına (üretimden onların payına düşmesi gereken miktara) göz koymaktadır. En küçük sosyal birimden, belki aileden itibaren, ulus ve uluslararası topluma kadar, her türlü sosyal örgütlenmede bu çelişkinin izlerini ve belirleyiciliğini görmek mümkündür. Kurulan her bir sosyal birim, bir yandan, diğer sosyal birimlerle ittifak-işbölümü yapmak ve doğaya karşı mücadelede onlardan yararlanmak zorundadır. Ancak iş “bu mücadelenin ürünlerinin paylaşımına” geldiğinde, çelişkinin diğer yönü (biyolojik bağımsızlık) ağır basacak, her bir birim, en fazla payı almayı hedefleyecektir. Böylece bir yandan, her bir sosyal birimin içindeki her bir insan açısından bu çelişki süreci yaşanırken, diğer yandan, her bir sosyal birimin diğeri olan ilişkisinde de aynı çelişki belirleyici olmaktadır. Aile içinde (diyelim ki kardeşler arasındaki) çekişme (ki bunların en belirgini miras çekişmesidir; cinsiyetler arasındaki çalışma yükünü diğerine bırakma çekişmesi daha da belirgindir); ülke içindeki sınıf ve sosyal tabakaların çekişmeleri ve bir ulusun diğer uluslarla çekişmesi, hep bu temel çelişkiden kaynaklanmaktadır.
Bu çelişkinin insanlar arası ilişkilerde gerçekleşmesini sağlayan olgu ise işbölümünün örgütlenmesidir. En verimli üretim ve doğaya karşı en büyük yengi, en iyi örgütlemiş işbölümü ile elde edilebilir. İşte bu nedenle, en küçük sosyal birimden en büyüğüne kadar, o birim içindeki işbölümünün örgütlenmesi gerekmektedir. Bu örgütlemeyi yapanlar, yapmaya yetkili olan ya da kılınanlar, varoluşlarındaki çelişki gereğince, işbölümünün sonuçlarından kendilerini daha fazla yararlandırmaktadırlar. Çelişkinin birinci ayağı, işbölümünün örgütlenmesini gerektirmektedir. İkinci ayakta ise, bilhassa bu örgütlemeyi yapanlar, ürünün fazlasını almaya çalışmaktadırlar. Örgütlenen işbölümünün kapsadığı sosyal birim büyüdüğünde, örgütlemeyi yapacak görevlilere duyulan ihtiyaç kaçınılmaz olmaktadır. Ancak işbölümünü örgütleme yetkisine sahip olanlar, doğal olarak, sonuçta elde edilen ürünün dağılımını da düzenleme, denetleme (böylece belirleme) yetkisine de sahiptir. İşte bu örgütlemeyi yapanların, ürünün sonuçlarından kendilerine daha fazla pay ayırmaları, toplumsal gelişmeyi ve tarihi şekillendirmektedir.
TARİH ŞEKİLLENİYOR
İşbölümünü örgütleme yetkisi, tabiatla mücadelenin değişik aşamalarında ve toplumsal örgütlenmenin değişik büyüklüklerinde, değişik biçimlerde ortaya çıkmaktadır.
Başlangıçtaki avcı-toplayıcı topluluklar döneminde[6], tüm etkinlikler birlikte gerçekleştirilmekteydi. Örneğin, hep birlikte ava çıkılır; öldürülen hayvanların eti ve derisi hep birlikte işlenir, paylaşılırdı. Bitki/meyve toplayıcılığı da kolektif olarak yürütülen bir faaliyetti. Avcılık erkeklere, toplayıcılık kadınlara düşen görevler arasındaydı ve iş bölümünün grup sınırları böyle çizilmişti. Sanıldığının aksine bu dönemde toplayıcılık avcılığın önünde yer almaktaydı, toplayıcılık yoluyla, avcılıktan daha fazla ve çeşitli besin/gıda sağlanmaktaydı ve bu sebeple kadınların toplumsal statüsü, erkeklerden daha düşük değildi. Bu aşamada ruhani şef, etkinlikleri belirler ve yönetir, hastalara şifa dağıtırdı. Toplumsal yaşamın bu ilk safhasında, tabiata karşı mücadelede egemen olan tabiattı; dolayısıyla, ihtiyaç fazlası ürün elde edilmesi, bunların depolanması mümkün değildi. İşte bu nedenle, ürünün paylaşımında problem ortaya çıkmasa da, etkinlikleri düzenlemede ve çalışmada; fiziksel enerji harcamada, ruhani şef ayrıcalıklardan yararlanmaktaydı. Bu düzende işbölümünü örgütleyen, üründen pay almada değil, ama çalışma koşullarını belirlemede kendi yararını gerçekleştirmekteydi.
Bir sonraki aşamada; tarım devriminden sonra, üretim toprağa ve tarıma bağlanmıştı. Üretim araçları daha gelişmiş olduğundan, ihtiyaç fazlası ürün elde edilebilmekteydi. İşte bu aşamadan itibaren, gerek aile içerisinde, gerek kabilede/aşirette, iş bölümünü örgütleme yetkisine sahip olanlar, hem kendilerini çalışmadan muaf tuttular; hem de ürünün paylaşımını doğrudan kendileri denetlediler ve belirlediler. Aile gibi en küçük sosyal birimde, bu yetki, doğrudan fiziksel güce dayalı olarak kullanılıyor ve aracıya ihtiyaç göstermiyordu. Ancak, aileden kabileye doğru gidildikçe (aileler, diğer ailelerle ittifak yaptıkça), işbölümünü uygulamada sorunlar çıkmaktaydı. Bunun için, daha şiddetli fiziksel güç kullanımı gerekiyordu. Yani örgütleme yetkisini ele geçirenler, işbölümünü diğerlerine dayatıyorlardı. Bunun içinse, askeri güce ihtiyaç duyulmaktaydı. İşte işbölümünü örgütleme yetkisine sahip olanların, bu organizasyonda kullandıkları ara sınıfların ortaya çıkışı, bu şekilde olmuştur. İnsanların bu şekilde çalışmaya zorlanması, onların toprağa ya da işe bağlanması, bunun için de askeri güç kullanımı, gerek tarım toplumlarında, gerekse bundan sonra gelişen ve hayvancılıkla geçinen[7] topluluklarda uygulanan yöntemdi. Ancak bu (askeri) güç dahi, son tahlilde işbölümünü örgütlemenin bir parçasını oluşturmaktadır.
Bu şekilde fiziksel güce dayalı olan dayatma, coğrafi ve iklimsel koşullar nedeniyle daha verimli üretim yapılabilen, bu sebeple de artı ürünün daha değerli olduğu yerlerde, daha çok şiddet kullanılarak uygulanmıştır. Dayatma ve şiddet o boyutlara ulaşmıştır ki, çalışanların özgürlükleri tamamen ortadan kaldırılmıştır; köleleştirilmişlerdir.
Bu şekilde örgütlenmiş toplumsal yapılar, işbölümünün daha da geliştirilmesi amacıyla, diğerleri ile ittifak yapar hale gelmiştir. Bu ittifak, genellikle, güçlü olanın diğerini egemenliği altına alması; onun kaynaklarını ve topraklarını fethetmesi suretiyle gerçekleşmiştir. Bu yöntemle, küçük birimler diğerlerine entegre olmuşlar; bu suretle, toplumsal yapılar büyümüştür. Ancak gözden kaçmamalıdır ki, tüm bu süreçte asıl belirleyici olan, hem daha çok kaynağa sahip olma, hem de bu kaynakları işleyebilme kaygısıdır. Yani gerçekleştirilen iş, son tahlilde işbölümüdür; işbölümünün diğer toplumsal birimlere de dayatılması (entegrasyon) suretiyle,
tabiatla mücadele için, daha büyük toplumsal birimler oluşturmaktır.
Böylece, küçük sosyal birimleri birleştiren örgütleyiciler, küçük birimlerin örgütleyicilerinden daha da fazlasını elde etmektedir. Örneğin, ailede başlayan örgütlenme, sendika ve işyeri ile bölgesel örgüt ve ulusla devam etmekte, daha sonra, ulusların birbirine entegre olması suretiyle, daha da büyümektedir. Doğal olarak, toplumsal birim büyüdükçe, örgütleme daha karmaşık hale gelmekte, sırf örgütleme ve dayatma işi için, daha fazla insanın görev alması gerekmektedir. Üstelik her bir toplumsal birim, diğerinin içinde de olsa, kendi varlığını (bir anlamda özerkliğini) sürdürmekte, her birim içinde, ayrı bir işbölümü ve ayrı bir paylaşım gerçekleşmektedir. Bunun için, birbirinin içine geçmiş karmaşık daireleri örnek vermek mümkündür.
Tabii ki bu paylaşımda, işbölümünün asıl örgütleyicileri en büyük avantaja sahiptir. Ancak bunların, işbölümünü örgütlemede kullandıkları ara sınıflar da, sırf bu nedenle, yani örgütlemede ve denetimde söz sahibi oldukları için, üretimle ilgili işbölümüne aktif olarak katılmadıkları halde, diğerlerine göre daha fazla pay almaktadır[8]. Kısaca, her bir sosyal birimde, işbölümünü örgütleyenler ile bu örgütleme işinde kullanılanlar, üretim sonuçlarını kontrol edip belirlemekte oldukları gibi; entegrasyon yoluyla sosyal birimler büyüdükçe, bu daha büyük birimdeki örgütleyiciler ve örgütlemede kullanılanlar da, daha da fazlasıyla üretim sonuçlarını belirlemektedir; her bir safhada, örgütleme yetkisine sahip olanlar, daha fazla pay almaya başlamaktadır. Çünkü işbölümünün ürettiği ürün, sosyal örgüt büyüdükçe büyümektedir.
Bu olgu, Marksist terminolojide, köleci ve feodal toplumlar olarak nitelendirilen sosyal yapılarda böyle olduğu gibi, “Asya Tipi Üretim Tarzı[9]” olarak isimlendirilen, daha merkeziyetçi yapıdaki örgütlenmelerde de, aynı şekilde gerçekleşmektedir. Belirleyici olan, üretim araçlarına sahip olmak değil; işbölümünü örgütleme güç ve yetkisine sahip olmaktır. Bu nedenle, üretim araçlarına sahip olmadıkları halde, birçok kişi ve grubun (örneğin, başka bir toplumdan haraç, cizye vs. adı altında vergi alan diğer bir toplumun örgütleyicilerinin), üretimden fazla pay almaları açıklanabilmektedir.
Üretim araçlarına sahip olma olgusu, elbette, işbölümünü örgütleme yetkisine sahip olmanın yol ve yöntemlerinden birisi; belki de en önemlisidir. Ancak, toplumsal gelişmeyi ve çatışmayı belirleyen, mülkiyet değil; mülkiyetin sağladığı örgütleme güç ve yetkisidir. Çünkü bu kişiler; sadece üretim araçlarının sahibi olduklarından değil; aynı zamanda ve daha önemlisi, işbölümünü örgütleme imkânına sahip olduklarından dolayı, ürünün fazlasına el koymaktadır.
Gerçekten de, köleci toplumda, feodal toplumda, kapitalist devlette, işbölümünü örgütleme güç ve yetkisine sahip olanlar, aynı zamanda, üretim araçlarına da sahiptir. Tarıma dayalı üretimde toprak sahipleri, sınaî üretimde işletme sahipleri, mülkiyet haklarına dayanarak, kendi işletmelerindeki işbölümünü örgütlemektedir.
Ancak finansal güce sahip olanlar (finans ve sermayenin organik birleşmesinden önceki dönemde), üretim araçlarına doğrudan sahip olmadığı halde, sınaî ve ticari işletmeler (bu biçimde örgütlenmiş sosyal üretim birimleri) arasındaki işbölümünü örgütleme güç ve yetkisine de sahipti. Kapitalist sistemde sınaî ve ticari işletmeler, paralarını finans kuruluşlarında saklamaktadır. Bu yolla ve diğer yöntemlerle parayı kontrol etme imkânına sahip olan finans kuruluşları, bir yandan, sınaî ve ticari kuruluşlara kredi vererek, diğer yandan, doğrudan kendileri de iştirak etmek suretiyle, yatırım yapılacak alanları belirlemekte; böylece, daha üst seviyedeki işbölümü organizasyonunu bunlar sağlamaktadır. Çünkü kredi sistemi ile hangi alana, hangi işletmenin ne büyüklükte yatırım yapabileceğine; böylece, hangi kaynakların, kimler tarafından ve nasıl işleneceğine, bu kurumlar karar veriyordu.
Keza, “Asya Tipi Üretim Tarzı” olarak isimlendirilen merkezi toplumsal örgütlenmelerde de, şimdiye kadar “ara sınıf” olarak nitelendirilmiş gruplar, üretim araçlarına sahip olmadığı halde, işbölümünü örgütlüyor ve sonuçlarını denetliyordu. Örneğin Osmanlı devletinde tımar veya mukataa sahipleri, üretim aracının kendisine değil, sadece vergi toplama hakkına sahip idiler. Buna rağmen iş bölümünü örgütleyebildiklerinden, sonuçlarından yararlanabiliyorlardı.
Bir ulusun, diğer ulusun emek ve ürününe el koyması, başlangıçta askeri yöntemlerle gerçekleşmiştir. Yukarıda açıklandığı gibi, burada yapılan, ulusun –kendi içindeki işbölümü suretiyle- ürettiği ürünün, başka bir ulusunkine entegre edilmesidir. Bu da son tahlilde, egemen ulusun örgütleyicilerinin, diğer ulusun işbölümünü örgütlemeye katılmasıdır. Üretim güçlerinin gelişmesi sonucunda, işbölümünün örgütlenmesinde, askeri yöntemler yerini iktisadi esasa dayanan yöntemlere terk etmiştir. Özellikle, mali ve sınaî etkenler, işbölümünü örgütlemede daha çok kullanılır olmuştur.
Mali sektördeki yapılanma, uluslararası ilişkilerde daha açık olarak ortaya çıkmaktadır. Egemen ülkelerin bankaları ve şimdilerde uluslararası nitelik taşıyan İMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar, doğrudan doğruya, bir ülkenin ekonomisini düzenleme adı altında, o ülkedeki işbölümünü organize etmektedir. O kadar ki, hangi alanlarda yatırım yapılacağı, hangilerine yabancı sermayenin iştirak edeceği, hangi sektörlerin faaliyetinin sona erdirileceğine varana kadar, birçok alanda talimatlar vermekte ve bunun sonuçlarını denetlemektedirler. Bu yolla, sadece kamu sektörünü yönlendirmekle kalmamakta, ihalelere de yön vererek, özel girişimin örgütlenmesini de düzenlemektedirler. Bu düzeydeki kuruluşlar, ulusal işbölümünün, uluslararası işbölümüne entegre olmasını sağlamaktadır; hangi ülkede hangi üretimin yapılması gerektiğine dahi, son tahlilde, bu yolla karar verilmektedir. Dolayısıyla bu işlev, “işbölümünü örgütleme”dir. Bu yetki ve gücü elinde bulunduranlar, toplam ürünün dağılımını denetleme yetkisine de sahip olduğundan, uluslararası işbölümü sonucundaki dağılımı da istediği gibi düzenlemektedir. Kredi, işbölümünü örgütlemenin; faiz de üretim sonucunun paylaşımının yöntemlerinden biridir.
Bir ülkenin sermayedarının, başka ülkenin verimli alanlarında yatırım yaparak işbölümünü örgütlemesi ise daha doğrudan bir örnektir.
Son dönemde tüm dünyada yaygınlaşan, ekonomi ile ilgili özerk üst kurullar oluşturulmasına ilişkin eğilim, işbölümü örgütlemeye ilişkin gelişmelerin sonucunda gerçekleşmiştir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerin, gelişmiş kapitalist pazarlara entegrasyonunu sağlamak amacıyla, gelişmekte olan ülkelerin siyasi gücünü devre dışı bırakarak, doğrudan merkeze bağlı özerk kurullar aracılığıyla gerçekleştirilen ekonomi yönetimi, tam da işbölümünü dayatmaya yöneliktir.
Mali ve sınaî yöntemler, hedef ülkenin öngörülen işbölümüne olan direncini kıramadığı takdirde, askeri yöntemler devreye girmekte, türlü bahanelerle, işbölümü dayatılmaya devam edilmektedir. Örneğin, 11 Eylül olaylarının sonucunda teröre karşı girişildiği söylenen mücadele, aslında, enerji kaynaklarının denetimi ve bölgedeki
iş bölümünün düzenlenmesi ile ilgilidir. Askeri yöntemlerle, bölge ülkelerinin direnci kırılmış ve buradaki kaynakları işletme yetkisi, tekelci sermayeye bırakılmıştır. Sonuçta askeri örgütlenme, işbölümünü örgütleme gücüne sahip olanlarca kullanılmış ve işbölümü bu yolla dayatılmıştır. Üstelik bu suretle, ulus devletlerin çapını aşan tekelci sermaye, tek dünya devletine giden yolda ulus devletleri ve bölgesel örgütlenmeleri parçalama amacını da realize etmektedir.
Yukarıda belirtildiği gibi, tarıma dayalı feodal toplumlarda askeri dayatma daha açıktır. Köylü, askeri yöntemle toprağa bağlanmakta, işbölümü bu yolla ve açıkça dayatılmaktadır. Ülkeler arasındaki işbölümünde de, örneğin “merkantilist” ilişkiler yoluyla, hangi ülkenin ne üreteceği, hangi üretimin sonuçlarının hangi ülkeye yansıyacağı, egemen ülke tarafından örgütlenmektedir. Sadece vergi ya da haraç alma gibi teknikler de, son tahlilde, işbölümü örgütleme ile ilişkilidir. Bu sonuncu durumda da, egemen ülke, bağlı ülkenin kendi içinde yaptığı işbölümüne karışmamakta, ancak, bağlı ülkenin entegre olmuş tüm ülkeler arasındaki rolünü; yani entegre olan diğer ülkeler için üretmesi ve onlardan alması gerekeni belirlemektedir. Uluslararası işbölümündeki bu organizasyonun karşılığını da vergi vs. olarak almaktadır.
Görüldüğü gibi, toplumsal gelişmeyi, tarihi belirleyip şekillendiren, işbölümünü örgütleme imkânını elinde bulunduran kişi ya da grupların asli çelişkileridir. Daha doğrusu, tüm toplumsal ilişkileri belirleyen, bütün insanların (işbölümüne girmek ve fakat ürünü paylaşmak zorunda olmalarıyla ortaya çıkan; sosyal bağımlılıklarıyla biyolojik bağımsızlıkları arasındaki) asli çelişkileridir. Biyolojik bağımsızlık yanılsaması, insanın, gönüllü işbirliğine girmesine engel olmakta, bu sebeple toplumsal örgütlenmeler, dayatma esasına göre kurulmaktadır.
Yukarıda da açıklandığı gibi, işbölümünü örgütleme yetkisi, güçlü olanın elde edebildiği bir yetkidir. Bu güç, toplumun gelişmişlik seviyesine göre, askeri güç, hukuki güç, siyasi güç, bilimsel güç gibi belirleyici olabilen çok çeşitli görünümler altında ortaya çıkabilir. Ancak bunların tümü, o kişiye, işbölümünü örgütleme imkânı verdiği ölçüde etkili olacaktır. Güç ilişkisi, her bir sosyal örgütlenme içerisinde, insanların tek tek paylaşımı sırasında devreye gireceği gibi, sosyal birimler arası paylaşımda da belirleyici olacaktır.
Bu asli çelişkinin, toplumları ve üretimi nasıl etkilediğini anlayabilmek için, şöyle bir kıyaslama yararlı olabilecektir: İşbölümü kendiliğinden gerçekleşse; mekanizma düzgün olarak çalışsa ve toplam ürün adil şekilde paylaşılsaydı; çalışmadığı halde ürün alan ya da hakkından fazla pay alan olmayacaktı. O zaman, toplam üretim daha fazla olacak; işbölümünü dayatmak için harcanan emek, üretim ve tabiatla mücadelede kullanılacaktı.
Gerçekten de, birbirine entegre olmuş tüm toplumlara bütün olarak bakıldığında, askeri, polisi, bürokratı, sanayicisi, işçisi ve çiftçisiyle, herkese düşen bir görev vardır. İşte bu bütünü örgütleme görevi, küçükten başlayıp, gittikçe büyüyen ve iç içe geçmiş birçok sosyal birimde, farklı organizasyonlar gerektirmektedir. Her bir birimde bu örgütlemeyi yapma yetkisine sahip olanlar, asli çelişki gereğince, bu yetkilerinden, kendileri yararına sonuç çıkartmaktadır. Dolaysıyla her bir seviyede farklı bir organizasyon ve farklı bir paylaşım mevcut iken, seviye büyüdükçe, organizasyon, bunu gerçekleştirecek insan sayısı ve paylaşım (daki aksaklık) da büyümektedir. Aslında bu içsel çelişki olmasa; herkes, makinenin düzgün işleyen parçası gibi işbölümünde üzerinde düşeni yapsa, örneğin, askerlik mesleğine gerek duyulmayacaktı. Ancak içsel çelişkinin kaldırılması imkânı bulunmadığından, işbölümünü dayatmak için askere de ihtiyaç duyulmaktadır ve dolayısıyla askeri güç de işbölümünü örgütlemenin araçlarından birini oluşturmaktadır. Askeri örgütlenmenin içindeki işbölümünde de, aynı kurallar geçerlidir. Burada da işbölümünü organize etme yetkisine sahip olanlar, bu konumlarından kendi yararlarına sonuçlar çıkartmakta ve bu konumlarını, ayrıca, diğer birimlerle ilişkilerde de, kendi yararlarına kullanmaktadır. Örneğin, diğer birimlerdeki işbölümünün örgütlenmesine (daha doğrusu dayatılmasına) kendisine bağlı örgütü kullanarak verdiği katkıdan dolayı, sağlanan fazla üründen pay almak ya da buradaki görevinden, daha fazla pay alabileceği başka bir organizasyonda görev almak için ayrılmak gibi…
Sonuçta, işbölümünü örgütleyenlerin, ne suretle fazla pay aldıklarını anlamak için, her bir insanın işbölümüne uygun çalışması halindeki yapı ve paylaşımla, mevcut yapı ve paylaşımın karşılaştırılması yeterli olacaktır. Toplumda, çalışmadan ürün alan ya da hakkından fazla pay alanlar bulunmaktadır. İşte bu iki durumun (olması gerekenle olanın) arasındaki farkı yaratan (aynı zamanda toplam üründeki azalmayı ortaya çıkaran), işbölümünü örgütleme gücüne sahip olanların, asli çelişki neticesinde bu güçlerini kullanmasıdır.
TARİHİN SONU YOKTUR
Böylece, insanlık tarihi, bir yandan doğaya karşı savaşımda sürekli yükselen ve ileri doğru bir yön izlemek zorundadır. Çünkü geçmişin deneyimleri ve bilgisi, sonraki çağlarda kullanılacak, bunlardan yararlanarak yeni savaşım teknikleri geliştirilecektir. Yeni araç ve tekniklerin kullanımı, tabiatın gitgide daha büyük ölçüde egemenlik altına alınmasına yol açacaktır. Kısaca tarihin, doğaya karşı savaşım bölümü, her zaman ileri doğru bir gelişim gösterecektir.
Ancak, insanlar arasındaki ilişkilerde aynı düz gelişme çizgisini beklemek mümkün değildir. Güçler dengesine, asli çelişkinin hangi ayağının baskın olduğuna, örgütleme gücüne sahip olanlarla diğerlerinin arasındaki denge durumuna ve güç dağılımına göre, ilişkiler sürekli değişen bir yapı gösterecektir. Tabii ki, doğaya karşı mücadele araçlarının gelişmesine paralel olarak, toplumsal örgütlenme biçimleri farklılık gösterecektir. Benzer gelişmişlik seviyesinde, benzer örgütlenmelerle karşılaşmak doğaldır. Ancak, bu örgütlenmeler içindeki paylaşımın her zaman aynı yönü izlemesi, insanlar arasında her zaman aynı dengenin kurulması mümkün değildir. Burada belirleyici olan, gelişmişlik seviyesine uygun olan güç dağılımıdır ve bu dağılımın kontrol edilememesi halinde, toplumsal örgütün içinde ya da farklı toplumsal örgütlenmeler arasında, şiddete dahi yol açabilecek mücadeleler; hatta savaşlar gerçekleşmesi kaçınılmazdır.
Üstelik üretim güçlerinin gelişmişliği ile toplumsal ilişkilerin oluşması arasında, doğa bilimlerinde görülen ölçüde net ve kaçınılmaz bir nedensellik bağı da bulunmamaktadır. Buradaki nedensellik bağı, aklın da örgütleyiciliği sonucunda, temel doğa yasaları içerisinde yer alan birçok olasılıktan birinin gerçekleşebilmesi şeklinde teessüs edecektir. Örneğin, iki ayrı sanayi toplumundan birisinde kentleşme diğerine göre daha yoğun (yüksek nüfuslu ve fakat daha az kent); diğerinde ise üretim birimlerinin dengeli dağılımı sonucunda, adet itibariyle daha çok, ancak nüfus itibariyle daha az kent oluşabilir. Keza birindeki ilişkiler daha yumuşak ve uyumlu (demokrasi gibi);
diğerindeki daha sert ve şiddetli (otoriter rejimler gibi) gerçekleşebilir. Aradaki farkı belirleyen, gücün dağılımı, aklın örgütleme gücü vs.dir.
Toplumsal gelişme, biçimsel yönden; amaca yönelik olarak ilerler; bu doğrudur. Çünkü insanın temel amacı, doğayla mücadele etmek, ondan yararlanmak ve sonuçta, egemenliği ele geçirmektir. Bunun için en üst düzeyde işbölümü gerekmektedir. Bu nedenle de, ittifaka geçen (ya da buna mecbur bırakılan) sosyal birimlerin sayısı sürekli olarak artacak; her bir aşamada, daha üst seviyede sosyal birimler oluşacaktır. Örgütlenme, gücün dağılımına göre, aileden kavime, kent devletten ulus devlete, ondan da büyük (federal) uluslara doğru yol almaktadır. Amaç, doğaya egemen olmak için işbölümünü üst seviyelere taşımak oldukça, işbölümü, her seferinde daha çok toplumsal birimi içine alarak gelişecek ve büyüyecektir. Sonuçta, tek bir dünya toplumuna doğru gidiş mevcuttur. Yola çıkarken konan amaç, yolculuğun bu yörüngede gerçekleşmesini gerektirmektedir.
Ancak biçimsel olarak bu doğrultuda gerçekleşen toplumsal örgütlenme içerisinde, işbölümünü örgütleyenler ile buna tâbi olanlar arasındaki çelişki sürgit devam edecektir. Bunun sona ermesi mümkün değildir. Belki de ayrı siyasi birimler ortadan kalkacak ama bir temel çelişki, her zaman varlığını sürdürecektir. İş bölümünü örgütleyen kişi, grup ya da sınıflar, asli çelişki nedeniyle, her zaman ürün fazlasına el koyacak, iş bölümünü bu esasa göre örgütleyecektir. Bu suretle işbölümünün örgütlenmesi, dolayısıyla da toplumların yapısı ve kademelenmesi her gelişmişlik ve üretim seviyesinde, farklılıklar arz edecektir. Belli dönemlerde, siyasi, hukuki, ahlaki yöntemlerle, gücün dağılımı belli dengelere oturmuş olsa dahi, gelişen teknik ve araçlar, belli bir aşamada bu dengeyi bozacaktır. İşbölümünü örgütleme yetkisine sahip olanlar; asli çelişki sebebiyle, kontrol ettikleri üretimden sürekli olarak avantaj sağlamak isteyeceklerdir. İşbölümünü ve üretimi kontrol yetkisi, aynı zamanda, gelişen araç ve teknikleri de kontrol altında bulundurmayı sağladığından, her yeni araç ve teknik, öncelikle örgütleyiciler tarafından kullanılacaktır. Bu da, çok zaman dengenin bunlar yararına bozulmasına yol açacaktır.
Bu durumda, tarihin sonlu olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Çünkü tarihi gelişmeyi belirleyen temel çelişki, insanın yapısına ilişkindir ve bu çelişkinin ortadan kaldırılması mümkün değildir. Çelişki ortadan kaldırılmayacağından, tarihsel gelişme, her zaman farklı düzeyde de olsa savaşım ve savaşlara yol açacaktır. Çelişkinin kontrol altına alınması, hukuksal ya da siyasi araçlarla mümkün olabilecektir. Ancak bu yöntemlerin kendisi dahi, yeni çelişkiler oluşmasına sebebiyet verecektir. Örneğin, toplumsal birimler büyüdükçe, bu çelişkileri kontrol altına almak için, insanların doğrudan faaliyeti yeterli olamayacaktır. Bu durumda ise tüm toplum adına denetim işini yapacak temsilcilere ihtiyaç duyulacaktır. Ancak bu temsilciler, kendileri de aynı çelişkilere sahip olduklarından, bulundukları konumu, paylaşımdan en fazlasını almak için kullanma imkânına sahip olacaklardır.
Tarihin hiçbir döneminde, Marksizm’in öngördüğü gibi sınıfsız bir toplum yaratılamayacaktır. Çünkü insanların içsel çelişkileri, dış düzenlemelerle ortadan kaldırılamaz. Bu durumda da toplumsal gelişmenin (her zaman aynı yönde olması zorunlu değildir) sonu yoktur. Temel çelişki sürdükçe, toplumsal örgütlenmeler değişecek, bunlar arasında ve içindeki paylaşım savaşları sürecek, ancak, insanın kendisi yok olmadıkça, tarih yok olmayacaktır. Örneğin, sosyalist toplumda, burjuva sınıfının yerini bürokratlar, parti üyeleri ve giderek yöneticileri almıştır. Çünkü sınıfları ortadan kaldırmak için görevlendirilen bu kişiler, aynı zamanda planlama yetkisi yoluyla, işbölümünü örgütleme gücüne sahip olmuştur. Yok edilmesi mümkün olmayan asli çelişki sebebiyle de, bu gücü kendi yararlarına kullanmıştır.
Daha da önemlisi, –sınıfsız– komünist toplum umudunun gerçekleşme ihtimalinin bulunmamasıdır. Çünkü üretim faaliyeti süreklidir; üretim güçleri ne kadar gelişmiş olursa olsun, bu faaliyet hiçbir zaman sona ermeyecektir. Bu durumda da, işbölümünün örgütlenmeye devam edilmesi zorunludur. Marksist terminoloji, bu aşamayı, insanların yönetimi yerine; nesnelerin ve üretim süreçlerinin yönetimi olarak adlandırmıştır[10]. Ancak açıktır ki, yönetilen ne nesne, ne süreçtir; faaliyet, işbölümünün örgütlenmesidir. Bu faaliyeti yürütenler ise asli çelişki sebebiyle, bu yetkiyi kendi yararına kullanacaktır. Dolayısıyla, sınıfsız bir toplum kurulması mümkün olmayacaktır. Üstelik üretim faaliyeti sürdükçe, işbölümünün örgütlenmesi zorunluluğu devam edeceği için ve asli çelişkinin, insanın yapısından kaynaklanması sebebiyle, tarihin hiçbir dönem ve aşamasında, insan ilişkilerinin sabitleştirilmesi mümkün değildir.
En özgürlükçü ve eşitlikçi olduğunu ileri süren liberal demokrasilerde de durum farklı değildir. Paylaşım savaşı süreklilik arz etmektedir. İşbölümünü örgütleme gücünü elinde bulunduranlar, daha çok büyük sermaye sahipleridir. Bunlar örgütleme faaliyetinde, kendilerine ait üretim araçlarını, mali ve finansal güçlerini, yönetici ve askeri sınıfı; velhasıl, çok çeşitli argümanları kullanmaktadır. Bu güç ilişkileri ile sadece kendi ülkelerinde değil; diğer ülkelerdeki işbölümünü de örgütleme imkânına sahiplerdir. Bunun için de, uluslararası örgütleri (İMF, Dünya Bankası vs.), kendi uluslarının askeri, finansal, mali gücünü vs. kullanmaktadırlar. Bu şekilde örgütlenen işbölümünün ürettiği ürün büyüdükçe, bulunduğu mevkii değerlendirenlerin elde ettiği ürün artığı da çok daha fazla büyümektedir.
Kısaca, toplumsal ilişkilerin amaca yönelik olarak geliştiği söylenemez. Burada sadece, üretim güçlerindeki gelişmenin, toplumsal örgütlemeyi etkileme gücü oranında amaca yönelmeyi sağladığı iddia edilebilir. Ancak yukarıda da açıklandığı gibi, üretim güçlerindeki gelişmenin, örgütlenme biçimi üzerindeki etkisi mutlak değildir. Örgütlenme ve paylaşma biçimini belirleyen, asli çelişkidir. Dolayısıyla, örgütleme gücünün dağılımı ölçüsünde, örgütlenme farklı yapılara sahip olacaktır ve bu, sürekli bir mücadeleyi gerektirdiğinden, gelişme, düz çizgi halinde değil, değişken, bazen gerileyen, bazen ilerleyen bir yörünge ile gerçekleşecektir. Üstelik üretim güçlerindeki gelişme, asli çelişkiden kaynaklanan savaşımın, eskisine oranla çok daha şiddetli cereyan etmesi imkânını da sağladığından, geriye dönüş, çok daha şiddetli olarak gerçekleşebilmektedir. Özetle, toplumsal örgütlenme bakımından, hiçbir zaman, bütün insanları memnun eden, tüm istek ve ihtiyaçları karşılayan bir düzene varılması mümkün değildir; asli çelişki, bu düzeni sürekli engelleyecek, insanların sürekli mücadele etmelerine ve toplumsal yapıyı sürekli değiştirmelerine sebep olacaktır.
MEKANİZMA
Tarihsel gelişme şöyle bir devinime sahiptir: Önce, işbölümünü örgütleyenler, bu yetkilerini kullanarak üretim sonucunun dağılımını belirler. Asli çelişki sebebiyle, dağılımda kendi yararlarına fazla pay ayırırlar. Bu olgu bir süre devam eder. Ancak diğerlerinin bu
haksızlığı fark etmesiyle birlikte, mevcut işbölümüne karşı direnç ortaya çıkar. Bu durumda ise işbölümünü dayatmak için daha şiddetli yöntemlere başvurulur. Bu yöntemlerin sonucunda, “işbölümüne uyum”la ilgili bir denge kurulur. Bu denge durumu da -uzunca- bir süre devam eder. Ancak, tabiata karşı mücadelede, önceki bilgilerin üzerine kendi araştırma, inceleme ve bilgilerini de ekleyen yeni kuşak, üretim araçları ve tekniklerindeki gelişme sonucunda, yeni bir toplumsal örgütlenme; yeni bir işbölümü talep eder hale gelir. Bu talepte bulunanlar, yeni örgütlenme biçiminde söz sahibi olanlardır. Bunlar, eski örgütlenme biçiminde işbölümü dayatılanlarla birlikte hareket ederek, yeni örgütlenme biçimini ve işbölümünü, gerekirse şiddet yoluyla yerleştirirler[11]. Bir örgütlenme ve işbölümü biçiminden diğerine geçiş, çoğu zaman sıçramalarla gerçekleşir.
Böylece, gelişimin bir ayağı düz çizgi halinde ileri doğru devam ederken (doğaya karşı savaş; üretim güçlerinin gelişimi, biçimsel örgütlenmenin gittikçe büyüyerek dünya toplumu haline dönüşmesi); diğer yanı (insan ilişkileri) her zaman ileri doğru hareketlenme halinde değildir; insan ilişkilerinde, güç ve gücün dengelenmesi yöntemlerinden hangisi ağır basıyor ise o dönemde o belirleyici olur ve toplumsal yapı buna göre belirlenir. Tarih sona ermeyecektir. Çelişkilerle, savaşlarla, şiddetle ya da daha yumuşak ilişkilerle sürgit (biçimsel olarak değilse de, öze ilişkin olarak) farklılıklar ve (her zaman tek yönlü olmasa da) evrim yaşanacaktır.
KAPİTALİZM VE SOSYALİZMİN EKSİKLİKLERİ
Bu çelişki asla sona ermeyeceğine göre, daha huzurlu, barış içinde, üretken, temiz bir toplumsal düzen nasıl tesis edilebilir? Böyle bir düzen, öncelikle insan doğasının her iki yönünü de göz önünde bulundurmak ve her iki yönden kaynaklanan ihtiyaçlara cevap vermek zorundadır. Diğer yandan böyle bir düzende, iş bölümünü örgütleme gücü mümkün olduğu kadar tabana yayılmalı, bu gücün tekelleşmesi engellenmelidir.
Kapitalizm, insanın sadece biyolojik bağımsızlık yönünü ele almış ve toplumsal gelişmeyi, sadece bu yönde aramıştır. Biyolojik bağımsızlık, insanı diğerlerinin önüne geçmeye, onlar üzerinde egemenlik kurmaya, kendi amaçları için diğerlerini kullanmaya yöneltmektedir. Bu yönelim, toplum içinde ciddi bir rekabet yaratmakta, rekabet ise üretim tekniklerini geliştirmekte ve üretkenliği artırmaktadır. Ancak kapitalizm, sosyal bağımlılığı göz ardı etmiş, bireysel eylemlerin topluma yansımasında sadece rekabetten yararlanmayı hedeflemiştir. Böyle olunca iş bölümü, akılcı seviyelerde kurulamamakta, firma ve işletmeler arasındaki yatay rekabet, üretkenliği artırmakta ancak kaynakların kısmen boşa harcanmasına sebebiyet vermektedir. Rekabet dünyasında hayatta kalmak isteyen işletmeler, yatırımlarını en kârlı alanlara yöneltmeye çalışmakta, yeterince kârlı yatırım yapamadıkları takdirde, ya ortadan kalkmakta ya alan değiştirmektedirler. Bu da kaynakların kısmen de olsa boşa gitmesi sonucunu doğurmaktadır.
İşletmeler ve çalışanlar arasındaki dikey rekabet ise gelir dağılımını bozmakta, iş bölümünün dayatma esasına göre kurulmasına sebebiyet vermektedir. Çünkü kapitalist ilişkiler, sadece biyolojik bağımsızlık temelinde ve rekabet üzerine kurulmuş, karşılıklı sosyal bağımlılık göz ardı edilmiş, toplumsal fayda, bireysel faydanın tabii sonucu olarak görülmüştür. Bu sebeple bir yandan kaynaklar, yatay rekabet sebebiyle kısmen boşa harcanırken, diğer yandan gelir dağılımı dikey rekabet sebebiyle bozulmakta ve toplumsal barış ve huzur iki ayrı yönden bozulmaktadır. Zaten kıt olan kaynakların bu şekilde harcanması ve gelir dağılımının bozulması, sistemin işleyişini tıkamaktadır. Çünkü dikey rekabette kaybeden geniş kitleler, aynı zamanda yatay rekabetin zeminini ve pazarını oluşturmaktadır. Bu sebeple geniş kitlelerin dikey rekabetteki kayıpları alım gücünü düşürdüğünden, işletmelerin pazarını daraltmakta, pazarın daralması kârlılığı düşürmekte, karlılığın düşmesi yatırımları azaltmakta, yatırımların azalması işsizlikle sonuçlandığından, dikey rekabeti büsbütün kızıştırmakta, böylece yeniden başlayan döngü, gittikçe kısırlaşarak devam etmekte, bu da rekabetin, bolluk ve yenilik yaratan karakterini ortadan kaldırmaktadır. Kapitalizmin kurucu müelliflerinden Adam Smith, Ulusların Zenginliği adlı eserinde, piyasayı en müreffeh yaşama ulaşma aracı olarak görmüş ve bu aracın işleyişini dış düzenleyicilerin (regülasyon) yönlendirmesine bağlamıştır[12]; öngördüğü düzenleyici devlettir. Yani kapitalizmin kuruluş kuramına göre piyasa, amaç değil, en iyi yaşamı sunmaya yarayan ve dış düzenlemelerle yön verilen bir araç; daha doğrusu bir “iyi yönetim aracı”dır. Bu düzenleyiciler, para basmak, para ve kredi piyasasını kontrol etmek, tekelleşmeyi önlemek, kamu harcamaları ile piyasaya ilişkilerine hız kazandırmak, teşvik politikaları ile yatırımları özendirmek gibi birçok yönteme başvurmuşlardır.
Ayrıca kapitalizm, iş bölümünü örgütleme gücünün tekelleşmesine doğru evrimleşmiş, gelir dağılımı bozukluğu finansla bütünleşmiş sermayeyi tekelleştirdikçe, bu tekeller tüm piyasaları doğrudan kontrol eder hale gelmişler; böylece iş bölümünü örgütleme ve düzenleme gücünü ellerine geçirmişlerdir. Gücün tekelleşmesi ise dayatmayı, şiddeti, baskıyı, kamu yönetiminde yolsuzlukları beraberinde getirmiştir. Altyapıdaki tekelleşme, siyasette de tekelleşmeyle sonuçlanmış, kitle iletişim araçlarının tekeller tarafından kontrolü, demokratik siyaseti manipülasyonlara açık hale getirmiş, katılımı engellemiştir. Demokratik düzenleme ve denetim yetkisine sahip yasama organlarının yetki alanlarının gitgide azalması, yetki ve gücün gittikçe yürütme organında toplanmasının sebebi budur.
Sosyalizm ise insanın sadece sosyal bağımlılık yönünü esas almış, doğasındaki[13] biyolojik bağımsızlığı göz ardı etmiştir. Oysa rekabet, insanın biyolojik bağımsızlığından kaynaklanan bir olgudur. Rekabet duygusu tatmin edilmeyen hiçbir insan, yeterince üretken olamaz. Daha doğrusu en yüksek üretkenlik, diğer insanların önüne geçebilme güdüsünden kaynaklanır. Bu güdü insanları, daha çok düşünmeye, daha çok çalışmaya, daha çok araştırmaya, daha çok üretmeye yönlendirmektedir. Sosyalizm, iktisatta rekabeti engellemiş ve sadece bilim, sanat ve sporda rekabet imkânı sunmuştur. Ancak insanları diğerlerinin önüne geçirebilecek rekabet, öncelikle iktisadi alanda gerçekleşmektedir. Daha doğrusu iktisadi alandaki rekabet çok daha fazlasıyla tabana yaygındır, kitleleri kapsamaktadır ve öne çıkma anlamında çok daha fazla imkânlar sunmaktadır. Bilim ve sanattaki rekabet tabana yayılamadığı gibi, diğer insanların önüne geçme anlamında daha sınırlı imkânlar sunmaktadır. Daha yaygın alana sahip sportif rekabet ise becerileri geliştirmeye zorlasa da, bu alanda kullanılan beceriler, üretim güçlerini etkilemeyecektir.
İktisadi hayatı, gerek üretim gerekse tüketim açısından sıkı ve katı bir planlamaya bağlayan sosyalizm, bireylerin kişisel becerilerini öne çıkarma girişimlerini de sınırlandırmıştır. Örneğin fabrika yöneticileri, plan hedeflerini tutturabildikleri ölçüde başarılı sayılarak terfi ettirilmişler, bu da onları, daha küçük ve sınırlı hedefler göstermeye
itmiştir. Elbette hedeflerin küçük olması, çevre sömürüsüne engel olmak gibi, bazı alanlarda olumlu sonuçlar vermiştir ancak teknoloji üretimi ve gelişimini zorlayan, büyük hedeflerdir. Kişisel becerileri ortaya koymaya zorlayan da büyük hedeflerdir. Daha doğrusu insanlar, beceri sınırlarını, koydukları hedefle orantılı olarak zorlarlar.
Sosyalist planlama, kaynak israfını azaltmış, ihtiyaçlara uygun alanlarda, nitelik ve nicelikte üretim yapılmasına imkân tanımıştır. Gelir dağılımı daha düzgün hale gelmiş, sosyal güvenlik, eğitim ve sağlık sorunları daha ciddi çözümlere bağlanmıştır. Hatta başlangıçta kaynaklar, kapitalist devletlerle girişilen rekabet sebebiyle teknoloji ve üretim aracı üretmeye fazlasıyla yönlendirilmiş ve bu da üretim güçlerinde ciddi bir ilerlemeye yol açmıştır. Ancak ilerleyen dönemlerde teknolojiye ayrılan pay gitgide azaltılmış, üretim araçları hantal kalmış, üretim artışı sınırlanmış, sadece kapitalist devletlerle gerçekleşen rekabet tabana yayılamadığından, bireysel çabalarla teknoloji üretimine katkı verme imkânı ortadan kalkmıştır. Bu da üretim güçlerinin yeterince gelişmesini engellemiştir. Dikkat edilirse, başlangıçtaki büyük üretim ve teknoloji patlaması dahi, kapitalist devletlerle girişilen rekabete bağlıdır. Ancak dış rekabet kitlelere yayılamadığı, üretim ve tüketim katı şekilde planlandığı, bireylerin serbest hareket imkânı kısıtlandığı, iktisadi hayatta özgün yaratıcılıklar engellendiği için, başlangıçtaki olumlu tablo giderek ortadan kalkmıştır.
Diğer yandan işbölümünü örgütleme gücü sosyalizmde de fazlasıyla tekelleşmiştir: Başta komünist parti üyeleri, yüksek bürokratlar ve planlamacılar olmak üzere, işbölümünü örgütleme gücünü kullananlar, deyim yerindeyse ayrı ve ayrıcalıklı sınıflar oluşturmuşlardır. Sosyalizm sonrası ortaya çıkan legal ve illegal sermaye sahiplerinin büyük kısmı, sosyalist dönemdeki bu ayrıcalıklı sınıflara mensup kişilerdir. Çünkü özelleştirme uygulamalarında, kamu yatırımlarını satın alma gücü ve iktidarına bunlar sahip olmuşlardır. Bu da sistem değişse de, iş bölümünü örgütleme gücüne sahip olan sınıflar, yeni siteme ayak uydurmakta zorlanmamakta, iş bölümünü örgütleme gücünü, yeni sisteme uygun araçlarla ellerinde tutmaya devam etmektedirler.
DEMOKRATİK PLANLAMA GÜDÜMÜNDE PİYASA
O halde çözüm nedir? Öncelikle sınıfsız bir toplum yaratmanın mümkün olmadığını, insanlar arasındaki ilişkilerde eşitsizlikler yaşanmaya devam edileceğini ancak bunları olabildiğince sınırlandıracak otokontrol yöntemleri geliştirilebileceğini tekrar edelim.
Üretim güçlerinin gelişimini sürdürmek için, iktisadi hayatta rekabetten yararlanmak zorunludur. Kaynak israfını engellemek, sürdürülebilir yatırım artışları sağlamak ve gelir dağılımını optimize etmek içinse planlama şarttır. Bu araçların her ikisi de kullanılmadıkça toplumsal huzur ve refahın optimize edilmesi mümkün değildir. Üstelik planlama ve rekabet, doğru kullanıldıklarında, birbiriyle çelişen araçlar da değildir. Yukarıda açıklandığı gibi, kapitalizmin kuruluş kuramında, düzenlemelere zaten yer vardır. Planlama, bu düzenlemeleri belirleme yöntemi olarak kullanıldığı, esnek bırakıldığı ve özel girişimi, yani rekabeti engellemediği takdirde, üretim güçlerini optimize eden işlevsel bir araç olacaktır. Piyasaya yön veren, yatırım alanlarını ve önceliklerini tespit eden, teşvik edilecek sektörleri, bölgeleri ve uygulanacak teşvikleri belirleyen, uygun kredi imkânını teşvik eden, sosyal yatırımlara, sağlığa, eğitime ayrılacak kaynakları belirleyen, bütçeye yön veren bir planlama, iktisadi hayatı düzenlemede en önemli araç olacaktır.
Toplumsal ihtiyaçları belirledikten sonra, buna uygun bölgelerde/alanlarda ve miktarlarda yatırım yapılmasına yön vermek planlamanın iş olmalıdır: Yatırım ihtiyacı duyulan alan, bölge ve sektörlerde yüksek teşvik uygulamaları yapmak, bu alanlara kısmi kredi sübvansiyonları uygulamak; üretim fazlası veren sektör ve alanlarda yüksek oranlı vergilendirmeye gitmek, vergi iadesi gibi yöntemlere yüksek ücreti özendirmek, çalışanların karar süreçlerine katılımını sağlayan yönetişim[14] yöntemlerini, bu yöntemi uygulayan işletmelere ciddi vergi muafiyet veya indirimi sağlayarak özendirmek gibi kararlar, planlama süreci içinde belirlenmelidir. Plan kararları, kamu uygulamaları için zorunlu olacaktır. Özel girişim ise bu kararlarla yönlendirilecektir.
Teşvik edilecek bölge, alan ve sektörleri finanse etmek için ihtiyaç duyulacak kaynaklar, öncelikle, sınırlandırılacak sektörlerde faaliyete devam eden işletmelerden alınacak fazla vergilerle temin edilecektir. Böylece, özel girişimcinin, el yordamıyla bulmaya çalıştığı ve çoğu kez doğru seçemediği, bu yüzden de kaynakları israf ettiği yatırım alanları, (aşağıda açıklanacak demokratik planlama sebebiyle) ortak irade tarafından belirlenecek, girişimci bu alanlara yönlendirilecek, ihtiyaç duyulan ama yeterince kârlı olmayan alanlardaki yatırımlar, teşvikler sayesinde devam ettirilebilecek, sektör içi rekabet körüklenirken, sektörel dağılımda kaynak israfı engellenebilecektir. Hangi bölgede hangi sektörün destekleneceği ve hangilerinin fazla vergilendirileceği de, plan kararları ile belirlenecektir.
Görüldüğü gibi önerilen planlama, kamu yönetimi ile doğrudan bağlantılıdır. Bütçe ve kamu harcamalarını doğrudan ilgilendirmekte, mali ve sosyal politikaları da tespit etmektedir. Yani önerilen, kamu yönetimi açısından sadece danışma niteliği taşıyan bir planlama örgütü değil, bizatihi kamu yönetiminin en üstünde yer alan ve iktisadi yönden yasama işlevi gören bir örgüttür. Ancak bu örgüt, yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya teşekkül edecektir. Yerel ölçekte başlayan örgütlenme, bölgesel ve ulusal ölçekte devam edecektir.
Yerel planlama örgütü mensupları, il genel meclisi ve belediye meclisi, işçi ve memur sendikaları, ticaret ve sanayi odaları, meslek kuruluşları, esnaf teşekkülleri, mühendis ve mimar odaları, barolar ve sivil toplum kuruluşları üyeleri arasından, bölge nüfusunun genel oyu ile seçileceklerdir. Bu örgüt, iktisadi konularda yerel parlamento gibi çalışacak; kaynakların nasıl yönlendirileceği konusunda en üst karar ve denetleme makamı olacaktır. Kısaca en üst yerel karar organı, yerel planlama örgütü olacak, bu örgüt aynı zamanda, bölgesel ve ulusal planlama örgütlerine üye vererek onların oluşumuna katkı sağlarken, bu suretle oluşan merkezi planlamanın yerel ölçekteki uygulamasını da denetleyecektir.
Bölgesel planlama örgütü, yerel planlama örgütlerinden genel oyla seçilecek üyelerle teşekkül edecek ve bölgedeki kaynakların kullanımı hususunda en üst karar ve denetleme makamı olacaktır.
Ulusal planlama örgütü ise bölgesel ve yerel planlama örgütlerinden genel oyla seçilecek üyelerle yasama ve yürütmeden seçilecek üyelerden oluşacaktır. Ulusal kaynakların kullanımında en üst karar ve denetleme makamı bu örgüt olacaktır.
Yerel kaynaklarının (ulusal kullanıma ayrılacağı anayasada belirlenecek olan asgari kısmın dışındaki) hangi kısmının yerel planlama örgütünce, hangi kısmının bölgesel ve ulusal planlama örgütünce karara bağlanacağı ve hangisinin karar bölgesinde kullanılacağı, ulusal ve bölgesel kaynaklardan hangi kısmının
bölgesel ve yerel alanlara aktarılacağı ve buradaki örgütlerce kullanılacağı, planlama örgütlerinin müzakeresi sonucunda tespit edilecektir. Daha üst düzeydeki plan kararlarına uyan alt planlama örgütü bölgesi, üst örgütün kaynak aktarımından yararlanacak, uymayan planlama örgütü bölgesine ise kaynak aktarımı yapılmayacaktır. Bu durumda üst plan kararlarına uymayan bölge, kendi kaynaklarını kullanacak ancak ortaklaşa gelişimden ve büyük yatırımlardan istifade edemeyecektir. Böylece yerel kaynakların kullanımı konusunda asıl söz sahibi yerel örgüt olacak, bölgesel ve ulusal entegrasyondan yararlanma hususunda da bu örgüt karar verecektir. Entegrasyon sinerji yaratacağından, birlikte yaşama ve gelişme iradesini pekiştirecektir. Çünkü planlama örgütlerinin vereceği kararlar, kendi ölçeklerindeki piyasaya yön verecektir. Birleşik piyasa ne kadar büyükse, o kadar yararlı ve işlevsel olacak, en üst seviyede toplumsal refah yaratacaktır[15]. Bu sebeple yerel ve bölgesel entegrasyonlar, daha yüksek üretkenlik ve bolluk sağlayacaktır. Üstelik bu birleşik piyasaları yönlendiren düzenleyicilerin karar sürecinde de demokratik planlama örgütleri başrolü oynayacaktır. Örgütler demokratik seçimlerle iş başına geldiğinden, temsil ettikleri kitlelerin iktisadi ve siyasi taleplerine karşı hassas davranacaklar ve tüm siyasi riskleri de üstlerine almış olacaklardır. Bu sebeple yerel ve bölgesel plan kararlarının tespiti ve üst plan kararlarına uyum hususunda, yerel ve bölgesel halkın arzuları ön planda yer alacaktır.
Burada önerilen, bir nevi yerel ve bölgesel parlamento gibi çalışacak olan seçilmiş planlama örgütlerinin, üst örgütlerle ilişkilerinin kendi tercihleri çerçevesinde kurulmasıdır. Bu süreç plan karar taslaklarının hazırlanması evresinde belirginleşecek, plan kararları hazırlanıp kesinleşmeden önce yapılacak müzakereler sonucunda, daha üst plan karar taslağı tarafından kendisine atfedilen kararlara hangi bölgelerin uyacağı, hangilerinin uymayacağı ortaya çıkartılacaktır. Müzakereler ve pazarlıklarla taslaklar değişecek, bu süreç, her bölgedeki halkın ve sivil toplum kuruluşlarının aktif katılımı sağlanarak gerçekleştirilecektir. Yani plan taslak müzakereleri, kamuoyu oluşturacak ve kitlelerin görüşünün açıklamasına izin verilecek şekilde gerçekleşecektir. Bu müzakereler sonucunda tespit edilen hususlar her düzeydeki plan kararlarına yansıyacak ve bu suretle kesinleşen planlar uygulanmaya başlayacaktır.
Planlama örgütleri elbette teknokratların bilgilerinden yararlanacak ve verilerin toplanmasında, plan taslaklarının ve bilahare kararlarının hazırlanmasında teknik yardım alacaklardır. Ancak karar yetkisi teknokratlarda değil, seçilmiş örgüt organlarında olacaktır. Diğer yandan plan kararlarının oluşum süreci, yerel ve bölgesel tüm sivil toplum kuruluşlarının aktif katılımlarına açık tutulacak, kamuya açık tartışmalarla, asgari müştereklerin belirlenmesi sağlanacaktır.
Planlar, uzun (stratejik), orta ve kısa ölçekli olarak hazırlanacaktır. Orta ve uzun ölçekli planların uygulanmasında esneklik sağlanacak, sadece karar sürecinde değil, uygulama sürecinde de, hem halkın hem sivil toplum kuruşlarının, kalkınma ajanslarının önerileri dikkate alınacak, belli bir oranın üzerinde kitlesel eleştiri gören plan kararlarının uygulanması askıya alınabilecek ve gerekirse değişiklik yoluna gidilebilecektir. Böylece araçsal akılcılığın yerini iletişimsel akılcılık[16] alacak ve gelişen dünyada şehir plancılığı alanında yaşanan bu uygulama iktisadi planlamada da kullanılacaktır.
Plan kararları, hem merkezi hem de yerel yönetimler tarafından uygulanacaktır. Ancak tüm uygulama süreçleri, ilgili planlama örgütünün denetiminde gerçekleşecektir. Tüm uygulama birimleri, ölçeklerinde parlamento işlevine sahip planlama örgütlerine karşı sorumlu olacaklardır.
Burada dile getirilen, tüm sosyal sorunlara çözüm bulma iddiasında bir kuram değil, iktisadi ve sosyal örgütlenmeyi de kapsayan bir siyasi örgütlenme modelidir. Bu modelde, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve yerel kaynakların kullanım biçiminin, yerel karar organları tarafından belirlenmesi esas alınmaktadır. Böylece işbölümünü örgütleme gücü, olabildiğince dağıtılmakta ve tek elde toplanması engellenmektedir. Planlama örgütleri arasındaki müzakereler, bölgeler arası uyumu sağlayacak ve birleşik pazara müşterek irade ile yön verme imkânını güçlendirecektir. Müzakere süreçlerinin kitlelerin katılımına açık tutulması, entegrasyonun sağlayacağı imkânları somutlaştırarak, birlikte yaşama iradesini bu somut temelin üzerinde güçlendirecektir.
Planlama olmadığı takdirde, yukarıda açıklanan yatay-dikey rekabet dengesizliğinde kârlılık gittikçe düşme eğilimindedir. Bu da yatırımları azaltır ve sonuçta sistem üretim krizine girer. Gittikçe sıklaşan küresel krizlerin sebebi budur. Piyasada dolaşan para, gerçekleşmiş üretimin yani reel ekonominin 8-9 katına kadar çıkmıştır ve bu sebeple nereye yönelse spekülasyona sebebiyet vermektedir. Bu sebeple sürdürülebilir seviyede yatırım artışı yaratmanın yolu, kaynak israfını engelleyip, piyasa güçlerine yol göstererek, düşen karlılık eğilimini teşviklerle gidererek, yerine göre kamu harcamaları yaparak yatırımları özendirmekten geçmektedir. Bu hedefleri koymanın akılcı yolu planlama, demokratik yolu ise iletişimsel akılcılıktır. Alınacak kararlar geniş kitleleri etkileyeceğinden, plan kararlarını tartışmaya ve karar organlarını seçmeye hakkı bu geniş kitlelere aittir. Böylece alınan kararların sonuçlarına herkes bilerek ve isteyerek katlanacak, bu süreç, iradeyi ve bilinci bileyerek aydınlatacaktır. Geniş kitleler, iktisadi geleceğine, sürekli müzakere ortamının sağladığı bu aydınlıkta yürüyecektir.
Av. M. İhsan DARENDE
[1] Ana Britannica 2. Cilt, Sayfa 556 (Augustinus)
[2] Théma Larousse Tematik Ansiklopedi 1. Cilt, Sayfa 423
[3] Komünist Manifesto’nun 1883 Tarihli Almanca Baskısı’na Engels’in yazdığı önsöz. Bilim Ve Sosyalizm Yayınları, Gaybi Köylü Çevirisi, 8. Baskı, Sayfa 24
[4] Friedrich Engels, “Anti-Dühring”, Sol yayınları, Kenan Somer çevirisi, 2. Baskı, Sayfa 444
[5] Topluluk ve toplum kavramları, Ferdinand Tönnies’in ayrımına uyularak kullanılmıştır: Cemaat/Topluluk (Gemeinschaft): Duygusal ilişkilerin hâkim olduğu, bireylerin tük kişilikleriyle grup değerlerine bağlı olduğu gruplardır. Cemaat üyeleri arasında sıcak, samimi, içten, duygusal ilişkiler vardır. Aile, akrabalık, klan gibi kana bağlı; komşuluğa dayanan köy gibi yere bağlı, düşünce ve duygu benzerliğine dayalı topluluklar cemaate örnek verilebilir. Cemiyet (Toplum) (Gesellschaft) ise: akılcı, sözleşmeye dayanan çıkar ilişkilerinin bulunduğu, birlikte yaşamayı iradi olarak seçmiş gruplardır. Kişisel olmayan, soğuk, rasyonel ve özgür ilişkiler üzerine kuruludur. Sanayi ve ticaret işletmeleri, baskı grupları, şehirler gibi örnekler bu tanıma uygundur.
[6] Marksist terminolojide, bu devreye “ilkel kominal düzen” denmektedir.
[7] Jared Diamond’un “Üçüncü Şempanze İnsan Türünün Evrimi ve Geleceği” adlı eserinin (Çağatay Tarhan çevrisi) 280. sayfasında açıkladığı üzere, tarım devrimi yakın doğuda 10.000 yıl önce gerçekleşmiş, çobanlık ise 8.000 yıl önce baş göstermiştir. Bu sebeple tarıma dayalı yaşam daha öncedir.
[8] İşbölümünü örgütleme gücüne sahip olanlar, bu örgütlemeyi yaparken, başkalarının yardımından yararlanırlar. Bunlar, genellikle “bürokrasi” olarak adlandırılan mekanizmayı oluşturur. Bu kişiler de, sonuç itibariyle işgücünü örgütleme faaliyetine katılıp bazı yetkileri kullandıklarından, üretim sonuçları üzerinde etkili olmaktadır. Asıl örgütleyiciler ile bunların kullandıkları -bürokrasi/teknokrasi- arasında da, bir başka işbölümü örgütlenmesi mevcut olup, buradaki paylaşım da, bu örgütlenme biçimine göre gerçekleşecektir. Asıl örgütleyiciler nispeten güçsüz oldukları ölçüde, bürokrasi daha fazla pay alabilecek, aksi durumda ise ters yönde sonuç alınacaktır.
[9] Andre Gunder Frank’ın “Yeniden Doğu” isimli eserinin (Kamil Kurtul çevirisi) 344 vd. sayfalarında dile getirdiği gibi, “Asya Tipi Üretim Tarzı” açıklaması, Oryantalizmin makyajlanmasından başka bir şey değildir. Marks’ın bu husustaki tanımlaması ideolojik bir kurgudur ve bilimsel bir temele sahip değildir. Bu kurguda ileri sürülenin aksine Asya toplumlarının iktisadı, sanayi devrimine kadar, dünya iktisadında başat rolünü oynamıştır ve son derece dinamiktir.
[10] Friedrich Engels, a.g.e. Sayfa 444
[11] Bu gelişim, bazen birikimler sonucunda devrimlerle gerçekleşmektedir. Örneğin, köleci toplum yapısının feodal yapıya dönüşmesi; hatta Amerikan iç savaşında olduğu gibi, kapitalist yapıya dönüşmesi, işbölümünü örgütleme konusundaki dayatmalarda, bu gücün dayatıldığı kesimler ile gücü dayatmak isteyenlerin kendi aralarındaki çelişkilerin somutlaşması sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu gelişmelerde, bir yandan dayatılan kesimlerin; örneğimizde kölelerin bu dayatmaya karşı ittifakları söz konusudur. Ancak en az bunun kadar önemli bir başka sebep, -gelişen araç ve teknolojiler sonucunda- işgücünü örgütleme gücünü ele geçiren yeni kesimlerin, eski işbölümünü tasfiye etmek istemesidir. Örneğin Amerikan iç savaşında, sanayileşmiş kuzey, özgür ve ücretli iş gücüne ihtiyaç duymaktaydı. Plantasyonel güney ise köle iş gücünden yararlanmayı sürdürmek istiyordu. İç savaşın nedeni, kendisine iş bölümü dayatılan kölelerin savaşımı kadar, hatta daha çok, bu örgütlemeyi yapma hakkına sahip grup ve sınıfların çatışmasıdır. Köleci toplumdan feodal topluma; feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş sırasında da, benzer çatışmalar görülmüştür. Tüm bu çatışmaların kökeninde yer alan olgu, işbölümünün nasıl uygulanacağına ilişkin gücü elde bulundurma çabasıdır. Aristokrat sınıf, toprağa bağlı köylüleri isterken, kapitalist sınıf, özgür ama ücretli işgücüne ihtiyaç duyuyordu. Görüldüğü gibi temel çatışma, işbölümünün nasıl örgütleneceği üzerinde oluşmaktadır.
[12] Giovanni Arrighi, “Adam Smith Pekin’de 21. Yüzyılın Soykütüğü”, İbrahim Yıldız çevirisi, sayfa: 55 ilâ 57
[13] İnsan doğası diye bir kavram olmayacağını öne sürenler, karakter ve tüm kişilik özelliklerinin sonradan ve öğrenme ile kazanıldığını, bu sebeple tamamen toplumsal bağlam tarafından belirlendiğini iddia etmektedirler. Toplumsal bağlamın, kişilik özelliklerini etkileme gücü olduğu kuşkusuzsa da, Matt Ridley’in Genom adlı eserinin (Mehmet Doğan, Nıvart Taşçı çevirisi) 178 ilâ190. sayfalarında ayrıntılı olarak belirttiği üzere; davranışları yöneten beyin hücrelerinin iletişimini sağlatan protein zincirleri, tamamen belli bazı genler tarafından sentezlenmektedir. Bu genlerdeki farklılıklar, bunların sentezlediği protein zincirlerinde farklılıklara, bu farklılıklar, beyin hücreleri arasındaki iletilişim değişmesine, bu iletişim değişimi de, dış uyaranlara farklı tepkiler verilmesine sebebiyet vermektedir. Karakteri ve insanın doğasını belirleyen asıl unsur, işte bu yapıdır. Toplumsal bağlam, bu genetik temel üzerinde farklı gelişimlere sebebiyet verebilirse de, asıl belirleyici değildir. Bu sebeple “insanın doğası” kavramı, bilimsel verilere uygundur.
[14] İlhan Tekeli, “Akılcı Planlamadan Bir Demokrasi Projesi Olarak Planlamaya”, Sayfa: 195 ilâ 207
[15] Giovanni Arrighi, a.g.e. sayfa: 59
[16] İlhan Tekeli, a.g.e. Sayfa: 293