Haziranın sonlarına yaklaşmıştık. Hava oldukça sıcak ve bir o kadar da nemliydi. Yollar sıcak havanın etkisiyle bulanık görünüyordu. Ağaçların yaprakları yanmış, kuşlar gölgelere çekilmişlerdi. Havada gezinen birkaç eşek arısından başka hareket yoktu çevrede. Saat öğlene yaklaşıyordu, güneş tepeden bakıyordu yeryüzüne.
Kuzeyden yükselmiş dağlarda koyu yeşil ve mor renkler hakimdi. Yer yer gökyüzüne serpiştirilmiş bulutlar, yoğun ama cılızlardı. Gökyüzü oldukça açık bir mavi tonda, hafiften sarıya çalmaktaydı. Yüzüme vuran rüzgar keskin ve yakıcıydı. Öğlenin bu saatinde çevrede benden başkasının olmayışı bir an için kendimi garip hissetmeme neden oldu. İsteksiz, ancak hızlı adımlarla yürüdüğüm yolun solundaki süpermarkete girmek için tempomu arttırdım.
Ekmek, süt ve biraz da şeker almalıydım. Akşam yaptığım yemeğin midemde bir felakete dönüşmesinden sonra ılık bir sütün iyi geleceğini düşünmekteydim. Burada her ne kadar bir kadının tek başına yaşamasına hoş bakmıyor olsalar da, kendime yettiğim ve hayatımı sürdürebildiğim sürece bunun bir anlamı olmayacağını sanıyordum.
Markette süt almak için yanaştığım reyonda çok yoğun birşeyler kokuyordu. Et ve peynir türü diğer proteinsel gıdaları da aynı raflara koymuşlardı. Vejetaryen değildim, ama bu koku da dayanılacak cinsten değildi. Bulunduğum noktadan hemen uzaklaşmak için iki kutu sütü tarihlerine bile bakmadan aldım. Birkaç metre yürüdükten sonra azalan yoğun koku yerini baharat kokularına bıraktı. İşte buna bayılırdım. Özellikle tarçının hafif ama rehalı kokusu yüzümde bir gülümseme yaratmıştı.
Ekmeği paketli aldım, arada sırada da olsa tost yaptığımda daha güzel sonuç veriyordu hafif ekşimsi bu ekmek. Arkamı döndüğümde önce şaşırdım, sonra bana gülümseyen yüze olan hayranlığımı gizlemeye çalışarak tebessüm ettim.
“Selam Carol, nasılsın?”, Martin’di bu. İki ay önce taşındığım apartmandaki karşı komşum. Orta boylu, kumral, otuzlarında bir adamdı Martin. Mavi gözleri ve hafif çekik kaşları vardı. Dalgalı saçarını daima arkaya tarardı. Akıllı ve bir o kadar da sevecen bir insandı. Benim içinse sadece bir hayalden ibaretti. Güzel bir eşi ve üç yaşında çok tatlı bir kızı vardı. Bense, içimde bu adama karşı duyduğum hayranlığın nasıl bir duygu olduğunu çözememenin bilinciyle hafif bir utanç duymaktaydım. Ya kendime haksızlık ediyordum, ya da gerçekten aşıktım…
“Selam”, dedim aynı şekilde gülümseyerek. “Siz de alışveriş için gelmişsiniz sanırım ” söylediğim cümlenin saçmalığına nerdeyse gülecektim. Bir markette alışverişten başka ne yapılabilirdi ki?
“Evet”, dedi Martin başını hafifçe onaylar şekilde sallayarak. “Bizim ufaklığın sütü bitmiş, hem onu alırım hem de biraz dışarı çıkmış olurum diye düşündüm. Bu günlerde çok yoğunuz Helen’le: bilgisayarın başından kalkamaz olduk. ” Martin ve eşi mimardı. Oldukça büyük bir inşaat şirketinde çalışıyorlardı. Bir an için, her anını kocasıyla geçiren esmer güzeli Helen’in yerinde olmayı hayal ettim, kıskandığımı anladığım anda düşüncelerimi dağıtmaya çalıştım.
“Demek hafta sonunda da çalışıyorsunuz”, gülümsedim, “Kapsamlı bir iş olmalı. Ne de olsa firmanız ülkenin gözbebeklerinden.”
“Büyük bir proje üzerinde çalışıyoruz. Onlarca dönüm üzerine kurulacak eşi benzeri görülmemiş bir otel. Daha önce yapılanlara oranla çok daha geniş ve titiz bir çalışma istiyor. Sadece Helen’le ben değil, diğer dört mimar arkadaşımız da aynı haldeler. İş sonunda bir ikramiye hakkederiz herhalde”, gülüştük. Martin’in gözleri parlıyordu işi anlatırken. Ne kadar hevesli bir adam dedim içimden. Korkum, bu enerji dolu adamı tanıdıkça ona olan hayranlığımın artmasıydı. Ancak duygularımla irademi de asla karıştıracak değildim. Aynı zamanda bu adama karşı tam olarak ne hissettiğimi bile henüz bilmemekteydim. Kaldı ki ona bağlanmış gibi hissetsem dahi ne değişecekti ki? Hayır, kendime hakim olmalı ve bu duygularımı bastırarak kendimi başka konulara yönlendirmeliydim.
“Senin işlerin nasıl gidiyor?”, diye sordu, “Yeni satışlar yapabildin mi bu aralar? ” Kaldığım evin hemen iki sokak ötesinde bir emlak bürosu açmıştım. Bilgisayar programcılığı mezunuydum, ama kazandığım paranın iki yakamı bir araya bir türlü getirememesi ve daha da ötesinde bana verdiği yorgunluğa değer hiçbir gelişme olmaması beni bu sektörden uzaklaştırmaya yetmişti. Günümün yarısından fazlasını bilgisayar karşısında karmakarışık kodlarla az bir maaşa boğuşarak harcamak bana göre değildi. Çünkü kesin olan bir şey vardı ki, benim yapım bilgisayar programcısı olmaya baştan beri elverişsizdi.
“Fena değil aslında”, dedim kaşlarımı yukarı kaldırarak, “Çok kazanmıyorum ama kendimi çok da yorduğumu söyleyemem. ” Yüzüne haylaz bir çocuk gibi baktım. İşte o an hiç büyümemiş olmayı istedim. Yemeğimi yediren annemi, kucağında oturduğum babamı özledim bir an. Ne kadar çok zaman geçmişti, hayatımda neler neler değişmişti onlar hayattan göçeli. Şimdi içime akıttığım gözyaşlarımın bir hıçkırığa dönüşmesi an meselesiydi. Kendimi biraz da sıkarak mutlu görüntümü bozmamaya çalıştım. Sesim her ne kadar kısık çıkmış olsa da “Seni daha fazla tutmayayım, benim de birkaç küçük işim var, görüşürüz”, demeyi başarabildim. Martin, görüşürüz dediğinde ben çoktan kafamı diğer tarafa çevirmiş, marketten olabildiğince hemen çıkmayı arzu etmiştim.
Tüm yol boyunca kendimi toparlamaya çalıştım. Son günlerde anlamsız anlık duygu çöküntüleri yaşıyor, kendimi yalnız ve çaresiz hissediyordum. Apartmanın kolu paslanmış demir kapısını açarken gene Martin’i düşündüm. Ne işleri vardı burada? Kazandıkları bu kadar paraya ve yaptıkları kariyere rağmen böyle bakımsız ve bana kalırsa aptal bir mekanda neden konaklamaktaydılar? Şaşırdım, belki aşırı sade bir ailedir diye düşündüm, ancak yine de anlam veremedim. Sonra kaç zamandır neye bir anlam verebildiğimi düşündüm, kendi üstüme güldüm.
Oturduğum yüz metrekareden daha küçük dairem dördüncü kattaydı. Kendimi zorlamak istediğimden midir yoksa aklıma gelenin tersini yapma dürtümün ortaya çıkışından mıdır, asansöre binmedim. Dışarıya göre oldukça serin merdivenler kafamı toparlamama yardım etti. ” Olamaz! “, dedim kendi kendime. Markete gitmiş olmama rağmen şeker almayı unutmuştum; sanki sabahleyin şeker olmadığı için çay bile içmeyen kişi ben değilmişim gibi. Helen’den biraz isteyebileceğimi düşündüm, kapıyı çalmak için yöneldiğimde vazgeçtim. Çalışıyor olmalıydı, bir de kızı vardı her an uğraşması gereken.
Siyah deri çantamdan anahtarlarımı çıkardım. Ahşap, işlemesiz kapımın kilidini çevirirken içeriye girmeyi istemediğimi hissettim. Yine bir hafta sonuydu ve ben yine evde bir başına, arkadaşsız ve geldiği bu şehre halen alışamamış bir durumdaydım. Bazen dengesiz davrandığımı düşünüyordum, ya da öyle davranmayı istiyordum. Her nasıl olursa olsun, bu halimin hiç de iyi bir noktaya varmayacağı açıktı. Kendimi toplamalı ve bazen de küçümsediğim yaşadığım çevrenin arasına
karışmalıydım. Yaptığım bir hatanın da kaldığım bu daire olduğunu biliyordum aslında. Tutucu bir mahallede tek başına bir kadın… Her ne kadar farklı kültürlerden ve dillerden insanlar olsa da bu şehirde, ortak kanıları vardı. Birşeyden adım gibi emindim ki, bana asla alışmayacaklardı.
*
Kapıyı açtığımda koridorun sonundaki vazom hariç her şey normal görünüyordu. Korktum, ne olduğunu anlamak için sessiz adımlarla kapısını şimdiye kadar hiç açık unutmadığım yatak odamın aralanmış kapısından içeri baktım. Odamın altı üstüne gelmişti. Ama bu nasıl olabilirdi ki? Evden çıkalı en fazla yirmi dakika olmuştu. Beni mi beklemişti hırsız yoksa? Halen içeride olabilir miydi? Kendimi daha ileriye gitmeye ve odaları kontrol etmeye ikna edemedim. Evden çıkmalı ve polisi aramalıydım. Doğru olan buydu. Aksi halde belki de hırsızla karşı karşıya gelecek, adam beni bıçakla ya da varsa tabancasıyla oracıkta öldürecekti. Sonra da sessizce sıvışacak, hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edecekti.
Şansımı zorlamadan sessizce dışarı çıktım. Ellerim ve ayaklarım bu yaz gününde buz kesmişti. Sinirlerimin gerildiğini, yorgun ve halsiz düştüğümü hissettim, sendeledim. Yere düşeceğimi sandığım anda bir kol yetişti yardımıma. Beni tutan kişi Martin’di. Demek o da benden sonra fazla kalmamıştı markette. Şanslıyım diye düşündüm, en azından bir erkek vardı şimdi yanımda.
“İyi misin?”, dedi endişeyle, “Tansiyonun düşmüş olmalı. ”
“İçeriye biri girmiş Martin!”, sesim inanamayacağım şekilde titriyordu, “Hırsız olmalı, odamı darmadağın etmiş, belki de halen oradadır! ” Bir an için tereddüt etti, sonra hızla içeriye girdi. Ona bir zarar geleceği korkusuyla ben de fırladım arkasından. Odaları hızla taradı, kafasını hayır anlamında salladı.
“Her kimse gitmiş olmalı, geçmiş olsun”, dedi çaresiz bir yüz ifadesiyle, “Hemen polisi arasak iyi olacak sanırım, sen de eşyalarını kontrol et çaldığı birşey var mı? ”
Telefonunu polisi aramak için çıkarttığında evinin zilini çaldı. Birkaç saniye geçti ancak kimse açmadı. Duymadılar herhalde diye fısıldadı kendi kendine. Zile bir daha bastı, ancak sonuç aynıydı. Göz göze geldiğimizde ne benim ne de onun aklı yerinde değildi. Alelacele çıkardığı anahtarıyla kapıyı açtı. İçerisi kesinlikle normal gözükmüyordu…
BURAK ÖKTEN tarafından “Makale Yarışması” için yazılmıştır…
ben birgün dağda tekbasıma gezerken onüme bir dinazort cıkamadı eyer cıksaydı kesin kacardım be siktimin *****ları sizin anlatıklarınızın bundan ne farkı war