1914 yılında İstanbul’da doğmuştur. Asker olan babasının görevi nedeniyle çocukluğu Pozantı ve Konya’da geçmiştir. İlkokulu Konya’da bitiren Dağlarca, Adana ve Tarsus ortaokullarında öğrenim gördükten sonra İstanbul’a gelmiştir. Kuleli Askeri Lisesi’nin orta bölümünde bütünleme sınavı vermiş, ertesi yıl Kuleliye yazılmıştır. Daha sonra Harp Okulunu bitirerek (1933) orduya katılmıştır. 1950 yılına kadar yurdun çeşitli yerlerinde görev yapan Dağlarca, aynı yıl yüzbaşı rütbesinde iken askerlikten ayrılmıştır. Sivil yaşama geçtikten sonra bir süre Ankara’da Basın-Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü’nde çalışmış (1950-1952), ardından İstanbul’a gelerek Çalışma Bakanlığı İl Müfettişliği örgütünde görev almıştır. Dağlarca bu görevde iken emekli olmuştur (1960).
İstanbul Aksaray’da iki arkadaşıyla Kitap Kitapevini açmıştır (1959), kitapevinin “on beş günlük” Karşı Duvar Gazetesi’ni çıkarmıştır. Kitapevini daha sonra Şehzadebaşı’na taşımış, sonra da kapatmıştır (1974).
Fazıl Hüsnü dağlarca yurtta ve yurtdışında çeşitli ödüller almıştır:
-Yeni Adana Gazetesi’nin öğrenciler arasıda açtığı öykü yarışmasında birincilik ödülü (1927),
-CHP Şiir Yarışması üçüncülük ödülü (1946-Çakırın Destanı’ndan bir şiir ile),
-Yeditepe Şiir Armağanı (1956-Asu ile),
-Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü (1958-Delice Böcek ile),
-MTTB Turan Emeksiz Armağanı (1966-Bir şiiriyle),
ABD Pittsburg kentinde International Poetry Forum tarafından “Yaşayan En İyi Türk Şairi” seçildi (1967)
-x111. Struga Şiir Festivali’nde Altın Çelenk Ödülü (1974),
-Sedat Simavi Edebiyat Ödülü (1977-Horoz ile),
-TÜYAP 6.Kitap Fuarı “Onur Ozanı” (1987).
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiirleri başta Fransızca, İngilizce ve Almanca olarak çeşitli dillere çevrilmiştir.
II. YAZIN YAŞAMI
Yaşam öyküsünde belirttiği gibi, daha 13 yaşındayken bir gazetenin öykü yarışmasını kazanan Dağlarca, sonradan şiire dönmüş ve “Yavaşlayan Ömür” adlı şiiri İstanbul dergisinde yayımlanınca(1933) yazın alanına girmiştir. Daha sonra Varlıkta yayımlanan(1934) dört şiiri ile dikkati çekmiştir.
Varlık-Sayı 23-Sandallar,
Varlık-Sayı 24-Göçsem,
Varlık-Sayı 26-Bu Dağlar,
Varlık-Sayı 35-Arkasından.
İlk kitabı Havaya Çizilen Dünya’dır(1935). Dağlarca daha sonra Varlık ve Kültür Haftası dergilerinde daha olgunlaşmış ürünlerini vermeye başlamıştır(1935-1936).
Dağlarca üretkenliğini peş peşe yayımladığı kitaplarla sürdürürken Varlık, Kültür Haftası, Yücel, Aile, Gençlik, Türk Dili, Yenilik, Çağrı, Ataç, Yön, Devrim gibi dergilerde de şiirlerini yayımlamıştır.
III. SANATI
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “ilk kitabı Havaya Çizilen Dünya’nın baskı tarihi 1935. Onu, günümüzün büyük şairlerinden kılan, elbette ki salt bu kıdem değil. Durmadan yenilerek, çeşitlenerek 50 yıldan fazla sadece şiir yazmak sanıldığı kadar kolay değildir. Bunun için bir dünya açılmışlığı öngerektiriyor. Onu büyük ve benzersiz kılan özelliklerden bir kaçı bunlardır. Onun şiiri, kendisi, yapıtlarını konularına göre öbeklememiş olsa bile, her dikkatli okurun fark edebileceği gibi çeşitli kollarıyla denize doğru akan büyük bir nehri andırır. Bu kollar bile zaman zaman bağımsız birer yatak oluşturur kendine, sanki bir daha ana suya hiç dönmeyecekmiş gibi akıp gider. Havaya Çizilen Dünya ile Çocuk ve Allah’ın o mistik havasından ne kadar ayrıdır Toprak Ana ile Aç Yazı. Gelgelelim, içerikleri ile biçimsel özellikleri de birbirine benzemeyen bu yapıtların bir iç bağı olduğunu, birbirine eklendiklerini, birbirlerine gönderdiklerini okur sezinler. Aç Yazıda metafizik bir boyutu olan “Hepyek Üzerine Düşünceler” Fazıl Hüsnü Dağlarca tarafından varoluşa ilişkin bir metafizik sorun olarak ortaya koyulur.
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ilk ürünleri de her şair gibi etkiler taşır. Bu ilk etkiler Faruk Nafiz, Necip Fazıl ve Ahmet Hamdi’den gelmektedir. Dağlarca bu etkilenmelere karşın kısa süre sonra ortaya koyacaktır benzersiz tavrını.
İlk kitabına adını veren “Havaya Çizilen Dünya” şiirinin son iki dizesinde bir evren kurucusu olduğunu/olacağını söylemektedir:
Çiziyorum havaya dünyamı bir çiçekle
Ve hayran bakıyorum bu rüya gibi şekle.
Bu dizelerdeki narsistik vurgu görmezden gelinemez. Fakat bu narsisizm Necip Fazıl gibi melankolik değildir. Dağlarca, şiirini etkilediği kesin olan Necip Fazıl’dan aldığı mistik yönsemeyi normalleştirecek, bireyin evrenle birleşme çabasını dile getiren iç arayışı, kendinin yok edilmesine yol açabilecek düşünsel/tinsel bunalımı engelleyecek biçimde önceden rehabilite edecektir. Dağlarca’nın narsisistik öznesi, kendi içine katlanmayı ve şizoid bir dünyaya sığınmayı değil dışa açılmayı, topluma eklenmeyi ve kendi bireyselliğin/kişiselliğin toplumsallığı içinde, hiçbir bağnazlığa kapılmadan özgürce deneyimlemeyi ve olumlamayı seçecektir. Dorukları ve uçurumları, harikuladelikleri ve alaladelikleri ile göz kamaştırıcı bir serüvendir bu.
Bu yüzdendir ki, Ataç şunları yazmaktadır henüz Dağlarca’nın geleceğine dikeceği burçları görmediği yıllarda:”her yeni kitabı bize kendisinden öncekileri de aydınlatıyor, bir bütünün parçası olduğunu bütün içinde ele alınıp düşünülmesi gerektiğini sezdiriyor. O bize bir eserin adamı olarak görünür. Başlıca niteliği, özelliği yeniliktir o eserin.
Dağlarca’nın bir yapıt oluşturma çabasına Orhan Burian’da değinmektedir:
Sanatını bu kadar külli olarak alış, yalnız Dağlarca’nın gösterdiği bir azimdir. Tek tek şiirlerle okuyucuyu teşhir etmekten kaçınıp toplu bir insan ve kâinat anlayışını şiire sığdırmaya bizde yalnız o çalışıyor. Şairi, aklıyla gönlünü gergin antenleri sayesinde bir mission, bir ilahi vazife adamı olarak kabul ediyor.
Attila İlhan’da Dağlarca’daki bu “yapıt” düşüncesini başka bir düzeyde izlemekte ve onun her kitabının bir bütün oluşturduğunu söylemektedir; Fazıl Hüsnü’nün her kitabı bir bütün olarak okunur; Her şiir baştan sona uzayıp giden bir zincirin ayrı halkasıdır, her şiir bütün halinde bir yapının ayrı bir parçası; Kurulmuş bir mekanizmanın çarkı ya da dişlisidir. Böyle çalışmak her şairin harcı değildir.
Dağlarca şiirlerinde toplumsal, siyasal, dünya-insan ilişkilerini, evreni bir bütünlük içinde algılamaya ve şiirleştirmeğe ulaşmaktadır. Bunu, bu büyük amacı kendisi şöyle açıklar:”Ben bir suyum; yansıyor bana olay. Yurdumun içinde olsun, varsa eylem, su kımıldıyor. 1940’larda başlayan bu duyma, bu yansıma, yıllar geçtikçe daha gözle görülür, elle tutulur olmaktadır. Her sabah uyanır uyanmaz, kendimi yurdumun benimle birlikte gözlerini açan kişilerden biri bilerek yerimden doğrulmaktayım. Yeryüzünün en uzaktakileriyle bir yaşama ayarı içindeyim. Kim gülmüşse –ne yazık ki çok az- onunla gülmekteyim. Kim üzülmüşse, ağlamışsa, açsa, çıplaksa, işsizse-ne yazık ki daha
çok- onunla birlikte kahrolmaktayım. Şöyle de diyebilirim: Bir görevdir yeryüzü. Neresi yaralanırsa oraya kanın ulaştığı gibi, sanatçılar acılara varmakla yaşayabilirler. Yaşadıklarını gösterirler.
İlk kitaplarında Çocuk ve Allah ile dikkati geniş bir biçimde üzerine çeken şiiri garipçiler ve 1940 toplumcu kuşağı gibi çağdaşlarının ürünlerinden alabildiğine ayrı bir kişilik sergiliyordu. Bu özgünlüğünü akımların ve modaların dışında kalarak daima sürdürdü. Ancak şiiri yeni temalar ve anlatım özellikleriyle değişiklikler de gösterdi. Başlangıçta temaları arasında önemli yer tutan Tanrı-İnsan ilişkileri, doğa, zaman, ölüm v.b. tutuyordu. Gece, gökyüzü, yıldızlar, bitkiler zengin bir evren canlandırıyor, bunların kuşattığı çevrede yalnızlığı duyan insan sonsuzluk, Tanrı, inanç, ölüm konularında yanıtlar arıyordu.
Ele aldığı insanı kimi zaman en eski uygarlıkların bilinçaltına sinmiş etkileri içinde(Taş Devri 1945; Asu 1955), kimi zaman uzay çağının yenilikleri arasında(Aylam 1962) canlandırmayı denedi. Destan onun düşkünlük gösterdiği türlerden birini oluşturdu. Bu türde Türk tarihinin kimi dönüm noktalarını (Malazgirt Ulaması 1971), gibi yapıtlarında konu edindi. Ancak destan çalışmaları asıl Kurtuluş Savaşı üzerinde yoğunlaştı. Bir bağımsızlık hareketi olarak yorumladığı savaşı bütün olarak Samsun’dan Ankara’ya(1951), Sakarya Kıyıları, 30 Ağustos, İzmir Yolları’nda dizisinde işledi. Kimi zaman daha çok belgelere, yaşanmış gerçeklere dayanan çalışmaları(Üç Şehitler Destanı, Çukurova Koçaklaması, v.b.), kimi zaman daha özgün düş gücüne, zengin simgelere(Delice böcek, Yedi Mehmetler Koçaklaması) dayanıyordu.
Kurtuluş Savaşının önderi Atatürk’ü özgürlük, bağımsızlık, vatan sevgisi, evrensel barış gibi temel düşünceler çevresinde yorumlayarak “Anıtkabir” kitabında derlediği şiirleri yazdı(1953). “Bozkurtla Kavak”,”Mustafa Kemal’in Vakti”, v.b. gibi şiirlerinde yer yer destan kişisi olarak canlandırdığı kahramanın devrimci kişiliğini, yeni Türkiye’nin oluşumundaki yerini Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1973), Anıtlarında Soluk Alan (1979) gibi kitaplarında yansıttı. Devrimler türlü yönleri ile Kubilay Destanı (1986), Türk Dil Kurumu Koçaklaması (1986) gibi yapıtlarına da konu oldu.
Anadolu insanı yaşamına, toplum sorunlarına yönelik gözlemleri şiirine gerçekçi boyut kazandırdı. Toprak Ana’da (1950) Orta Anadolu köylerinin yaşama güçlüklerini yansıttı. Zamanla güncel siyasete, toplum olaylarına daha geniş yer verdi. Türk Olmak(1963), Ağrı dağı Bildirisi (1977), Almanyalarda Çöpçülerimiz (1977), Horoz (1977) gibi kitaplarında artık çok geniş okur kitleleri üzerinde etki uyandırabilecek nitelikte zaman zaman halk edebiyatından etkilenen şiirlerini derledi. Ağır çalışma koşullarını, ücret dengesizliklerini, sağlık sorunlarını, köyden kente, yurtdışına nüfus göçünü, toplumsal çelişkileri, uluslararası siyasal ilişkileri, siyaset adamlarını v.b. eleştiren bu şiirler daha da çok tanındı ve hitap ettiği kitle arttı.
Çağdaş dünyanın sorunlarıyla da yakından ilgilendi. Bütün insanların kardeşliği, evrensel barış konularını işledi. (Sivaslı Karınca 1951) Çağdaş Uygarlığın özgürlüğünü kısıtlayan, eşitliği kaldıran, dengesizliğin oluştuğu uygulamalarını sergileyen Batı Acısının (1958) ardından yeryüzündeki bağımsızlık savaşlarını destekleyen (Cezayir Türküsü, Vietnam Savaşımız) savaşa karşı çıkan (Hiroşima 1970) şiirler yazdı. Çocuk ve Allah’ta duyarlıklarını konu edindiği çocuklarla ilgili bir dizi yapıt kaleme aldı. Çocuklara seslenen, onları eğlendirirken, evrenin gizlerini önlerine seren, insan ilişkilerini konu edinen, uygarlığın değerlerini tanıtan, öğreten bu yapıtlar (Balina ile Mandalina, Yazıları, Seven Aynı, Şeker Yiyen Resimler) yansıttıkları düş gücüyle de dikkatleri çeker.
Dağlarca’nın şiiri başlangıçta daha karanlık yanlar taşımış, güç anlaşılmıştır. Toplumsal sorunlarla ilgili ürünleriyse bildirisini geniş kitlelere ulaştıracak niteliktedir. Ancak şiirinin zengin çağrışımlara, düş gücünü açık olması, simgelerle beslenmesi, v.b. onda pek çok kapanık nokta da bırakmıştır.
Eserlerinde kafiye ve dörtlüğü kimi zaman kullanır kimi zaman kullanmaz. Kimi zaman dörtlüklerle yazarken, kimi zaman iki dize şeklinde dörtlüğü bozarak şiirini şekillendirir. Kafiye düzenini genellikle a/b/c/b düzeninde kullanır.
Değer sonsuz lezzetleri, dudaklara
Meyveler gibi diriliğinden
Tanımamazlıktan gelir herkesi
Anamız kadar eskiliğinden.
Sözcükleri ve dizeleri yineyelerek bir ses kompozisyonu oluşturur. İmgelerin öğeleri kimi yerde belirsizleşmekte, tümüyle raslansal olmaktadır. Bu yüzden şiirinin bütünü kopmakta, yapıştırma izlenimine yol açabilmektedir. Okuyucu da bir sezgisellik uyandırır.
İlk şiir yazmaya başladığı yıllarda Arapça ve Farsça’yı kullanan şair daha sonraları bu ağırlıktan vazgeçmiş ve öztürkçe kelimelere şiirlerinde yer verdiği görülmüştür. Ayrıca son dönemlerinde tamamen öztürkçe ve kendi ürettiği sözcükleri şiirlerinde kullanmıştır(Rüya, lezzet, ruh, aylam v.b.). Nasıl ağır bir dil kullanırken başarılıysa, kendini bu ağırlıktan sadeleştirdiği zamanlarda ki şiirlerinde de aynı başarıyı hatta daha da fazlasını yakalamıştır. Zaman zaman şiirlerinde yöresel ağızları kullanmıştır(Toprak Ana). İster yeni, ister eski, ister İstanbul Türkçe’si, ister yöresel ağzı kullansın yapısal özellikleriyle bir Dağlarca şiiri vardır. Taklit edilmeye çalışılmış fakat başarılı olunamamıştır.
IV. YAPITLARI
Havaya Çizilen Dünya (1935), Çocuk ve Allah (1940), Daha (1943), Çakırın Destanı (1945), Taş Devri (1945), Üç Şehitler Destanı (1948), Toprak Ana (1950), Aç Yazı (1951), Samsun’dan Ankara’ya (1951), İnönü’ler (1951), Sivaslı Karınca (1953), Asu (1955), Delice Böcek (1957), Batı Acısı81958), Gezi-Mevlana’da Olmak (1958), Hoo’lar (1960), Özgürlük Alanı (1960), Cezayir Türküsü (1964), Çanakkale Destanı (1965), Dışardan Gazel (1965), Kazmalama (1965), Yerdağ (1965), Vietnam Savaşımız (1966), Açıl Susam Açıl (1967), Kubilay Destanı (1968), Haydi (1968), 19 Mayıs Destanı (1969), Vietnam Köyü (1970), Hiroşima (1970), Malazgirt Ululaması (1971), Kınalı Kuzu Ağıdı (1972), Haliç (1972), Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1973), Arka Üstü (1974), Yeryüzü Çocukları (1974), Yanık çocuklar Koçaklaması, Horoz (1977), Balina ile Mandalina (1977), Hollandalı Dörtlükler (1977), Ağrı Dağı Bildirisi (1977), Almanya’da Çöpçülerimiz (1977), İkili Anlaşma Anıtı (1977), Pir Sultan Abdal Günleri (1977), Bir Elde Yaşamak (1979), Çukurova Koçaklaması (1979), Türk İstanbul (1979), Anıtlarda Soluk Alan (1979), Çıplak (1981), Uzun İkindi (1981), Yunus Emre’de Olmak, Nötron Bombası (1981), Akşamcı (1985), Sayılarda (1985), Dişibay (1985), Takma Yaşamalar Çağı (1986), Şeyh Galib’e Çiçekler (1986), Türk Dil Kurumu Koçaklaması (1986), Sanık Ayağa Kalk (1986), Yurdana (1987), Uzaklarda Giyinmek (1990), Dildeki Bilgisayar (1992)…
EPESKİ
Gece parlar da dağ başları
Işır yüzüm
Ayrı ülkelerin kocaman kuşları konar
Soframa resimlerime çiçeklerime yazılarıma
Bir yeni anlamla aydınlık
Gece su
/>Gece kör çobanların yarım türkülerini söyler yavaşça
Bitkiler filizler tohumlar
Çekilirler en uzağına yaşamanın
Bir ölü üşüme kaplar da toprak altını
Bütün anılar yokluğa dek iner
Gece ben
Gece yitmişlerin
Çarşılarda pazarlarda
Ağır yalnızlıklarda ulu sevgilerde boş uykularda
Anası karısı çocuğu anlamadan
Gece parlar da karanlık
Gece yıldız yaşındayım
Fazıl Hüsnü Dağlarca
V. ŞİİR TAHLİLİ
Örnek olarak seçilen “Epeski” şiiri onun bütün hayat tecrübesini ihtiva etmekle beraber başlıca ilham kaynağı olan kozmik âlem karşısında aldığı tavır hakkında bir fikir verebilir.
Burada, şairin mısra başlarında yedi kere tekrarladığı “gece” kelimesini, nasıl esrarlı sesler çıkaran bir tel gibi kullandığı ve onun muhayyilesinde uyandırdığı çağrışımlardan faydalandığı çok iyi görülüyor. Hayaller birbirine bağlanmadığı için, şiirden, ilk bakışta, gece gökyüzüne gelişi güzel serpiştirilivermiş gibi gözüken yıldızların bıraktığı dağınık intibaa benzer bir intiba alıyoruz. Fakat dikkatle bakınca ve üzerinde düşününce, yıldız manzumeleri gibi onların da uzak ve gizli bağlarla birbirlerine bağlandıklarını fark ediniz.
“Epeski” şiirinin muhtevasını, şairin kendisi, kozmik âlem, yeryüzü ve başka insanlarla ilgili unsurlar olmak üzere başlıca üç kısma ayırabiliriz. Şair bunlar arasında birtakım münasebetler kuruyor. Bu münasebetlerden en mühimi gece ile kendisi arasında kurduğu münasebettir. Üç parçada da muhtelif şekillerde görülen bu münasebet, ikinci parçanın son mısraını teşkil eder.
“Gece ben” mısraında en kesif ifadesini buluyor. Burada gece ile kendi ben’ini birleştiren şair, şiirin sonunda mekân fikrinden zaman fikrine geçerek;”Gece yıldız yaşındayım” mısraı ile çeşitli manalarda tefsire elverişli bir görüşe ulaşıyor.
İnsan doğum yaşı ile beraberinde taşıdığı vücudun kozmik yaşı arasındaki fark sonsuzdur. İlim adamları, insanın yeryüzündeki ortaya çıkışını milyonlarca yıl öncesine götürüyorlar. Fakat insan insanla başlamamıştır. Kâinatı dolduran esrarlı kuvvetin, insan şekline gelebilmesi için daha milyarlarca yıl zaman geçmiştir. Şunu da unutmayalım ki, kâinatın menşeinde bulunan kozmik unsurlar bugün de insan varlığının temelini teşkil ediyor. İnsana, Şeyh Galib’in meşhur:
Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen
beytinde söylediği gibi, kozmik alemin özü veya sentezi arıyla bakılabilir. Fazıl Hüsnü bu görüşe, zaman kavramını da katarak kendisini yıldızlarla yaşıt hissediyor.
“Epeski” şiirinde ikinci mühim unsur, geceleyin şair meçhul alemlerden geliyormuş gibi görünen birtakım hayallerin adeta hücumuna uğramasıdır. “Ayrı ülkelerin kocaman kuşları” şairin sofrasına, resimlerine, çiçeklerine ve yazılarına konar ve su-bunu varlık veya kâinat manasında tefsir edebiliriz-“yeni bir anlam ile aydınlanır.
İnsanlar, çağlar boyunca gece yıldızlara bakarken, görünen varlığın ötesinde başka bir alem olduğunu his ve hayal etmişlerdir. Beşer kültüründe çok mühim yeri olan “öte” fikir ve özleminin teşekkülünde yıldızların büyük tesiri olmuştur. Aynı duyguları içinde hisseden Dağlarca, Çocuk ve Allah’ta, hayali vasıtasıyla ötelere girmeyi arzu eder:
O kadar hülya edeceğim
Artık burada kalmayacağım.
Diyen şair, etrafına “alim kuşlar” konacağını ve onlara “şark nerede” diye soracağını söyler. Aynı kitapta bulunan “Korku” adlı şiirindeki;
Havalarda büyük misafirlikler dolaşıyor
Korkuyorum değerken karanlığın hayatına
Mısralarında da ifade ettiği üzere, Dağlarca’da korku ile karışık varlık ötesi duygusu çok kuvvetlidir. Onun eserlerinde gayri şuurunun projeksiyonu olan, fakat ona varlık ötesi alemlerden geliyormuş hissini veren garip hayallere sık sık rastlanır. O kendi içinde, dinleri ve mitolojileri doğuran “epeski” duyguları adeta yeniden yaşar ve insanlığın kolektif gayri şuurunda gizli duran “archetype”leri yeniden bulur. Bunlar Melih Cevdet ve başkalarında olduğu gibi okunmuş kitaplardan gelmezler, bizzat şairin serbest çağrışımlardan doğarlar.
“Epeski” şiirinde üçüncü mühim unsur, nebatlara varıncaya kadar kâinatı kavrayan “ölü üşümesi”dir. Bu anda her şey “yaşamanın en uzağı”na çekilir. Subay şairin gece nöbetlerinde belki de karanlık yıldızlar alemini seyrederken duyduğu kozmik alemde birleşen ölüm çağrışımına, eserlerinde sık sık rastlarız. 1936’da basılan Çocuk ve Allah’ta son şiirlerindekinden aşağı kalmayan ihtişamlı hayaller vardır. “Gece gökleri” adlı şiirinde almış olduğumuz şu mısralar, Dağlarca’nın daha gençlik yıllarında kozmik alemle insan arasındaki münasebeti ne kadar derin, orijinal ve güzel bir şekilde yakaladığını çok iyi gösterir.
Parıldar büyük sembol ve ölümün arması,
Meçhul burçlarda aydınlık,
Talihin muhteşem iskeleti,
Daha uzun, daha açık,
“Epeski” şiirinin son kısmında, gece, insanlara temel yalnızlıklarını hissettirir. İnsanlar, gündüz çarşılarda, pazarlarda yan yana gelirler, gece evlerinde toplanırlar. Bu beraber bulunma, aralarında bir anlaşma ve birleşme olduğu zanını uyandırır. Fakat gece, yan yana uyuyan anne, karı ve çocuğu birbirinden ayırır. Bu esnada her insan rüyaların arkasından kâinatın içindeki yalnızlığını ve ölümün varlığını hisseder ve korkar. Bu tefsiri yaparken, şairin müphem olarak söylediklerini, metne sadık kalmağa çalışmakla beraber, kendi anlayışına göre açıkladığımı biliyorum. Fakat bu tip şiirlerden manalandırmak için eserlerle daima temas neticesi edilen sempati veya sezgilerden başka bir yol da göremiyorum. Gecenin uyandırdığı intibalar aslında müphemdir. Şair bunu:
Gece kör çobanların yarım türkülerini söyler yavaşça
mısrası ile çok güzel ifade ediyor. Eğer bunları, vazıh olarak anlatmak mümkün olsaydı şair açık, anlaşılır ve akıcı bir üslûp kullanılırdı.
KAYNAKÇA
Oktay, Ahmet; Cumhuriyet Dönemi Edb. (1923-1950), Kültür Bakanlığı Yayınları 1993.
Kaplan, Mehmet; Şiir Tahlilleri 2 (Cumhuriyet Devri Türk Şiiri), Dergah Yayınları, 12. Basım Ekim 2003.
Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedi, Milliyet Yayınları, 6.Cilt (1986).
EDEBİYATCI tarafından “Makale Yarışması” için yazılmıştır…
34erftgyhtgfhytrgf