Erden ÖZKANT

28 Şubat 1997 post-modern darbe soruşturması kapsamında şu ana kadar 5 operasyon yapıldı, bu operasyonlarda 28 Şubat’ın komuta kademesi Çevik Bir ve Erol Özkasnak’ın da aralarında bulunduğu onlarca komutan, asker gözaltına alındı, “Bir”çoğu tutuklandı.
Operasyonların devam edeceği ve hatta sıranın medyaya da geleceği söyleniyor.

Sponsor Bağlantılar

Zaten sıra medyaya, işadamlarına, siyasetçilere gelmezse çok ama çok eksik kalır soruşturma.

Ancak doğrusu ya, dalgaların pek de sürmeyebileceğine dair endişeler var, ben dahil birçok kişide.

Bu endişelere ise, son zamanlarda söylemleriyle ve yaptıklarıyla eski günlerini aratan Başbakan Erdoğan’ın, “dalgaların ülkeyi boğacağını” belirtmesi, yani hukuka müdahale ederek dalgaların fazla sürmemesi gerektiğini ifade etme hakkını kendinde bulması, neden oluyor.

Ancak Başbakan ne söylerse söylesin, bu dalgaların devam etmesi gerektiği ve sürecin, medyaya da uzanması gerektiği gün gibi aşikar.

28 Şubat ve medya

Zira medyanın tamamına yakını, her darbe döneminde olduğu gibi 28 Şubat sürecinde de ordunun yanında, demokrasi ve halkın karşısında yer aldı.

Maalesef medyanın genlerine işleyen ve bugün de geçerli olan bir durum bu.

Bunun örneğini ise, en son, 34 vatandaşın bombalanarak öldürüldüğü Uludere katliamında gördük.

Bu katliam karşısında sessiz kalabilen medya sayesinde, bu ülkede insanları bir kenara bırakıp ordunun ve/veya siyasal iktidarın yanında yer alabilen bir medyanın olduğu gerçeği iyice pekişti.

İşte bunun örneklerini 28 Şubat’ta da yaşadık, 27 Nisan e- muhtırasında da…

Ve bugün, o dönemde darbe ve darbecilerle el ele olan gazetecilerden bazılarının pişman olduklarını görüyoruz.

Örneğin bunlardan birisi de duayen gazeteci Mehmet Ali Birand.

Birand, “28 Şubat: Son Darbe” belgeselini ve 28 Şubat sürecini, Milli Gazete’den Nedim Odabaş’a anlattı 28 Şubat’ın bu yılki dönümünde ve şu itirafta bulundu: “Dik duranlar elbette oldu, onların haklarını yememek lazım. Ama büyük bölümümüzün yatacak yeri yok.”

İşte o röportajdan bir bölüm:

Darbe olmamasının garantisi var mı Türkiye Cumhuriyeti’nde?

Bundan böyle bir darbe daha olur, bu toplum bu darbeyi alkışlar, omuzlarında taşır muhalefet etmezse, bu toplum ondan sonra askerin vesayeti altında yaşar. Bu kadar basit. Bundan sonra söylenecek hiçbir laf kalmaz. Dünya, darbeyle işbaşına gelmiş bir iktidarı Türkiye’de yaşatmaz. Kaldırmaz. Yoktur böyle bir şey. Niye bundan önceki darbeler böyle kolay oldu. 27 Mayıs, 500 bin kişi yürüdü Menderes’in arkasından. Üç gün sonra darbe oldu. Bir kişi bile yürümedi. Ondan önce kaç kere darbe oldu. Kimse kafasını çıkarıp da itiraz etmedi.

Ben medyanın bu süreçteki rolünü irdelemek istiyorum. Biraz demokrasi dışı güçlerin, biraz askerin maşası gibi davrandı medya. Bu süreci toplumu bilgilendirmek, enforme etmek yönünde kullanmadı. Sizin görüşünüz nedir?

Medya o dönemde, üniversiteler, iş çevreleri, laik kesim. Askerle birlikte bir bütündü. Bir bütündük. Orda demokrasi için hayır denir, böyle bir ilke yoktu ki. Asker ne yaparsa doğrudur, politikacı üç kağıtçıdır. Vatanını düşünmez. Ama asker düşünür, bürokrat düşünür. Beraber yaşadık bu dönemi. Benim de içinde olduğum bir süreç. Bizim ezberimiz buydu. Eğitimimiz buydu. Böyle eğitildik. Medya şunu yapmadı. Daha önce demokrasiye çok duyarlıydı da, Erbakan geldiğinde demokrasi katledilince askerin yanında yer almadı. Medya zaten hep askerin yanındaydı. 27 Mayıs’ta da askerin yanındaydı, 12 Mart’ta da askerin yanındaydı. Biz hep böyleydik. O dönem geçti artık.

Peki ya insanlar?

İşte, “Böyledir benim ülkemin medyası” dedirten röportajın bir bölümü bu şekildeydi. “Aman AKP’ye bir şey olmasın”, “Aman muhalefetime bir şey olmasın”, “Aman orduma bir şey olmasın” diyerek, yaptığının gazetecilik olduğunu sanan medyam benim.

Tabii hal böyle olunca, tirajlar yerlerde sürünür, “gazetecilik” patronun menfaatçiliğini korumak için, MİT için, ordu için yapılmaya başlanır, kaymağını birilerinin yediği muhabirlerin ise süründüğü bir meslek olarak anılmaya başlanır.

Bu arada, ya insanlarımız?

Birand da bahsediyor insanlardan.

Sahi darbeler olurken, muhtıralar verilirken insanlar neredeydi?

Mesela, Başbakan Menderes asılırken insanlar neredeydi?

Mesela, 28 Şubat yaşanırken insanlar neredeydi?

Mesela, ordunun insanları fişlediği ortaya çıkarken insanlar neredeydi?

Mesela, ordu nasıl hala en güvenilir kurum olabiliyor insanların gözünde?

Mesela, insanlar niçin seslerini çıkaramıyor bunca ortaya çıkan gerçek karşısında?

Mesela, insanlar niçin Ergenekon’a karşı yürütülen mücadele karşısında sessiz kalıyor ve bu mücadeleyi büyük zorluklarla yürüten medyaya destek vermiyor?

Kısacası, insanlar gerçekten niye olan biten karşısında bu kadar sessiz?

Gladio’yu çökerten savcıyı rezilliğimizle çökerttik!

Üzerinden uzun bir zaman geçti ama daha önce yazamadığım için kısaca değinmek istediğim “Burası Türkiye” dedirtecek bir konu var.

İtalya’da “Gladio’yu çökerten efsane savcı” olarak tanınan Felice Casson, mart ayında Ankara’ya geldi. Casson, HSYK tarafından düzenlenen “AİHM Kararları Işığında Koruma Tedbirleri ve İfade Özgürlüğü” sempozyumunda konuştu.

Daha doğrusu Casson konuşmaya, tercümanlar da onun konuşmasını dinleyenlere çeviri yapmaya çalıştı. Ama olmadı. Zira tercüme krizi yaşandı sempozyumda.

Olay şu: Casson’un, özel yetkili hakim ve savcılara sunumu sırasında simültane tercüme krizi yaşanıyor. İtalyan dili edebiyatı son sınıf öğrencisi iki kız, Casson’un dediklerini dinleyenlere çeviri yapmaya çalışıyor. Ancak kızlardan birisi çeviride zorlanınca salonu terk ediyor, diğeri de ağlayarak özür diliyor sempozyumdakilerden. Casson ağlayan kıza su, dinleyenler de alkışlarla kızlara moral veriyor. Bu olaydan sonra ise, İtalyanca simültane çeviri yapabilen Türkiye’de yalnızca 8 kişi olduğu ve bu kişilerin de, yurt dışında bulunmaları nedeniyle panele iki öğrencinin çağrıldığı ortaya çıkıyor. HSYK yetkilileri, tercüman krizi konusunda, organizasyonun ihalesini alan şirketi sorumlu tutuyor, şirket yetkilileri ise ihale şartnamesinde İtalyanca bilen tercüman talebinin yer almadığını, toplantıya 2 gün kala İtalyanca tercüman istendiğini ileri sürüyor ve tercümanların yetersizliğinden de tercüme şirketini sorumlu tutuyor.

Kısacası, koskoca Gladio’yu çökerten savcı ayağımıza kadar geliyor, konuşuyor, ama söylediklerini kimseye anlatamıyor, zira organizasyon eksikliği ile tercüme edilemiyor ne dediği ve kendisinden faydalanamadan geri gidiyor.

Ben ise, “Böyle bir rezillik olabilir mi” gibi saçma bir soru elbette sormuyorum. Zira hem bu sorunun, hem de ara başlıktan önceki son cümlede yer verdiğim sorunun cevabı belli: Burası Türkiye birader!