GİRİŞ

Tarihi insan kadar eski bir fenomen olarak sanat, kimi zaman insanın hakikat arzusuna yönelen arayışının bir yöntemi, kimi zaman da hakim sınıf, inanç yahut toplumsal yönelimlerin hegemonya kurmasına bir destek araç olarak var olmuştur. Bu bakımdan insan eline düşüp de “araç” olma potansiyeli olan her mefhum gibi –biliyoruz ki bunlara akıl bile dahildir- sanatı ele alırken de bir öz ve görünüş ayrımı yapmak, onun olduğu şey ile “olarak kullanıldığı” şeyi tespit etmek zorunlu olmaktadır. Bu çalışmanın amacı, konu üzerine akıl yürüten önemli filozofların sanata yaklaşımlarını ele alıp sanatın neliğini mümkünse ortaya çıkarmaya çalışmak, bununla birlikte sanatın günümüz Türkiye’sindeki neliğini, işlevini ve iktidarla ilişkisini ortaya çıkararak araştırmaktır. Sanatın “hakikaten” ne anlama geldiğini araştırmak ve olgusal alanda onun tarihini ve izini sürmek, günümüzle ilişki içerisinde ele alındığında umut edilmektedir ki hem bir eleştiriyi, hem de bir ideal olarak sanatın yaratıcı imkanlarını hatırlamayı sağlayabilecektir.

Sponsor Bağlantılar

1. Sanat Fikri

Modern bir bakışla sanat olarak tanımlanabilecek yapıtların bir çoğu, ortaya çıktığı toplumun dinamikleri ve kültürünü yansıttığı gibi, o toplumun yaşam pratiklerine, aksayan yönlerine ve ideallerine dair içerikler barındırmaktadır. Eski Çağ’da duvara yapılan resimler, Orta Çağ’da dini temaların baskın olduğu tablolar ve 21. Yy.’da –Fütürizm, Dadaizm, Sürrealizm gibi – bir çok sanat akımının eşiğinde ortaya çıkan yapıtlara baktığımızda, sanat tanımı farklılık göstermektedir. Sanatın ne olduğuna dair görüşler ile neyin sanat olduğuna dair fikirlerin, o çağın ihtiyacı ve hâkim akımına yönelik çatışması, evrensel bir sanat tanımının mümkün olup olmayacağına ek, evrensel bir sanat eserinin mümkün olup olmayacağı sorununu da ortaya koymaktadır. Başka bir ifadeyle bir yapıtın sanat olup olmadığı kişi, toplum ve çağlar içinde farklılık göstermektedir. Bu bakımdan filozofların sanata ilişkin evrensel tanımlama çabaları da birbirinden farklı olmak durumundadır.

Platon’un sanatı gölgenin gölgesi yapmak ile lanetlemesinin ardından Aristoteles’in sanata katharsis yüceliğini atfetmesi, bu düşünürlerin ontolojik ve epistemolojik fikirlerinin, sanat edimine bakışını etkilemekte olduğunu gösterir. Bu etkileşim düşünürler için ortaya koydukları felsefi tutumlar ile belirlenmektedir. İnsanlık tarihinin gelişmesine bağlı olarak evrilen sanat fikri, tarihsel birikimin yanında toplumsal etki rolünü de kapsamaktadır. Bireyin kendini ifade etme biçimi, duyguların dışa vurumu ve kendini var etme çabası içinde her insani etkinlik gibi sanat da gelişmiş, çeşitli farklı biçimler almış, söz gelimi sinema gibi sanat olma iddiasında yeni türler ortaya çıkmış, böylelikle sanata olan bakış da giderek değişmiş ve itiraf etmek gerekir ki derinleşmiştir.

Eskiçağ’da daha çok tarih yazımıyla paralel olarak ilerleyen “sanatın mahiyeti”nin araştırılması, hakikate yaklaşmanın matematiksel yöntemlerden ziyade, insanı “gerçek” ile karşı karşıya getiren, salt bilinç değil bilinçdışı unsurların da yönteme dâhil olması gerektiği keşfedildiğinden beri, ciddi bir ilerleme göstermiştir. Bu durumu en çok, -bizce- sanata gerektiği ehemmiyeti göstermeyen Platon ile onu hakikat için zorunlu bir bilgi biçimi olarak ortaya koyan Schopenhauer’in tanıklığında bile gözlemlenebilir. Esasen Platon ve Schopenhauer örneği, tam da bu çalışmada ortaya koymayı denediğimiz biçimde sanatın ikili bir araç olma durumunu temsil eden en önemli düşünürler olarak görülebilirler. Platon’un sisteminde sanat, her ne kadar ilk bakışta önemli bir yer teşkil etmiyormuş gibi görünse de esasen Platon, sanatın dönüştürücü etkisinin, toplum ve kitle üzerindeki güçlü bir iktidar aygıtı olmaklığının farkındadır. Bu bakımdan Platon, insanın bir yurttaş olarak biçimlendirilmesi her ne kadar mümkünse, eğitimle birlikte sanatın, burada en güçlü araçlar olduğunu muhtemelen ilk kez fark edip sistematik olarak ortaya koyan kişidir. Platon’un Politeia’da var olan haliyle sanatı yasaklayıp şairleri kovmayı istemesi, iktidarın süzgecinden geçmeyen eserlerin halkla buluşmasını yasaklayıp kendi ürettiği yeni sanatı bir araç, yeni bir tarih ve yurttaş kurmanın aracı olarak kullanması, aslında muhtemelen tam da sanatın biçimlendirici gücünü fark etmiş olmasından kaynaklanmıştır. Bu bakımdan, kavramın modernliği sebebiyle anakronizme düşmek pahasına Platon’un Politeia’da sanatı bir iktidar aygıtı ya da ideolojik aygıt olarak kullanma niyetinde olduğu ifade edilmelidir. Althusserci anlamda sanatın bir ideolojik aygıt olmaklığını Türkiye örneği üzerinden bir sonraki bölümde tartışmayı denemek üzere şimdi diğer önemli filozofların sanat anlayışlarına değinmekte fayda var gibi görünmektedir. Zira ancak bu filozoflar eşliğinde sanatın özüne, mahiyetine dair bir fikir edinilebilir.

“Adorno ve Frankfurt Okulu sanat ve toplumu mutlak bir sentez peşinde olmayan, özdeşlik amacı gütmeyen negatif bir diyalektiğin iki zıt kutbuna yerleştirmektedir. Sanat ve toplum birbirinin düşmanı olarak değerlendirilmektedir. Sanat, verili olana teslim olamayan, hep “öteki” düşü kuran yanıyla görülmeye çalışılır. Bu “düşmanlık” arasında Adorno’nun taraf olduğu bir yan hep olmuştur; sanatın/umudun yanında yer almakta, ancak aklıyla toplumun karamsarlık veren gücünü/yenilmezliğini de göz ardı etmemektedir. Sanatın, tikele genel içinde sınırlı da olsa belli bir özerklik sağlayabileceğinden bahseder: sanat, insanın “yanlış bütün” e karşı en güçlü olduğu alandır.”[1]

Sanatın, özündeki bu “yüce” anlamına rağmen, tarih içerisinde çeşitli dönemlerde ve çeşitli biçimlerde hem araçsal olarak hem de iktidarı yeniden oluşturup, hegemonyayı sağlamlaştırmaya yarayıp “rıza” üreten bir araç olma yanı olduğu da muhakkaktır. Ülkemizde de sanatın, özellikle hakiki sanat ve sözde sanat olarak iki biçimde bir iktidar aygıtı olarak kullanıldığı dönemler olduğunu biliyoruz. Bu bakımdan iktidarlar, önceki bölümde anlatıldığı biçimiyle hakiki sanatı, tam da Adorno’nun diyalektik kavrayışında olduğu gibi yerleşik olana düşmanlığı sebebiyle “bastırmakta”, “engellemekte”; bunun yerine rıza üretimi ve yerleşik fikirlerin yeniden üretimi için “sözde sanatı” bir araç olarak kullanmaya çabalamaktadır.

“Hegel’e göre sanat, maddeye sokulan ve maddeyi kendine benzeten sanatçının, ruhudur. Bu yaratıcı ruh, heykelde ve mimaride maddeye çok bağımlı iken, resimde maddeye tamamen hâkim; edebiyatta ve müzikte ise maddeden arınmış bir hâldedir.

George Santayana ve John Dewey’e göre de sanatsal yaratım, kişinin çevresiyle etkileşimi sonucu meydana gelir. Sanatçıda bir kişilik, hayal gücü ve bilgi; çevrede çeşitli şekiller, olaylar, sesler, malzemeler mevcuttur. Dolayısıyla da çevre sanatçıyı besler, sanatçı da çevreyi değiştirir.

Bazı filozoflara göre, sanatın kaynağı eğlence ve oyundur. İnsanlar zorunlu ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra amaçsız olarak, hoşa giden bir takım oyun faaliyetlerinde bulunurlar. Bu faaliyetler, hem bedeni dinlendirir, hem de hoşa gider. Bu tür faaliyetlerin bir sonraki adı, kendini süsleme ve yakın çevresini hoşa gidecek, beğenilecek bir şekle getirmedir. İşte burada da sanat ortaya çıkar, tabii ki bir oyunun sonucu, bir oyun olarak…

Charles Bordele’e göre sanat yukarıda anlatıldığı biçimde ortaya çıkmıştır. Bilim nasıl akılla deneyden çıkmışsa, sanatlar da hayal gücü ve oyundan doğmuştur.

E. Groesse’de sanatın, amacı kendinden olan bir faaliyet olduğunu, insanın bütün kuvvetini çeken ve kullanan bir oyuna benzediğini söyler. O hâlde oyun, sanatın kaynağı olmaktan ziyade, insanın haz duyarak yaptığı özgürce bir davranış olarak sanat faaliyetine benzemektedir.

Shiller’de “sanatın kaynağı oyundur” demekten ziyade gerçek estetik dünyanın oyun dünyası olduğunu, insanın sadece oyunda gerçek insan olduğunu, özgür davranmanın, hayal gücünü gerçekleştirmeye çalışmanın orada mümkün olduğunu ve bu faaliyetin sanata yakın olduğunu anlatmaktadır.

Croce, “Sanat, oyun değilse de o türden bir faaliyettir” demektir; çünkü sanatın özü ve amacı oyundan oldukça farklıdır. Sanat yalnız taklit etmez; değiştirir ve yaratır. Bu değiştiricilik ve yaratıcılığın arkasında o çok takdir edilen sanatçı özgürlüğü vardır.”[2]

Düşünürler sanatın neliğine ve kaynağına ilişkin tanımları bu şekilde koyarken siyasetçiler/iktidar için ise sanat “Çoşkumuzun parlak alevi, uygar siyasi propagandanın, yaratıcı sanatına ışık ve sıcaklık verir.” Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı yapmış Alman politikacı J. Goebbels’in cümlesinin için yer alır. İşte bu bakımdan sanatın tanımı ne olursa olsun, kaynağını ve ilhamını hangi akımdan alıyorsa alsın, iktidarın sanat ile olan diyaloğu hep aynı doğrultuda olacaktır.

2. Türkiye Örneği

İnsanın kendini ortaya koyma biçiminden ziyade ideolojik bir aygıt olarak algılandığı ve hissedildiği ülkelerden biride hiç kuşkusuz Türkiye’dir. Gelişme niyetini taze tutmaya çalışan ülke olarak Türkiye, sanat eserini ve sanatçıyı, iktidarın söylemi nedeniyle iki tarafa ayırmakta ve sanatın diliyle “öteki” fikrini sürekli taze tutmaktadır. Öteki ise monarşiden demokrasiye devşirilen kitlenin yüce güç ihtiyacına, yüce düşman olarak cevap verdiği söylenebilir. Bu ihtiyaç siyasal olarak aralıksız yaratılan ötekilerle karşılanarak, sanat aracılığıyla desteklenmektedir. Tam bu noktada Türkiye’de iktidarın konusu ahlak, erdem, insan ve sanat gibi olgulardan ziyade varlığını devam ettirmek olduğundan, sanatın ne olduğu ve neyin sanat olduğu tartışma konusudur. Dinin, kültürel normların ve siyasi yapının etkileriyle heykel, resim vb. sanat alanların olgunlaşmadığı ve günümüzde hala demini almadığı Türkiye için sanat, Cumhuriyetin ilk 10 yılı dışında ele alınan bir konu olarak gözükmemektedir. Öyle ki bu 2017 Türkiye’sinde, sansürlenen tiyatro oyunları, parçalanan heykeller, üzerine tükürülen tablolar, insanlık tarihinin önemli kalıntılarına verilen zararlara baktığımızda açıkça anlaşılmaktadır. İçinde yaşadığı insanların en önemli özelliğinden biri edilgenlik olan ülke de, iktidarın sanata ve sanatçıya tutumu, kitlenin davranışını etkilemesi kaçınılmazdır. Osmanlı mirasını Cumhuriyet dönemiyle ilişkilendirerek, modern ve batılı sanat hareketlerini, züht olarak tanımlamak birazdan vereceğim örneklerin doğrudan sebebidir. Zira dinden bağımsız fikir, ideal ve hayat biçimini kabul etmeyen bir kitlenin, iktidar aracılığıyla sanatı ucube olarak algılaması vereceğim birkaç örneğin doğrudan sonucudur.

a. Müstehcen Heykel:

“İzmir’de, yoğun kullanılan metro istasyonlarından İzmirspor durağına yerleştirilen yarı çıplak ahşap müzisyen heykeli tartışması devam ederken, AK Parti Karabağlar Meclis Üyesi Emrullah Kavuz, heykeli müstehcen olduğu gerekçesiyle kapattı.

Yanında getirdiği bir bezle heykelin bir kısmını kapatan, Emrullah Kavuz,  İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’na seslenerek, “Bu millet sana belediyecilik anlamında hizmet edesin diye oy verdi. Bu milletin ahlaki değerleriyle oynayasın diye değil. Bütün İzmir halkı şuan bu heykelden dolayı sizden nefret ediyor” dedi.

Yaşanan ilginç protesto eylemi sırasında metronun güvenlik görevlileri heykelin olduğu noktaya geldi.

Güvenlik görevlileri, Emrullah Kavuz ve beraberindekileri eylem nedeniyle uyardı.

Protesto, daha sonra olaysız bir şekilde sona ererken, görevliler heykele bağlanan bezi sökerek alanı boşalttı.” 05.05.2016 Perşembe[3]

Bu eylemden yaklaşık 2 yıl önce Kars’ta bulunan “İnsanlık Anıtı” adlı heykelin dönemin Başbakanı R.T. Erdoğan tarafından “ucube” olarak eleştirilmesi ve ardından heykelin kaldırılması ile sonlanan olaydan bağımsız düşünülmesi mümkün değildir. Zira iktidarının ve particiliğin, takım tutmak ve holiganizmden farksız olduğu Türkiye’de iktidarın söylem ve tutumlarıyla, sıradan halkın diyalog ve eylemleri birebir örtüşmektedir. Öte yandan Müstehcen Heykel olayının, iktidarın kendini tanımladığı, siyasal İslamcı kanadın fikirleriyle paralel olması bakımından, halkın sanat ile neyi aldığından çok sanata nasıl baktığını da ortaya koymaktadır.

b. Sanatı okuma

Türkiye’de birçok eser, sanatçının ifade ettiğinden çok farklı bir şekilde anlaşılmakta ve değerlendirilmektedir. Bu sanatın her izlenimde farklı anlamlar yüklediği bilinçli bir topluluğun refleksi olmadığını göstermek adına birkaç örnek sunmak yararlı olacaktır.

“Özgürlük Parkı girişinde bulunan `Kitap Okuyan Adam` heykeli bazı kişilerce çeşitli karalamalara maruz kalmış durumda. Gözleri boyanan, karalamalar yapılan heykelin üzerinde kimi aşkını ilan etmiş, kimi de yazılamalar yapmış… “[4]

“Kayseri’de 14. yüzyıl Selçuklu eseri Döner Kümbet’in duvarı kendini bilmez kişi ya da kişiler tarafından sprey boya ile yazı yazıldı.”   [5]

“İtalya’nın başkenti Roma’da, 1800 yıllık sütuna adını yazan bir Türk öğrencinin gözaltına alındığı, para cezası ödedikten sonra serbest bırakıldığı belirtildi.”[6]

“Bartın’ın Amasra ilçesinde, Roma döneminde yapılan yaklaşık 2 bin yıllık Kuşkayası Yol Anıtı’na sprey boyayla yazı yazarak sosyal medya hesabında paylaşan kişi hakkında soruşturma açıldı.”[7]

Bu ve bunlar gibi birçok akıl almaz eylem, neredeyse her gün gerçekleşmektedir. Bu gibi bir eylemde bulunan insanın sanatla olan ilişkisinin neliğine dair bir şey ortaya koymak mümkün değildir. Ancak bu bireylerin 21. Yüzyıl Türkiye’sinde neden arttığını düşünürsek, iktidar ve sanatın toplum üzerinde ne gibi devinimlere sebep olduğunu görebiliriz. Türkiye iktidarının, siyasi söylemleri ve kalkınma projeleri, 2002’den günümüze kadar, sanatın toplumun bir parçası ve yüceliğine dair bir iz barındırmadığından, halkın sanat olan bağı verdiğimiz örneklerin doğrudan sebebidir.

c. 15 Temmuz Tiyatrosu

“Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Dairesi’ne bağlı Şehir Tiyatroları, ‘’15 Temmuz Milli İrade Destanı’’ tiyatro oyunu yazma yarışması düzenliyor. Yarışmayla 15 Temmuz darbe girişimi benzeri bir felaketle tekrar karşılaşmamak için, gelecek nesillerimizin tiyatro sanatı üzerinden bilinçlendirilmesi amaçlanıyor.”[8]

Bir ulusun tarihini liderlerinin eylemleri belirleyeceği gibi, liderin emri doğrultusunda, yalanı, yanlışı, doğru olmayanı sanatın gerçeği ve hakikati gösterme ideali arkasına gizleyerek, bugün olmasa bile gelecekte kendini aklamaya çalışması muhtemeldir.  Bir başka ifadeyle sanatın hakikatiyle, gerçeğin akla sığmaz acıları hafifletilmeye çalışılabilir. Öte yandan sanat ile oluşturulması mümkün olan tarih, her ne kadar sanatın diliyle olmaklığı bakımından, hakikate yakınlık barındırması gerekse de, iktidarın tekeline kalmış sanatçılar nedeniyle gelecek kuşaklara kalacak sanat eserleri birçok açıdan tartışmalı olması kaçınılmazdır. Bu bakımdan işlemek istediğimiz konunun tam bir örneğini oluşturan bu durumda, iktidar, kendi çocuğunun ihanetini anlatırken, bu ihanetin sorumluluğundan da kendisini muaf kılma gayreti içerisindedir. Bu bakımdan 15 Temmuz hadisesi, sanatın ve iktidarın sanatçısı olanların işlediği eserlerle gelecekte ne şekilde anılacağı meçhuldür Öte yandan toplumun her kesimini ilgilendiren ve her sınıfın yaşam pratiklerine müdahil olan darbe tiyatrosunun belediyelerce düzenlenen yarışmalarda şekillenmesi bu olaya taraflı bir yaklaşımı doğuracağı aşikardır. İktidar bu hadisenin anılması ve ders alınması gereken bir durum olduğundan dolayı mı sanatı aracı olarak kullanmakta yoksa gelecekte darbecilerle adının aynı çerçevede anılmamasını sağlamak için mi sanata sığınmaktadır. Sanat, iktidar için bir ağlama duvarı mı yoksa bir arınmanın aracı mıdır? 15 Temmuz hadisesine kadar, iktidarın elinde olduğu belediyelerin sanatla olan iştigali yok denecek düzeyde iken, bu olay sonrası sanatın köklerine neyi aşılamak gayretinde olabilirler? İktidar, sanat, eğitim ve bilim için, dini ritüellere harcanan paranın binde birini harcamaz ve bu küçük harcamaları bile fazla görürken, bu hadisenin her alanda yeniden inşaası için kaynaklarını seferber etmesinin temel sebebi ne olabilir? Sanatsal eylem alanları oluşturmadıkları gibi varolan sanat alanlarını da tahrip ve yok etme politikası ile sanatın muhalif gücünden çekinen iktidar, neden sanatın icrası için can atıyor olabilir? Acaba yazılan “darbe tiyatrosu” okunmak mı yoksa oynanmak için midir? Zira oynanmak için yazılan ve yazdıranın iktidar olduğu bir tiyatro metininin, vuku bulacağı bir sahne söz konusu mudur? Devlet Tiyatroları’nı özelleştirilme uğraşında olan, özel tiyatrolara türlü vergiler ve telif haklarıyla, altından kalkılması imkansız maddi buhranlara sürükleyen güç, bu destanı kazandığı sokaklarda mı gösterime sunacaktır?

3. Sonuç

Antiklerden günümüze sanatın ve sanatçının iktidar ile ilişkisi her daim sorunlu ve sancılıdır. İktidar varlığını devam ettirme, sanat ise varolunun yanlışlarını ortaya çıkarma – muhalif olma – idealinden hareketle ateş ile barut olarak bir araya gelmesi zor ikilidir. Ancak bu zorluk iktidarın, namlunun ucuna düşmanını yerleştirmesi suretiyle çok kolay şekilde aşıldığı gibi baruta muhtaç olduğu da ortaya çıkmaktadır. Bu örnekten hareketle düşünecek olursak, iktidarın gerek Türkiye gerekse dünya konjektörün de sanat ile bağı söz konusu olduğunda anlaşılması gereken tek şey ortak bir düşmanın varlığıdır. Ve bu düşman toplumun genelinden ziyade iktidarın özel hasmıdır. Bir başka ifadeyle siyasi iktidarın pis işlerini yaptırdığı sanat, bağımsız olmadığı sürece hakikate en yakın edim olmaklığı tartışmalıdır.

Kaynakça

Adorno, T. W. (2004). Edebiyat Yazıları. İstanbul : Metis Yayınları.

Aristoteles. (tarih yok). Poetika; Şiir Sanatı Üstüne. Can Yayınları.

Cevizci, A. (2010). Felsefe Tarihi. Say Yayınları.

Eagleton, T. (1998). William Shakespeare . İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.

Freud, S. (2009). Uygarlığın Hoşnutsuzluğu. İstanbul: Metis Yayınları.

Sarıbay, A. Y. (2014). Postmodernite Sivil Toplum ve İslam. Sentez Yayınları.

Shakespeare, W. (2004). Hamlet. İstanbul: Timaş Yayınları.

Soykan, Ö. N. (2000). Müziksel Dünya Ütopyasında Adorno İle Bir Yolculuk . İstanbul: Bulut Yayınları.

Tanilli, S. (2014). Uygarlık Tarihi. Cumhuriyet Yayınları.

Yolsal, Ü. H. (2003). Felsefe Sözlüğü. Bilim ve Sanat Yayınları.

Dipnotlar

[1]Besim F. Dellaloğlu, “Bir Giriş: Adorno Yüz Yaşında”, Cogito, Sayı: 36, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Yaz, 2003, s. 28-29

[2] http://www.felsefe.gen.tr/felsefe_acisindan_sanat.asp

[3] http://www.cnnturk.com/turkiye/izmiri-karistiran-heykele-bez-bagladilar

[4] http://www.canakkaleolay.com/Sanata-saygisizlik-38606

[5] https://www.haberler.com/7-asirlik-kumbet-duvarina-sprey-boya-ile-yazi-8000700-haberi/

[6] http://www.ntv.com.tr/dunya/romada-1800-yillik-sutuna-adini-yazan-turk-ogrenci-gozaltina-alindi,mI6yw3SZREaK2vz3Eee0Ag

[7] https://onedio.com/haber/2-bin-yillik-roma-anitina-spreyle-zalim-yazdi-686093

[8] http://tiyatro.kocaeli.bel.tr/icerik/15-temmuz-unutulmayacak/36/36947.aspx