Birinci Perde

Sponsor Bağlantılar

Zekiye, sütannesi ile birlikte yaşayan on yedi yaşında genç bir kızdır. Henüz iki yaşındayken, babası rütbeleri elinden alındığı için utancından bir daha evine dönememiştir. Kocasının yokluğuna dayanamayan annesi, verem hastalığına yakalanmış, beş yıl bu hastalıkla pençeleştikten sonra ölmüştür. Zavallı Zekiye, iki yaşında babasını, yedi yaşında annesini, dokuz yaşında ise ağabeyini kaybetmiştir; sütannesiyle birlikte yaşamaktadır.
Zekiye birkaç gün önce sütannesiyle bir gezintiye çıkmış, gezinti sırasında İslâm Bey adında genç biriyle göz göze gelmiş, bu yakışıklı gençten çok etkilenmiştir. Aynı şekilde İslâm Bey de Zekiye’den hoşlanmıştır. İslâm Bey, yaşadığı bu tatlı heyecanı, genç kıza karşı duyduğu hayranlığı dile getiren bir aşk mektubu yazmış, mektubu da sütanneye teslim etmiştir. Elinde mektupla odasında heyecanlı bir şekilde dolanan Zekiye, duygularını dile getirir. Bu sırada İslâm Bey, pencere dibinde gizlenmiş, Zekiye’nin konuşmalarını dinlemektedir.

“Zekiye (yalnız): Ah, daima o! Gözümde o, hayalimde o!.. Bir kere sokakta gördüm; keşke yüzüne baktığım zaman gönlüme düşen ateş gözlerimi eritseydi. Daha bir bakışta, vücudumda ne kadar kuvvet varsa toplayıp da, gözlerimi başka tarafa çevirmek istedim. Eyvah!.. Ne vücudumda kuvvet buldum, ne gözlerime hükmüm geçti. Sanki ömrümde gördüğüm, işittiğim, okuduğum, düşündüğüm ne kadar güzel şey varsa hepsi bir yerde toplanmış da bir insan çehresi olmuş, karşıma gelmişti… Allah’ım! O mektup ne idi? Ateşle yazılsa insanın yüreğini o kadar yakmaz. Okudukça gözlerimden sanki yüzüme, göğsüme doğru damla damla alev parçaları saçıldı… Seviyorum, sevmekten bir türlü kendimi alamıyorum. O da beni seviyor; sevdiği mektubunda yazılı…” (s.15-16)

Zekiye kendi kendine konuşurken, İslâm Bey pencereden içeri girer. Sevdiği erkeği bir anda karşısında gören Zekiye, heyecan ve utancından ne yapacağını bilemez. İslâm Bey, Zekiye’nin kendisi hakkındaki güzel sözlerinden aldığı cesaretle duygularını genç kıza açar. Kendisini çok sevdiğini, kendisine bugün kavuştuğunu ve bugün ayrılacağını söyler. İslâm Bey, ülkesi tehlikede olduğu için cepheye gidip savaşması gerektiğini, bu yüzden de kendisinden ayrılmak zorunda olduğunu söyler. Zekiye, bu ayrılığı kabullenmek istemez.

“İslâm Bey: Gideceğim, gideceğim, gideceğim!.. Yoluma cehennemin ateşleri saçılsa yine gideceğim; göğsüme Azrail’in pençesi dayansa yine gideceğim.” (…)

Hiç nasıl olur ki vatan tehlike içinde bulunsun da ben evimde rahat oturayım!.. Hiç nasıl olur ki vatan muhabbeti bugün her şeyden mukaddes olsun da, ben yalnız senin muhabbetinle uğraşayım!.. Vatan!.. Vatan!.. Vatan tehlikede diyorum, işitmiyor musun? Beni Allah yarattı, vatan büyüttü… Ben anamın karnından vatana geldiğim vakit açtım; vatan karnımı doyurdu. Çıplaktım; vatan sayesinde giyindim. Vatanımın nimeti kemiklerimde duruyor. Vücudum vatanın toprağından, nefesim vatanın havasından… Vatanımın uğrunda ölmeyeceksem, ya ben ne için doğdum? (…)

… eğer vatanım için şehit olacak kadar bahtım varsa, o zaman sen de istediğin adamı seçip kabul edebilirsin.” (s.20-21)

İslâm Bey, mahallenin gençlerini toplar, onlara vatanseverlik duygularını kabartacak, cesaret verecek coşkulu bir konuşma yapar. Bu sırada Zekiye, odasında İslâm Bey’in konuşmasını dinlemektedir.

“İslâm Bey: Kardeşler; bayrağıma toplanmışsınız, iftihar ederim. Lakin bilmem benden memnun olacak mısınız? Ben kavgaya gidiyorum; fakat ölmek niyetiyle gidiyorum. Aylığım yok. İsteyenler yanımda gelmesin. Yağma düşünmem; düşünenler etrafımdan çekilsin. Rahat aramam; arayanlar arkamam düşmesin. Kurşundan, gülleden korkmam; korkanlar karılarının yanında otursun… Ölüm korkusunu bütün bütün gönlünüzden çıkarmak elinizden gelir mi?.. Arkadaşlar!.. Tuna boyuna gideceğiz. Tuna bizim için ölümsüzlük suyudur. Tuna aradan kalkarsa vatan yaşamaz, vatan yaşamazsa vatanda hiçbir insan yaşamaz… İnsan vatanının ayaklar altında çiğnendiğini görürse yaşayamaz… Biz ölmeyince düşman Tuna’dan geçemeyecek. Geçenler, bizi ya ölmüş yahut yaralı bulacak. Ben öleceğim diyorum; içinizden ölümden korkmayan kimdir? Arkamdan ayrılmamaya Allah’a ahdeder misiniz?

Beni seven (hiç)bir vakit ardımdan ayrılmaz!..” (s.26-28)

İslâm Bey, konuşmasının sonunda “Beni seven (hiç)bir vakit ardımdan ayrılmaz.” der. Bu söz, Zekiye’nin beyninde âdeta bir şimşek gibi çakar. Zekiye hemen o anda, ölen ağabeyinin kıyafetlerini giyer, erkek kılığına bürünür. Süratli bir şekilde evden çıkarak gönüllülerin arasına katılır. 

İkinci Perde

İslâm Bey, topladığı gönüllü askerlerle birlikte Silistre kalesine gider. Kalenin komutanı Albay Sıtkı Bey’dir. Albay, düşmanın suyu geçtiğini, birkaç güne kadar her tarafı kuşatacağını, sayılarının da çok fazla olduğunu söyler. Kalede kalıp savaşmak istemeyen kişilerin hemen gidebileceğini, buna izin verdiğini söyler. Albayın bu sözlerine karşılık, kaledekiler –yaşlısı, genci, çocuk yaştaki–  kaleye savaşmak için geldiklerini, canları pahasına kaleyi savunacaklarını söylerler.

Sıtkı Bey, kendisini Adem diye tanıtan Zekiye’yi pek çelimsiz gördüğü için kaleden çıkarıp evine göndermek ister. Fakat Zekiye, savaşmak için değil, ölmek için geldiğini söyler. Kalede kalma konusunda albayı ikna eder.

“Zekiye: Vatan için öleceğim, başka ne hizmet istersiniz? (…)

Ben size canımı arz ediyorum, siz bana yaşımın küçüklüğünü söylüyorsunuz. Buraya adam öldürmek için mi geldiniz, ölmek için mi? Öldürmek içinse beni de öldürün. Ölmek içinse, emin olun ki, sizden daha kolay daha rahat ölürüm.” (s.36)

İslâm Bey, yaralı bir halde kaleye getirilir. Sıtkı Bey, yaralı askere bakması için Adem’i görevlendirir. Adem (Zekiye) tam on iki gün boyunca yarı baygın bir halde yatan İslâm Bey’in yanından ayrılmaz, iyileşmesi için gece gündüz dua eder.

Albay Sıtkı Bey, Manastır’dan gelen bir mektubu okur, kızı Zekiye’nin kaybolduğunu öğrenir. Yarbay Rüstem Bey, on yedi yıl önce Ahmet adında çok sevdiği bir okul arkadaşının olduğunu, ancak on yedi yıldır ondan hiçbir haber alamadığını, kendisinin ona çok benzediğini söyler. Yarbay Rüstem Bey’in bahsettiği kişi aslında karşısında durmaktadır. Sıtkı Bey olarak bilinen albayın gerçek adı Ahmet’tir. Albay Sıtkı Bey, aynı zamanda Zekiye’nin babasıdır.

Sıtkı Bey’in hazin bir öyküsü vardır. Yıllar önce Ali adındaki bir asker arkadaşı, evine gelen ve karısına sarkıntılık eden komutanını tabancasıyla vurarak öldürmüş, bu yüzden kurşuna dizilme cezasına çarptırılmıştır. Ahmet Bey, bu olayda arkadaşını
haklı görmüş, askeri mahkemenin vermiş olduğu karara karşı çıkmıştır. Bu nedenle, bütün rütbeleri elinden alınmıştır. Askerlik mesleğine, vatanına gönülden bağlı olan Ahmet Bey, bu olaydan sonra utancından kimsenin yüzüne bakamamış, o günden sonra çok uzak bir bölgede görev almış ve bir daha da evine dönmemiştir. Bir anlamda hayata küsmüş, kendisini sadece vatanı için savaşmaya adamıştır. Tanınmamak için de adını Sıtkı Bey olarak değiştirmiştir. Rüstem Bey, arkadaşının gerçek kimliğini ele vermez, onun bu durumuna saygı gösterir.

Üçüncü Perde

İslâm Bey, kendine gelince yanı başında bekleyen, erkek kılığına girmiş Zekiye’yi hemen tanır. Zekiye, “Beni seven (hiç)bir vakit peşimden ayrılmaz.” sözüne takılıp peşinden geldiğini söyler.

Silistre kalesinde asker sayısı gün geçtikçe azalır; top, mermi, bomba gibi düşmana karşı kullanılan mühimmat da azalır. Düşmanın attığı bir gülle, paşayı öldürür. Bir kaymakam, başsız askerin savaşamayacağını, bu nedenle artık teslim olmaları gerektiğini söyler. İslâm Bey, bu sözleri duyunca deliye döner, kaymakama hakaretler eder. Yarbay Rüstem Bey ile Albay Sıtkı Bey, bundan sonra teslim sözünü ağzına alanın kurşuna dizileceğini söylerler.

“Bir Yarbay: Bundan sonra meram anlayacak bir şey kaldı mı ya? Kaleyi kim muhafaza edecek? Devlet burayı paşaya teslim etmemiş miydi? İşte bir gülle geldi, paşayı götürdü. Başsız asker nasıl kavga eder? Burada duralım da…

İslâm Bey: (Büyük bir öfke ile yerinden fırlayarak) Herif; şeytan mısın? Şeytandan daha alçak ve kötü ne olur? Casus!.. Mutlaka bu köpek casustur. Be edepsiz! Devlet bu kaleyi paşaya emanet ettiyse, senin benim burada ne işimiz var?.. Sen geberdin mi? Şu karşıda duranlar sağ değil mi? Yardım gelip de ne olacak? Asker kalenin neresine yetişmiyor? Sen bu vatanın ekmeğini yemedin mi?.. Devlete ilk hizmetin, bir kalesini düşmana vermek mi olacak? Senin beline o kılıcı, rastgeldiğine teslim edesin diye mi taktılar? Ne duruyorsunuz, niye bu köpeği kurşuna dizmiyorsunuz?”

Rüstem Bey: Ben, kale teslimini teklif eden haine, tüfek ağzıyla cevap veririm.
Sıtkı Bey: Elverir. Bundan sonra her kim teslim sözünü ağzına alırsa, kurşuna dizerim.” (s.52-53)

Albay Sıtkı Bey, çok zor durumda olduklarını, kurtulmak için tek çarenin düşman hattına gizlice geçilerek cephaneliğin patlatılması olduğunu söyler. Bu tehlikeli görev için İslâm Bey gönüllü olur. Adem -Zekiye- de o bölgede yaşayan halkın şivesini bildiğini söyleyerek gruba katılır. İslâm Bey, Zekiye ve Abdullah Çavuş düşmanın içine gizlice girerler ve cephaneliği havaya uçururlar. İslâm Bey ile Abdullah Çavuş yaralanırlar.

Dördüncü Perde

Düşman güçleri çekilmeye başlar. Bu arada cephaneliğin patlatılmasıyla büyük bir telaşa kapılan düşman kuvvetleri hızla geri çekilmeye başlar, bölgeyi terk ederler. Albay Sıtkı Bey, gönderdiği kişilerin şehit olduklarını düşünür. Bu üç kişiyi bile bile ölüme gönderdiği için kahrolur.

“Sıtkı Bey: (Kendi kendine) Hiç lüzumsuz yere üç adamın kanına girdim. Şüphe yok ki şehit olmuşlardır… Ben şimdiye kadar gönlümü taş olmuş bilirdim. Karımın benim için öldüğünü duydum, oğlumun ölümünü haber aldım, kızın kayboldu dediler… Dünyada Rüstem’den başka kimsem kalmamıştı. Dün de o şehit oldu; kucağıma düştü. İslâm’ı -şu halde herkesten mukaddes, herkesten lazım, herkesten büyük bildiğim- İslâm’ı, elimle gözlerini bağladım, kurban olmaya gönderdim. On yıldır her türlü kahrımı çeken Abdullah da beraber gitti. Hiçbirine müteessir olmadım. Gönlüm, gerçekten, taştı. Üzerine kılıçla vursalar -belki- bir parçası kopardı. Hiç ağzında (daha) ninesinin sütü kokan biçare ölmeye gönderilir mi?.. Yüreğim taş mı kesildi? Hâlâ içinden kan sızıyor… Çocuk biraz rahmetli karıma benziyordu. Yüzüne baktıkça kâh oğlum aklıma geliyordu, kâh kızım…” (s.65-66)

Bu sırada Abdullah Çavuş gelir. Sıtkı Bey, sevinç ve heyecanla çocuk ile İslâm Bey’i sorar. Onların da sağ salim döndüklerini öğrenince rahat bir nefes alır. Abdullah Çavuş, olan biteni albaya anlatır. Verilen görevi yerine getirmek için ölüme nasıl meydan okuduklarını anlatır. Cesaretlerinden dolayı onları övdükçe över.

“Abdullah Çavuş: İslâm Bey midir, nedir? O, adam değil, Allah’ın gazabı!.. Çocuk (ise) âdeta gölge… O bir yere gitti mi, bu yanına yapışıyor. Az kaldı, hem kendilerini telef edeceklerdi, hem beni…

Buradan çıktık. Üç gece bir köyde yattık. Bir türlü ordunun yanına yanaşamadık. Sonra bir gizli yol bulduk. Sürüne sürüne şu tepenin altına gittik. Orada bir mağara var; ben avcılık zamanından bilirim. O mağarada saklandık. Düşman başladı gece yarısı çadırlarını yıkmaya… İslâm Bey bunu gördü mü?.. Haddin varsa zapt et… Sürüne sürüne, gizlene gizlene cephanenin yanına bir hayli yaklaştık. Yaklaştık ama ne fayda!.. Cephanenin etrafını karakol içinde karakol sarmış. Düşündük, çalıştık; bir türlü istediğimiz yere sokulmadık. Ben: ‘Haydi, selâmetle şuaradan çıkalım.’ derken, İslâm Bey cephaneye karşı bir tabanca sıkmasın mı? Meğer kapının önüne bir barut sandığı indirmişler. Kurşun da vardı, ta onu buldu…”

“Bir gümbürtüdür koptu. Tüfeğe sarılan sarılana. Başladı üzerimize dolu gibi kurşun yağmaya… İslâm Bey, sanki ölüme âşıkmış gibi, kurşunları kucaklamaya çalışıyor. Gölgesi zaten yanından ayrılmaz. Sanki ölümü gördüm desem inanın… Bereket versin İslâm Bey üç yerinden yaralandı da -O mübarek de hep ön tarafından yaralanır- bayıldı, yere düştü. Ben omuzlarından tuttum, çocuk da ayaklarından sarıldı. Mağaranın kenarındaki çalılığa girdik, onu da beraber çektik. Kargaşalıkta izimizi bulamadılar. Yavaş yavaş mağaramıza sokulduk. O arada iki kurşun da benim kısmetime düştü.” (s.68-69)

İslâm Bey kaleye dönünce Albay Sıtkı Bey’e, Adem diye bildikleri askerin aslında sevdiği kız olduğunu, cepheye gelirken onun da peşinden geldiğini anlatır. Bu kızın adının Zekiye olduğunu öğrenen Sıtkı Bey, Zekiye’nin kendi kızı olabileceğini düşünür. Hemen Zekiye’nin yanına koşar, ona birkaç soru sorar. Zekiye’nin kendi öz kızı olduğunu anlar. On beş yıldır birbirinden ayrı olan baba-kız sonunda birbirine kavuşur.

Albay Sıtkı Bey, zafer kutlamaları eşliğinde İslâm Bey ile kızı Zekiye’nin düğünlerinin yapılmasını ister.

 
−  S O N −