Bütün kâinatı yaratan Allah, kullarını dillerde kifayetsiz kalacak bir tarzla sevmektedir. Nihayetsiz sevgi ve aşkın kaynağıdır, sahibidir. Tabi ki insana kendi Ruh’undan üflediği ruh da aşk sıfatına sahiptir. Âşık olmak özünde vardır. Ama Allah’ın, insana üflediği, kendi Ruh’undan bir Ruh’un, üzerine nefs giydirilmiştir. Kalın bir elbise gibidir. Kul ile arasındaki yetmiş bin perdedir.Derinlerde kalan Ruh’un ilk ve tek gördüğü ise nefstir ve sıfatı olan aşkından onu da sever. Şimdi artık, nefsin perdelerini inceltecek ve hakiki sevgilinin kokusunu aldırarak onu istetecek arayışlar içine girmek lazımdır.

Sponsor Bağlantılar

Rivayette, yağan nisan yağmuru, hangi tiğniyeti beslerse, verimi de onun gibi olurmuş. Bir damlası eğer yılanın ağzına gidecek olursa zehir olurmuş. Saf bir kuzuda aynı feyiz ile sulandığında süt oluşurmuş, şifa için. Ya da denize düşerde, tuzlu suya karışmadan dipteki istiridyenin açık kapağından dalarsa aşka, inci olurmuş. Duygularda kullanım alanlarına göre artan bir renklilikle çoğalıp gitmektedirler.

Protonu elektrona, erkeği kadına, kulu Allah’a çeken aşk, sevgiliyi kırmama kaygısından, korkusundan başlayıp, yârin güzel yüzünü görebilmeyi ümit etmeye kadar varan bir geniş yelpazenin içinden seçilerek önümüze havf ve reca ya da korku ve ümit olarak seriliyor.

Âşık olduğumuz kendi varlığımız için, Allah’ın Cehenneminden korkup, Cennetini ümit edebiliriz. Aynı sebeple imansızlıktan korkup, imanı ümit edebiliriz. Ama hakikatler ve gerçek iman, Allah’ı ve resulünü canından çok sevmek değil midir? Yani artık kendimi değil, onu kırmak, küstürmek, incitmek korkusu ve ona ulaşma ümidiyle yaşamak. Sevdiği dilberden başka hiçbir şeyi istemeyen delikanlı gibi olabilmektir. Sevdiği Leyla’sını küstürmekten korkmak ve onun semtinde, penceresinin altında dolaşmak aşktan değil midir? Artık kendinden başkasına âşık olabilme başarısıdır, adeta.