Ali Sekülü

İnsanın kalbinin, yüce Allah’ın karargâhı, ikametgâhı olduğunu zikretmiştik. Bu durumda kalplerde her şeyin doğrusu vardır. Ancak Allah bize Ali-i İmran Suresi yedinci ayeti kerimesinde “kalplerinde eğrilik olanlar, müteşabih ayetlerimizin manasını eğer bükerler” diye buyurmaktadır.

Sponsor Bağlantılar

Acaba bu kalplerdeki eğrilik nereden gelmektedir? Allah, Kalbinde eğrilik olanların da kalbine sığmış mıdır? Yoksa daha derinlerde bulunan bir güzellik, kalp temizlendikçe yerine mi teşrif edecektir? Kalbini ayna yapamamış olanların, kalbî putlarla kirlenmesi sonucu mu eğrilikler, hastalıklar vardır? Kalbimize, put şeklinde otağını kuran, arzu ve istekler, aynanın üstünü karartmış toz, toprak ve pislikler midir?

“Çevrenizdeki olaylara şöyle bir baktığınızda, eşitsizlik yok mu? Eğer bir eşitsizlik varsa, bu adaletin de şüphe vardır, anlamına gelmez mi?”  sorusunu yetişkin ve erişkin soran herkes, hikmetini merak ederek soran bilhassa gençlerimizi tenzih ederek, hariç tutarak, diyoruz ki, ilk defa kendi aklına gelmiş gibi büyük bir gurur ve onurla bu soruyu yönlendirir. Aslında kalbinde karargâh kılan şeytan, ona silah zoruyla bir tehdit getirmemektedir. Fakat bu soruyu soranın nefsine cazip geldiği için, gönlünde şüpheyi arzulayıp şüpheli şıkkı sahiplenmeyi tercih etmiştir.

Bu ve benzeri sorular sorulduğunda, kimden hangi cevabın alınacağı bilinmektedir. Sorduğu bu sorunun cevabı ise kalbinde çoktan seçmeli şeklinde değil, iki seçenek şeklinde bulunmaktadır. Beğendiği seçeneği tercih ederek, diğerini anlayamıyormuş gibi davranmaktadır. Burada dikkat edilen husus, tek cevaba yönlendirilen bir mantık silsilesi değil, kalbe nefisten veya ruhtan ya da şeytandan veya melekten, deccaldan veya mehdiden ya da istediğinizi söyleyin, firavundan veya Musa’dan gelen cevaplardan istediğini seçerek, tarafını beyan etmektedir. Sanki kendisine tek bir tebliğ ve tebellüğ mecburiyeti varmış gibi.

Oysa iman sahibi bir kişi de aynı şekilde iki seçeneği müşahede edecektir. Ama kendisini değil de, Allah’ın asla yanlış veya herhangi bir eksiklik yapmayacağını referans alacağı için Allah ile iddialaşmayacaktır. Allah’ı tasdik etmenin ötesinde, düşünce ve tefekkür ibadetine sevk eden bir imanla hareket ederse, ilime de kavuşacaktır.

Hz. Ali “Doğru tektir, doğruyu öğrenen bütün yanlışları öğrenmiştir” der. Doğruya ulaşmak için düşünmeye dalanlar ise eşitliğin her zaman adalet olmayacağını anlayacaklardır. Hz. Ömer’e “Ya Ömer herkese farklı ebatlarda kumaş verdin, biz seni adil bilirdik. Neden eşit dağıtmadın?” dendiğinde; “Eşit verirsem adaletsizlik olur” diye buyurduğu bize haber verilmektedir.

Ayrıca Yüce Allah’ın kullarına vereceği nimetlerini, ne zaman, ne şekilde dengeleyeceğini bilmek imkânsızdır. Tabi mülkün gerçek sahibinin, bize ne kadar bahşiş de bulunacağını belirlemek de bize düşmez, değil mi? Neyin nimet, neyin külfet olduğunu idrak etmekte aslında yine ayrı bir tercih meselesi gibi durmaktadır.

Basitçe izliyoruz ki, kalplere inmeye başladığımızda çeşitlilik başlamaktadır. Bu çeşitlilik başlangıçta Rabbine kulluk etmek isteyenler ve istemeyenler şeklinde iki seçenektir. Üzerinde durduğumuz konu gereğince, Rabbine kulluk etmek istemeyenler üzerinde yoğunlaşmamıza gerek yoktur. Onlar bizim zararsız dünyamızı engellemediği müddetçe.

Şıklardan birincisini tercih ettiğimizde karşımıza çıkacak çeşitliliğin de Allah’a giden yolun mahlûkatın nefesi adedince olmasındandır ki nihayeti yoktur. Üstelik bu ekseri rahmet ve güzelliktir. Ama bu çeşitlilik yine sonuçta, saf Allah istekleri ve nefsi istekler arasındaki bir yelpazedir.

Kulun bu yolda Allah’a ulaşması, yani Allah’ın istediği gibi kul olması, onun istediklerinin kalbinde arzu olması, istemediklerinin ona acı gelmesi, kısmeti nispetindedir. Fakat kısmetin peşinden koşmakta zaruridir. Amel ve ibadetlerde oluşan farklılıklar, bir düzen ve ahenge bağlanmıştır ve buna şeriat denilmiştir. Kişinin kalbinde yaşayacağı ve davranışlarına da kemalat ile yansıyacak olan fikri duygu ve düşünceleri ise tasavvuf ismi altında dillendirilmiştir.
Şeriatı, Allah’ın emir ve yasaklarını kendince uyguladığı halde, ince anlam ve manalarını kavrayamayıp da, insanlara yukarıdan bakanlar, sevgi ve hoşgörü deryasından yudumlamayanlar, önce ben anlayışı ile hareket edenler, ne derece Allah’a yaklaşabilmiş olurlar?

Alt kattaki komşusunu düşünmeden, balkonunu veya penceresini yıkadığı pis suları, komşusunun üzerine döken sözde namazcı, sabah saat 3,5 da televizyonunu son ses açarak kendince Kuran-ı Kerim takip edip komşunun güçlükle uyuttuğu hasta yavrusunu uyandıran bir Müslüman, ne kadar olgunlaşmıştır. Hele hele onu uzaktan görüp de faydalanmak için yanına gelen birisine “Ne kadar günahkarsınız, ne kadar az ibadet ediyorsunuz” diye fırça atıp yollayan abidler, ya da bir cuma günü içinden kopup da camiye koşmuş ve bilhassa uzak olduğu için tertemiz dinine, tertemiz hisler besleyen bir bireye, bir cumayla olmaz diye geri yollayan armut kafalar, ısırılınca, tadınca olmamış ahlat yani yaban armudu kokusu bırakmaktalar. O yeşil meyve görüntüsünün altından, sulu sulu kemale ermiş, olgunlaşmış bir meyve gibi olsalar ya! Tadanın damağında haz bıraksınlar.


Bu halkın çoğu kâl ehli kimi olmuş vebal ehli
Katî azdır kemâl ehli yalan da’vâya düştüm ben 

Arayıp derdime derman kıluben nâle-i hicran
Gezerken zâr u ser-gerdân mey-i sahbâya düştüm ben
                                                        Salih baba 

Kâl ehli = Söz ehli
Nâle-i hicran = Ayrılık iniltisi
Zar u ser-gerdân = Başıboş ağlar gezer
Mey-i sahbâ = içki masası ( Allah aşkının sekr hali ile hallenmek ) 

 

Yine bir şiirinden kısa bir bölüm verdiğimiz Salih baba, “kimi olmuş vebal ehli” derken insanlara yük verip, onları horlayan bu ahlat takımından bahsetmektedir. “Katî azdır kemâl ehli”, sözüyle de sulu sulu olgun bir meyve olan kâmil insanın değerini vurgulamaktadır.

Bu bahsedilen duruma gelebilmek, Yunusun hoş görüsü, aldanmayalım idare ediverişi değil, hoş yani güzel, güzele ait bir güzel olarak görüşü ile mümkündür. Bu yaratılanı, Yaratanı düşündüğü için mükemmel görebilmek, değil midir? Yine bu hoş görünün kibarca durumu idare ediverip de geçiştirmek olmadığını, üzerine kurulan tasavvufi çalışmalar sonucu oluşan inşaatlar göstermektedir. Eğer bu durumda, Yunus baba’nın dediği gibi, şeriat yağ ve tasavvuf da bal ise, neden dost için, yağı bala katmayalım?

Mumsuz baldır şeriat, tortusuz yağdır hakıykat
Dost için balı yağa ne için katmayalar 

Kıymetin duyar isen neye değer iş bu dem
Erenlerin manisin bilmeze satmayalar
                                           Yunus Emre 

 

Çocuk gibi saf bir kalp ama çok olgun adam gibi bir görüş sahibi olabilmek için, dinimizi şekli görüşlerin ötesinde kalp ile anlama yollarını arayalım. Bu noktadan görülebilmektedir ki şeriat bedeni terbiye etmekte, tasavvuf ise kalbi temizleyip ruhu eğitmektedir, bir olgunluğa ulaştırmaktadır. Bir tas ve çorba gibi…

Çorbanın temiz olması ama tasın kirli olması veya çorbanın pis olması fakat tasın temiz olması kabul edilemez. Bu nimeti yemek istiyorsak hem çorbayı hem de tası temiz tutmalıyız.

Önceki sayfalarda, fıkıh konularının dışında, anlayış ve izanlarda da farklılıklar olduğunu ve bu sebeple âlimlerin bile tartıştıklarını bahsetmiştik. Bu bir anlayış değil midir? Eğer elimizde kati ve ikna edici bir delil yoksa neden ısrarcı olalım? Bırakalım oda öyle düşünsün. Gaye Allah, huzuru bozmayalım yeter.

Ama eğer Allah kalbimizde ise ki amenna kalbimizdedir. Biz aradaki perdeleri açıp da bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu söyleyen Allah’a ulaştığımızda, düşündüklerimizde aynı nokta da buluşacaktır. Büyük bir deryaya karıştırılan damladan hiç eser kalmayışı, o damlanın tamamen deryaya karışarak kendinden özellikler kalmaması böyledir. Üstelik bizlerdeki damlalar ise kendi Ruh’undan üflediği ruh olması hasebiyle, zaten aynı olan deryadan gelmiştir.

Öyleyse farklılıklara iten de bu perdelerdeki çeşitliliktir. Bizim Allah’a yaklaşmamız, kısmetimiz oranında mümkün olacaktır. Tabi kısmeti kovalama mecburiyeti unutulmadan.

Salih baba;“Seni bilmek kat’î güçtür seni bulmak kat’î güçtür, seni görmek kat’î güçtür sen açmayınca arayı” 
derken, bizim kısmeti kovalamamız gerektiğini ve aradaki perdelerin bizim tarafımızdan açılmasının imkânsız olduğunu belirtiyor. Yani ona gitmeye azmetmemiz gerektiğini, kapıları ve perdeleri açmanınsa Allah’a ait olduğunu söylüyor.

Peki, kısmeti neyle kovalayacağız? Bu sorunun cevabını bulabilmek için düşündüğümüzde karşımıza başka sorular çıkıyor. Kısmet nedir? Nasıl gidilir? Yolda engeller var mıdır? Yoldaki lojistik desteklerimiz nelerdir? Ya da bu soruları, artık binlerce yıldır klasikleşmiş aşağıdaki sorularda toplayabiliriz.

Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Klasikleri.

* Dinde Farklı Düşünceler (1)
* Dinde Farklı Düşünceler (2)
* Dinde Farklı Düşünceler (3)
* Dinde Farklılıklar (4)
* Dinde Farklı Düşünceler (5)