Mainz, 07.04.2010

Avrupa standartlarında bir demokrasiye sahip olmanın öyle kolay bir iş olmadığı  ortada. Yaklaşık bin yıllık „otoriter“ bir geçmişi olan millet için demokratik bir zihin inşasının zorlukları anlaşılabilir bir durumdur. Böylesi bir toplumda demokrasinin sancılı olması kaçınılmazdır. Hatta bunun için büyük bedeller bile ödemek gerekebilir. Nihayetinde ülkemizin bu konuda önemli bedeller ödediğini de yakınen bilmekteyiz.

Sponsor Bağlantılar

Türkiyemizdeki demokrasinin önemli ölçüde „vesayet“ altında olduğunu sadece Avrupalılar yahut haklarının çiğnendiğini öne süren bazı kesimler değil aydın namusu taşıyan nice aydınlar da dile getirmektedir. Ülkemizde militarist bir yapının egemen olduğu ve bunun da genellikle „Askeri Vesayet“ olarak adlandırıldığını görmekteyiz. Bu tanımlama isabetli olmakla beraber yeterince açıklayıcı değildir. Özellikle  Ümraniye de bulunan bombalarla başlayan „Ergenekon“ davasından sonra  vesayet adeta askerden „Yüksek Yargı“ ya evrilmiştir. 28 Şubat sürecinde, generalleri brifing salonlarında avuçları patlayıncaya kadar alkışlayan yüksek yargı mensuplarının yedek vesayet olarak devreye girmesi hiç de şaşılacak bir durum değildir. Dolayısıyla ülkemize tebelleş olan vesayet anlayışını „Bürokratik Oligarşi“ olarak tanımlamak yerinde olacaktır.

2002 sonrasında Yüksek yargının Yüksek! Yargıları noktasında kısa bir ufuk turu yapacak olursak, karşımıza şöyle bir tablo çıkar:

– 12 Eylül darbecileri hakkında iddianeme hazırladı diye bir savcımız meslekten men edildi. Avukatlık  yapmasına bile izin verilmedi. Karar AHİM`den döndü.

– Van savcısı  Ferhat Sarıkaya`nın Genel Kurmay Başkanının talimatıyla adeta hayatı karartıldı. (HSYK tarafından)

– Cumhurbaşkanlığı  seçimi esnasında oturum sayısı hukuku çiğneme pahasına 367 rakamına çıkarılarak bir skandala imza atıldı. (Anayasa Mahkemesi tarafından)

– Sincan Ağır Ceza Hakimi Osman Kaçmaz, Anayasaya göre sorumsuzluğu bulunan Cumhurbaşkanı  hakkında dava açmaya kalkıştı.

– Tarihe „google“ davası olarak geçen Abdurrahman Yalçınkaya`nın Ak Parti hakkında kapatma davası açması ve yüksek mahkemenin  de partiyi „zülfiyare“ dokunmama adına kapatmayıp cezalandırması.

– Önceki kararlarının aksine YÖK tarafından alınan katsayı kararının Danıştay tarafından iki kez yürütmesinin durdurulması.

– Darbe planları  yapanlar hakkında hiç bir işlem yapılmazken, planlarla ilgili detayları sütunlarına taşıyan gazeteci Şamil Tayyar hakkında 5 yıl hapis cezası verilmesi.

– Erzincan- Erzurum hattında soruşturmayı yürüten savcıların alel-acele görevden el çektirilmesi.(HSYK tarafından)

– Balyoz  darbe planları ilgili soruşturmada mahkeme tarafından tutuklanan 19 kişi HSYK tarafından yaz kararnamesi ile mahkemeye atanan hakim Oktay Kuban tarafından nöbetçi hakim sıfatı ile tahliye rekoru kırılararak bütün şüphelilerin serbest bırakması.

– Ankara Büyükşehir Belediyesinin otobüs ücretlerini belirleme hakkının Danıştay tarafından elinden alınması.

– Deneyimli gazeteci Nazlı Ilıcakı`n „işgüzar“ dediği için hapse mahkum edilmesi.

– İstanbul başsavcısı önce benim imzam yahut haberim olmadan gelen gözaltı kararlarını uygulamayın diyen bir tamim yayınlayıp ancak bunun yeterli olmadığını görünce „25 tanesi general 75 muvazzaf subayı tutuklamanın sonuçlarını dikkate almalıyız“ gibi garip bir gerekçe ile savcılara görevden el çektirmesi.

Yüksek yargının yüksek! Yargıları elbette bunlardan ibaret değil. Biz burada sadece bir örneklendirme yapmak istedik. Adaleti değil de kerameti kendinden menkul kuruluş felsefesini önceleyen yüksek yargı  mensuplarının son zamanlarda „ideolojik“ duruşlarını aleniyete dökmeleri de işin cabası.

Türkiyemizin dönüşüm ve gelişiminde en büyük engel haline gelmiş olan mevcut oligarşik yapının aşılabilmesi için hazırlanan değişiklik paketinin sadece yüksek yargı mensupları ve onların avaneleri tarafından tepki çekiyor olması yeterince anlaşılabilir bir konudur. Zira kavga „millet iradesi“ ile „bürokratik oligarşi“ arasında cereyan etmektedir.

Bu kavganın yeni olmadığı bilinen bir gerçektir. Bu kavga yüzünden başbakan asan bir ülke olduğumuz ve bu noktada karanlık bir sicile sahip olduğumuz hatırlardan çıkarılmamalıdır. Halka rağmen halk için anlayışı tek parti diktatoryası tarafından ezber haline getirilmiş bir olgu dur. Fakat, muazzam bir basiret ve sağduyu sahibi olan toplumumuz bu basit tezgahları traji-komik olaylar olarak değerlendirmekte ve direnmekte ısrar eden bu güruhu acı bir tebessümle izlemektedir. Yaklaşık 73 milyonluk genç ve dinamik bir ülke ve toplumu bu tür demode oyunlarla dize getirebileceğini zanneden bu zihniyetin ya ülkeden ya da kendilerinden haberleri yok demektir. “Statükocu güruh” ne yaparsa yapsın eninde-sonunda milletimiz ülkenin yönetiminde söz sahibi olacaktır.

Baki Selam ve Saygılarımla.

Ömer Erdem
Mainz/Almanya