Günlüğün bu kısmında Erasmus ve Polonya hakkında yazmaktan çok, hemen hemen bütün erasmus öğrencilerinin hayali olan, kısa Avrupa turu macerasından bahsedeceğim.Günlüğe başlık olan İnterrail aslında Avrupa’da kullanılan bir bilet. Daha önce sadece 24 yaş altı öğrenciler için düzenlenmiş olan bu uygulama artık her yaştan insan tarafından kullanılabiliyor.

Sponsor Bağlantılar

ERARMUS GÜNLÜĞÜ 3

İnterrail Macerası

Biletin anlatıldığı web sayfasında geçen şu ifade aslında her şeyi anlatıyor; ”İçinde Biraz Evliya Çelebilik Ruhu Olan Herkes İçin Sihirli Bilet”. Biletin çeşitli seçenekleri mevcut; sadece bir ülke için şehirler arası sınırsız kullanım, Ülkeler arası kullanım gibi. Bilet hava yolları haricinde demiryolu başta olmak üzere tüm ulaşım araçlarında kullanılabiliyor. Bu bileti ulusal nitelik taşıyan bütün devlet şirketleri ve özel şirketler onaylıyor. Bunu adı Türkiye’de TCDD, Polonya’da PKP, Almanya’da DB, Hollanda’da NS, Belçika’da SNCB, Fransa’da SNCF. Bilet için farklı gün seçenekleri bulmakta mümkün; 30 gün içinde 22 defa,10 gün içinde 5 defa gibi. Ben ekonomik olması ve zamanı düşünerek 10 gün içinde 5 kullanımlık olanı tercih ettim. Bu bileti tüm Avrupa Ülkelerinde belirtilen süre içinde istediğiniz zaman kullanabiliyorsunuz, bilet zaten tamamen özgür bir düşünceyle oluşturulmuş. Benim seçtiğim 2. sınıf koltuk için159 € ödedim. Yolculuğunuz boyunca en hızlı ve konforlu trenleri kullanacağınız için bazı firmalar daha önceden yer rezervasyonu yaptırmanızı istiyor. Tekli koltuk, cam kenarı, yataklı gibi yer seçenekleri için 4 € ile 25 € arasında değişen rezervasyon ücreti ödemelisiniz (Bu ücret standart koltuk için!). Ayrıca numarasız koltuğu olan trenler için rezervasyon zorunlu değil. Benim gibi sınırlı şartlar altında Avrupa turu yapmaya çalışıyorsanız, her kuruş (cent!) sizin için önemli olacaktır.

Almanya’nın en hızlı trenleri olan IC (İntercity) ve ICE (İntercity Express) trenleri için rezervasyon ücreti 4 €, Fransa’ya doğru gittikçe fiyatlar artıyor Brüksel’de 16 €, Paris’te 25 € ödedim rezervasyon için.

Evet bu kadar İnterrail açıklamasından sonra yolculuğa başlamanın zamanı geldi galiba… Her ne kadar 22 Aralık 2007 tarihinden sonra Polonya Schengen Ülkesi oluyor, vize gerekmiyor deselerde, hiç kimse net bir bilgi vermediği için biz emin olmak ve bir sorunla karşılaşmamak için vize alıp öyle gitmek istedik. Bize sadece 1 saat uzaklıkta olan Polonya’nın en büyük şehirlerinden biri olan Wroclaw da Almanya Elçiliğinin olması sevindiriciydi. Ama elçilik vize bölümünde görevli olan memur bayanın bir Türk düşmanı gibi davranması ve vize başvurusu yapan Türklerin % 99’unun vize alamaması gerçekten kötü bir deneyimdi. Maalesef vize için gerekli tüm evraklar (Başvuru formu, davetiye ya da Otel rezervasyonu, Banka hesabında para, Erasmus öğrenci belgesi, sağlık sigortası ya da Euro 26 uluslar arası öğrenci belgesi vs) hazır olmasına rağmen maalesef bende vize alabilen %1’lik dilim içine giremedim. Yapılabilecek ikinci şey, başkent Varşova’daki Almanya konsolosluğunu denemekti. Diğer gruplardan gelen haberlere göre konsolosluktaki vize sorumlusunun Türklerden nefret! etmeyen biri olması, vize almayı kolaylaştırıyordu, belge eksiği olmayanların hemen hepsi vize alabiliyordu. Nihayet öyle de oldu, 6 saatlik yorucu bir tren yolculuğunun ardından 20 günlük çok girişli vize aldım. Elbetteki konsolosluk vizeyi vermemek için elindeki tüm kozları kullanıyordu, belki 2.5 milyondan daha fazla Türk’ün Almanya’da yaşaması ve ülkenin artık daha fazla Türk istememesi nedeniyle, geri dönmeme ihtimali olan hiç kimseye vize vermek istemiyorlardı. Davetiyesi olmayan arkadaşlardan gidiş ve dönüş biletinin aslını istediler. Ayrıca eğer davetiyeniz yoksa banka hesabınızda seyahatiniz için yetecek kadar para olmasını istiyorlardı. Ellerindeki son koz olan biyometrik fotoğraf isteme yolunu da denedikten sonra hala pes etmeyip yeni fotoğraf çektirdiyseniz, vizeyi veriyorlardı. Benim belgelerde eksik olmadığı için böyle bir sorunla karşılaşmadım, uzun bir uğraştan sonra 30 gün içinde 20 gün süreli vize aldım, uğraşmak gerekti çünkü 2 haftadan fazla vize vermek istemiyorlardı.

Almanya’nın Köln şehrindeki gece yarısı kontrolünü ve Amsterdam’a girerken Trendeki Sınır Polisinin kontrolünü saymazsak başka hiçbir yerde pasaport soran olmadı. Ama Hollanda Polisleri ellerindeki merceklerle pasaportun üstündeki mühürleri ve tarihleri uzun uzun incelediler. Başkent Varşova’dan Berlin’e geçmek için bilet araştırmasına başladığımızda, Christmas ve Yeni Yıl yoğunluğu nedeniyle özellikle uçak bileti çok pahalıydı. Polonya’dan Berlin’e geçmek için en ekonomik yol Polonya’nın sınır şehri olan Szczecin’e geçmekti. Varşova Szczecin arası 6-7 saatlik yol olmakla birlikte ekonomikti. Oysa Varşova’dan direk Berlin’e 100 € altında uçak veya tren bulmak mümkün değilken Varşova’dan Szczecin’e 46 Zloty, Szczecin’den Berlin’e 60 Zloty olmak üzere toplamda 106 Zloty (30 €) gibi bir rakama Berlin’e ulaşmak mümkün oldu. Maalesef istemeyerekte olsa iktisat için bu tür muhasebe hesapları yapmanız gerekecek.

Beslenme ihtiyacını Fast Food ve market alışverişleriyle çözeceğinizi düşünürsek, çözüm bulmanız gereken ikinci konu barınma ihtiyacıdır. Öğrenciler için en uygun konaklama yeri elbetteki Avrupa’da çok yaygın olan hostellerdir. Hostellerde Otel rahatlığında tek kişilik odalarda var, bizim KYK gibi öğrenci yurtlarına benzer seçeneklerde mevcut. En ucuz barınma dorm olarak adlandırılan kalabalık odalar, aslında oda demek doğru olmaz, aynı ortamda kalan kişi sayısı 4’ten başlayıp 20’ye kadar çıkabiliyor. Fiyatlarda benim kaldığım hostellerde 9 € ile 30 € arasındaydı. En ucuz 9 €’ya Berlin’de en pahalı da 28 €’ya Paris’te kaldım. Bu arada hızla büyüyen ve Türkiye’den, özellikle İstanbul’dan çok fazla üyesinin olduğu tamamen gönüllü kişiler tarafından yönetilen bir web sitesi var. Tüm dünyadan insanlar bu siteye üye olup, profil oluşturuyor ve seyahatleri sırasında diğer ülkelerde farklı insanların misafiri olabiliyorlar. Misafiri olacağınız kişi size şehir gezisinde yardımcı olabilir, sizi evinde misafir edip sizin için yöresel yemek hazırlayabilir, bu tamamen karşınızdaki kişi ve sizin aranızdaki iletişim gücüne bağlı. Eğer biraz maceraperest ve yeni kültürler, yeni insanlar tanıyıp, gezip tozmayı seven biriyseniz size, www.hospitalityclub.org portalını ziyaret etmenizi tavsiye edebilirim.

Evet artık başlıyoruz; BERLİN-HAMBURG/ALMANYA 4 farklı ülkede 5 farklı şehir gezebildim bu 10 gün içinde, ilk durağımız Almanya’nın başkenti Berlin’di. Almanya… Avrupa birliğinin kurucu ülkelerinden biri olan Almanya 82 milyonluk nüfusuyla Avrupa Birliğinin en kalabalık ülkesi, ülke 16 eyaletten oluşuyor, 3.5 milyon nüfuslu Berlin ülkenin en kalabalık şehri, ayrıca bu şehirde 120 bin civarı Türk yaşıyor. Almanya’ya giderken ilk dikkatimi çeken şeylerden biri Elektrikli trenlerdi, daha öncede bahsettiğim gibi Polonya’daki trenler Türkiye’deki trenlerle hemen hemen eşdeğer genelde, İntercity adı verilen bir trenin biraz daha hızlı ve konforlu olduğunu söyleyebilirim. Szczecin’den Almanya’nın Polonya’ya sınır şehri olan Angermünde’ye 2 katlı gayet hızlı ve konforlu bir trenle geldik. Bu şehirdeki aktarma ile asıl hızlı trene geçtik. ICE (İntercity Express) ismindeki bu tren her ne kadar Japonya’daki trenler kadar hızlı olmasa da saatte 200 kilometrenin üzerinde hız yapabiliyordu belki daha fazla. Tren’in içi gayet nezih, çok iyi tasarlanmış ve bir o kadarda rahattı. Öyle ki trenin içinde diz üstü bilgisayarınızla wireless kullanmanız bile mümkün. Treni sadece bir ulaşım aracı olmaktan
çıkarıp tüm ihtiyaçlarınıza cevap verebilecek, ev rahatlığında keyifli bir seyahat aracına dönüştürmeyi başarmışlar. Bir kuş kafasını andıran tren lokomotifi ise ayrı bir tasarım harikası. Bu geziden sonra gerçekten Almanya’nın ikinci Türkiye olduğu görüşüne katılmamak mümkün değil. Öyle ki gazete bayilerinde onca yabancı gazetenin arasında Milliyet, Hürriyet, Zaman, Fanatik gibi gazeteleri gördüğümde çok heyecanlandım.Yine Avrupa’da kebap olarak bilinen döner dükkanlarını ve Türk Lokantalarını her yerde görmeniz mümkün, zaten Türklere ait olduklarını isimlerinden anlayabilirsiniz; Fatih Servet, Kebab of Sultan, Cappodocia Kebab, İstanbul Lokantası…

Birine bir şey mi sormak istediniz yanınızdan geçen her 10 kişiden en az biri çok büyük olasılıkta Türk’tür. Şehirdeki Türk nüfusu o kadar önemsenecek düzeydeki yapılan düzenlemelerde Türkleri de düşünüyorlar. Mesela Almanya’nın TCDD’si olan, www.db.de adresinde İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca gibi dil seçeneklerinden biri de Türkçe. Yine Avrupa’da çok yaygın olan ve her şeyi makineleştirmeye doğru giden, büyük kolaylık ve zaman tasarrufu sağlayan otomatik bilgi öğrenme ve bilet satın alma makinelerinde Türkçe dil seçeneğinin olması etkileyici ve gurur vericiydi. Bu alışılmamış bir durum olmasa gerek Türkiye ve Türkçe için. Almanya’ya gidipte Turkish Pizza yemeden dönmeyin haa! Şaka bir yana Turkish Pizza olarak adlandırılan Lahmacundan tutunda, Çiğ Köfteye, Adana Kebap’a kadar yöresel lezzetleri bulmanız mümkün Almanya’da. Berlin’de Küçük İstanbul olarak bilinen ve hep Türk işyerlerinin bulunduğu bir sokak varmış ama görmek kısmet olmadı. Türk berberinden, Türk Elektrikçisine kadar her şeyi bulmanınız mümkün Almanya’da.

Polonya’da yalnız geçen o kadar zamandan sonra, Türkleri ve Türk işyerlerini gördükçe çok mutlu hissettim kendimi, tabi tartışmaya açık bir konu; ”İnsanların ekonomik kaygılar nedeniyle yabancı ülkelerde yaşaması” üzücü ve sevindirici tarafları var. Özellikle Türkiye dışında doğan çocukların Türk kültürünü bilmemesi ve giderek öz değerlerini kaybetmesi, Türkçe’yi yeterince öğrenememesi ve etkin kullanamaması, bir çeşit dil ve kültür yozlaşması değil midir? Maalesef yeterince bilinçli ailelere sahip olmayan gurbetçi Türk çocukları, yine ekonomik kaygılar nedeniyle, zorunlu eğitimi tamamladıktan hemen sonra, hatta daha okula devam ederken çeşitli işlerde çalışmaya başlamaları ve birçoğunun direk iş hayatına girdikleri için daha sonra okulu bırakıp eğitimsiz kalmaları gerçekten üzücü. 17-18 yaşındaki gençlerle bir lokanta’da yemek yerken muhabbet ettiğimde bunu daha iyi anladım. Hele Brüksel’de daha ilkokula giden ve arkadaşlarıyla yılbaşı gecesi sokağa dolaşmaya çıkmış, kalbi tertemiz ama dış görünüşü ve tavırları ister istemez çevresinin etkisiyle değişen gencecik bir çocuğun “Abi Emirdağ (Afyon) nasıl bir şehir diğer şehirlerin içinde?” sorusu, belki 14-15 yaşında olan bu çocuk için aslında bir çok şeyi özetliyordu. Evet bütün genellemeler yanlış olduğu gibi böyle bir genelleme yapmakta doğru olmayacaktır, mesela o gün sabah bir Türk gazetesinde, Almanya’da yaşayan bir Türk kızın 2 yılda nasıl üniversiteyi bitirdiğini, Üniversiteyi 2 yılda ve en yüksek derece ile bitiren ilk Türk olduğunu anlatan ve gazetenin “Gururumuz” başlığını attığı yazıyı okumuştum.

Yurtdışındaki Türklerin yaşamına dair anlatılacak pek çok şey var aslında gözlemlediğim, ama son olarak dikkatimi çeken bir şey çoğu eğlence mekanında Türkçe hareketli müzik parçalarının çalmasıydı, tabi ki Polonya’da da olduğu gibi başta Tarkan olmak bazı sanatçılar çok iyi tanınıyorlar. Bunu nasıl başardı bilmiyorum ama mesela Tüm Avrupa Tarkan’ı biliyor. Belki de Türkiye’nin tanıtımını Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan daha iyi yapıyor.

Evet Almanya’daki Türklerin yaşamları böyle, gelelim Berlin’e; Berlin gerçekten Avrupa başkenti olmayı hak etmiş bir şehir, gerek tarihiyle doğal güzelliğiyle, gerekse mimarisi ve çok kültürlü yaşam biçimiyle, gerçekten görülmeye değer bir şehir. 2. Dünya savaşından sonra Almanya doğu ve batı Almanya diye ikiye ayrıldığında Berlin’de ikiye ayrılmış, bugün bile Berlin’in iki ayrı merkezi var; Alexanderplatz ve Zoo. Şehirde mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri şehrin ismiyle özdeşleşmiş olan Berlin Duvarı, duvardan sadece beton yığını kalıntılar kalmış olmasına rağmen rehber tarihi hakkında bilgi verdiğinde o duvar büyüdü ve bir hayal dünyasına dönüştü… Alexandraplatz’ın merkezinde bulunan TV kulesine çıkıp tüm Berlin’i kuş bakışı seyretmelisiniz ikinci olarak. Berlin’deki Avrupa’nın en büyük ve en modern tren istasyonu Hauptbahnhof’ta iner inmez 2. kattaki Fatih Servet isimli Türk Lokantasında bir şeyler yemenizi ve Garın hemen önünde bulunan “City Tour”lardan birine katılmanızı tavsiye ederim. Çift katlı otobüslerle yapılan bu tur yaklaşık 2 saat sürüyor, hem doğu hem batı Berlin’in bütün güzel ve turistik yerlerini geziyor. Otobüsün üstü açık olan 2. katında bir yandan rehberi dinlerken bir yandan da çok güzel şehir fotoğrafları çekebilirsiniz…

AMSTERDAM/HOLLANDA Bilmiyorum ki nasıl anlatmalı bu şehri, her yıl 25 milyon turist alan Paris’ten daha çok sevdim ben bu şehri, 3 gece 4 gün geçirdim bu şehirde. Avrupa Birliğinin 6 kurucu ülkesinden biri olan Hollanda aslında sadece 16 milyon nüfusa sahip olan küçük bir ülke ama bu nüfusuna rağmen Avrupa’nın gerçekten sağlam bir ekonomisi olan, en güçlü ülkelerinden biri. Meşruti Monorşiyle yönetilen Hollanda’da Kraliçe ve ailesi aynı zamanda ülkenin tüm yönetim merkezlerinin bulunduğu Lahey şehrinde yaşamaktadır, ama ülkenin kültürel ve mali başkenti adını kuzey denizine dökülen Amstel nehrinden alan Amsterdam şehridir. Amsterdam’ı anlatan bir yazıya atılabilecek o kadar çok başlık var ki: ”Sınırsız Özgürlükler ve Eğlence Şehri”, ”Kanallar Şehri”, ”Gece Uyumayan Şehir”, ”Bisikletler Şehri”, ”Dünya’nın en lezzetli peynirlerini üreten şehir”, ”Dünya’nın Lale Başkenti”, ”Halkının en az 2-3 dil bildiği şehir”… Ayrıca genel Avrupa Mimarisini görmek istediğinizde sadece bu kente gelmeniz yeterli, gerçekten harika bir mimarisi var. Berlin’den sonra uğradığım Almanya’nın en büyük eyaletlerinden olan Hamburg’da geçirdiğim iki günün ardından Amsterdam’a gidiyorum, Tren hızla yoluna devam ederken dışarıdaki güneşli ve giderek ısınan hava bu gezinin güzel geçeceğinin işaretlerinden biriydi belkide, Almanya’daki soğuk havadan sonra deniz seviyesi’nin altındaki bu şehir bana Antalya gibi geldi. Almanya’daki görkemli tren garlarından sonra Amsterdam’a geldiğimizi söyleyen yanımdaki Meksikalı’ya arkadaşa inanmak istemedim çünkü tren istasyonu beklediğim Amsterdam görüntüsünden çok uzaktı. Trenden iner inmez hemen istasyonun karşısında gördüğüm “Döner Company” yazısını görünce acıktığımı hissettim. Bir şeyler yedikten sonra her yerde yaptığım gibi Turist Bilgi Ofisine gidip şehir ve hosteller hakkında bilgi alıp ve şehir haritası istedim.

Merkezde bulduğum hostellerin hepsi dolu olduklarını söylüyorlardı. Yaklaşan yeni yıl nedeniyle her yer turist kaynıyordu. Sonra bir Türk taksicinin de yardımıyla şehrin aşağı yakasında bulunan “Flying Pig” isimli bir hostelde kalmak zorunda kaldım, her ne kadar ismi hoşuma gitmese
de hostel de tanıştığımız 6 İtalyan gençle birlikte çok güzel zaman geçirdik. İlk akşam genel bir şehir turu yaptıktan sonra şehrin büyüsüne kapılıp ikinci gün için gideceğim yerleri haritadan işaretlemeye başladım. Şehirde ilk dikkatimi çeken şehri adeta örümcek ağı gibi örmüş iç içe geçmiş ay şeklindeki dev su kanallarıydı. Shell gibi dev bir petrol firmasına sahip olan bu ülkeyi ve ülkenin petrol kolonilerini düşündüğümde bu kanalları nasıl ve ne amaçla kurduklarını anlamam güç olmadı, Kuzey Denizini adeta şehrin içine taşımışlar. 1 milyon civarı nüfusu olan şehirde 600 bin bisiklet olduğu bilgisini internetten okumuştum, gidince gördüm ki gerçekten şehrin her yerinden her an bir bisikletli aile çıkabilir, çünkü burada bisiklet bir aile ulaşım aracı şehirde arabadan çok bisiklet var. Üzerindeki takım elbiseyle bisiklet üzerinde işyerine giden bir iş adamını ya da kendi, eşi ve çocuğu 3 ayrı bisiklet üzerinde bir yere giden bir aileyi görmeniz mümkün bu şehirde. Avrupa’nın en uzun boylu insanları Hollandalılar, sürekli bisiklet kullandıkları için belki de bir o kadarda sağlıklı insanlar, burada öyle şişman, obez birine rastlamanız çok zor. Dünyaca ünlü Heineken birasının memleketi burası, gerçekten onların ismini özgürlük koyduğu pek çok özgürlüğe sahipsiniz bu şehirde; 5 grama kadar uyuşturucu taşımanın, satmanın ve kullanmanın serbest olduğu bu şehirde, kahvehanelere (Coffeshop) gidip kendinize tütün-marihuana karışımı özel bir karışım hazırlayabilirsiniz ya da Mushroom dükkanlarına gidip çok daha farklı tatlar deneyebilirsiniz! Dünya’nın belki de en büyük genelev bölgesi olan Kırmızı Işık Bölgesi (Red Light District), Şehirde sayısı marketlerden çok daha fazla olan sexshoplar, insanlar arası bütün ilişkiler düşünülerek yapılmış çeşit çeşit disko, bar ve eğlence merkezleri ve yine belki dünyada sadece Amsterdam da bulunan Sex Müzesi onlara göre özgürlük, bana göre sapık bir düşünceden başka bir şey değil! Şehirde polislerden çok esrar satıcısı zenciler var. Tabii şehrin benim asıl beğendiğim çok güzel tarafları var, hayvanlara karşı biraz ilgisi olan biri Hollanda ineğinin ismini mutlaka duymuştur, hostelde açık büfe kahvaltıda yediğimiz birbirinden lezzetli peynirlerin tadı hala damağımda, 4 mevsim yeşil olan Van Gogh müzesinin çimleri üstünde Meksikalı arkadaşla yaptığımız muhabbet, unutulacak cinsten değildi. Amsterdam’ı ziyaret edeceklere dünyanın bugüne kadar gelmiş geçmiş en iyi ressamlarından biri olan Van Gogh’un müzesini, Rıjks müzesini ziyaret etmelerini, Hollanda’nın simgesi olan yel değirmenlerini görmelerini, Avrupa’nın en büyük limanı olan Rotterdam limanını ziyaret etmelerini ve eğer özellikle yaz döneminde gidiyorsa rengarenk lale bahçelerini görmelerini mutlaka tavsiye ederim…

BRÜKSEL/BELÇİKA Avrupa Birliğinin kurucu ülkelerinden olan 10 milyon nüfuslu bir ülke Belçika, Resmi dilin Felemenkçe olduğu Flaman bölgesi, resmi dilin Fransızca olduğu Volonya bölgesi ve her iki dilinde kullanıldığı Başkent Brüksel olmak üzere ülke 3 bölgeden oluşuyor. NATO merkez karargahı, AB Komisyonu, AB Bakanlar Konseyi, Avrupa Parlamentosu gibi pek çok önemli kurumu bünyesinde barındıran bu ülkeye diğer birçok ülkeden, Türkiye’den çoğunlukla Afyon Emirdağ’dan gelip buraya yerleşmiş çok fazla yabancı var. Brüksel’de geçirdiğim yılbaşı akşamından sonra şehirden hemen ayrıldım çünkü şehrin binalarından başka bir şeyi olduğunu düşünmüyorum! Sevemedim bu şehri, belki de Amsterdam’dan sonra bu şehri gezdiğim için böyle bir izlenime kapıldım. Zaten tren istasyonunda iner inmez edindiğim ilk izlenim aydınlatmadan yoksun karanlık bir şehir olduğu izlenimiydi. Hostel’e valizimi bıraktıktan sonra, şehri dolaşmaya çıktım ama Turist Bilgi Ofisi kapalı olduğu için harita alamadım, rast gele şehri gezmeye başladım sokaklarda. Çok geçmeden şehrin merkezi denilen yeri buldum, yeni yıl için kutlamalar, etkinlikler devam ediyordu. Akşam yemeği için uğradığım “Kebab of Sultan” dükkanının sahibi Brüksel’in tehlikeli bir şehir olduğunu, bu şehirde her gün hırsızlık, gasp gibi pek çok olay olduğunu hatırlatıyordu bana. Bir dönem Belçika sömürgesi olan Kongo’dan gelen zenciler şehrin her yerindeydi. Brüksel’de geçirdiğim yılbaşı gecesinin ardından 1 Ocak 2008 tarihinde Paris’e geçiyordum, ”Brüksel’e gitmek yerine Paris’ten sonra Roma’ya gitmeyi neden düşünemedim?” sorusunu hala soruyorum kendime…

PARİS/FRANSA Fransa… Almanya, Belçika, Lüksemburg, İsviçre, İtalya, İspanya gibi devletlerle komşu olan Rusya ve Türkiye’den sonra Avrupa’nın en büyük ülkesi. Dünya’nın en çok turist çeken ülkesi aynı zamanda, sadece Paris’e yılda 25 milyon turist geliyor. Fransızca hala dünyanın 2. büyük dili, 29 ülke bu dili resmi dil olarak kullanıyor. Nüfusu 63 milyon, Renault, Peugeot, Citroen gibi dev markaların sahibi, modaya yön veren ülke, lüksün ve pahalılığın başkenti, ayrıca gerçekten bir sanat ülkesi… Brüksel pişmanlığından sonra Paris’in en büyük istasyonu olan Gare De Nord’a geldiğimde kendimi tekrar iyi hissetmeye başladım, Berlin’den sonra Paris’teki bu istasyon gördüğüm en gelişmiş istasyondu; öyle ki demir ağlarla şehrin her yerine ulaşmak mümkündü, metro hatları, tramvaylar, banliyö trenleri daha onlarca hat. Bu şehrin gerçekten pahalı olduğunu daha şehre girer girmez hissetmeye başlıyordum, çevrede gezerek bulduğum tek yıldızlı ya da yıldızsız oteller geceliğine minimum 40-50 € gibi fiyatlar istiyorlardı. İnternetten araştırdığım hostellerin çoğunda boş yer yoktu, geç saatlerde bulduğum ve anlaşmak için Fransızca bilen Çinli bir arkadaşın yardım ettiği bir otele, 1 gece için 28 € ödeyerek ilk günkü barınma sorununu çözmüş oldum. O gece öğrendim ki Fransızlar İngilizce bilmiyorlar. Zaten kendi dilleri çok popüler, ayrıca okullarda öğretilen yabancı dil muhtemelen İngilizce değil. İlk gece sadece bir sokak gezintisiyle yetinip 2. gün için plan yapmaya başladım.

Otelde kalanlar hep Avrupa’da eğitim gören ve kısa geziler yapan öğrencilerdi, onlardan da şehirle ilgili tavsiyeler altıktan sonra ikinci gün soluğu Eiffel Kulesinde aldım. Paris’in simgesi olan bu Çelik yığını 320 metrelik kuleyi inceledikten sonra, önünde kuleye çıkmak için bekleyen belki 1000 kişilik kuyruğu gördüğümde, şimdilik kuleye çıkmaktan vazgeçtim. Yeni Yıl için kulenin üzerindeki ışıklandırma sistemi tamamen yenilenmişti. Kulenin üzerinde bulunan, ziyaretçilerin şehri kuşbakışı izlemek ve kulede bir şeyler içmek için sıra beklediği 3 farklı kat vardı, en alt kattan yukarı doğru yükseldikçe bilet için ödeyeceğiniz miktarda değişiyordu. Anladım ki Eiffel hem Paris’in simgesi hem de çok iyi bir para makinesi durumunda.

Eiffel’den sonra ikinci durağım Paris’in en meşhur caddesi olan Champs Elysees oldu. Bu caddeye geldiğimde Paris’in gerçekten ışıklar şehri olduğunu ve Avrupa’nın moda başkenti olduğunu anladım. Zaman ilerledikçe hava dondurucu olmaya başlıyordu, sadece fotoğraf çekmek için eldivenleri çıkardığımda birkaç dakika içinde ellerim tüm fonksiyonlarını kaybediyordu. O gece zaman ilerlediği için, içinde Mona Lisa tablosununda sergilendiği dünyaca ünlü Louvre Müzesine gitmeyi bir sonraki güne erteleyip yaklaşık 1 saatin üzerinde süren aktarmalı metro yolculuğundan sonra Disneyland’a geldim. Bir kaç saatlik geziden sonra sabah rezervasyon
yaptırdığım yeni hostele geçtim. Ertesi gün Paris Free Tour ile rehber eşliğinde 3 saatlik şehir turu yaptıktan sonra, şehri ortadan ikiye bölen Seine Nehri kıyısında dolaşıp, Louvre Müzesini gezdim. İnterrail biletinin son günü olduğu için o gece rezervasyon için 25 € ödeyip Paris’in son kazığını yedikten sonra! (zira Paris’te gezebileceğiniz her yer biletli ve tüm bilet fiyatları 10 €’nun üstünde) Paris > Brüksel > Amsterdam > Köln hattı ile Almanya’ya geldiğimde saat 23:00 olmuştu. Bileti kullanmak için sadece 1 saatim kalmıştı, saat 23:30 da Polonya’nın Ponzan şehrine giden trenle Erasmus Mekanımız Polonya’ya geri döndüm. Böylece 10 gün süren, gerçekten çok büyük deneyimler kazandıran İnterrail maceramız bitmişti. Polonya’da hayata kaldığımız yerden devam…Yeni bir günlükte görüşmek üzere…(03.01.2008)

Celal Karaca – Selçuk Üniversitesi