Dil, insanların duygu ve düşüncelerini yazılı ve sözlü olarak ifade etmeleri, karşılıklı iletişim kurmalarıdır. Dil, bir milleti millet yapan, onu başka milletlerden ayıran en önemli unsurlardan birisidir. Dil olmadan düşünce gelişmez. Dilin, kültürün ve edebiyatın olmadığı bir yerde köklü bir medeniyet de olmaz.
Konfüçyus’a sormuşlar: ‘‘Bir ülkeyi yönetmek için çağrıldığınızda, ilk yapacağınız iş ne olurdu? Konfüçyüs şöyle cevap vermiş: “Hiç şüphesiz ki öncelikle dili gözden geçirmekle işe başlardım. Dil düzensiz olursa sözler düşünceyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gereken sözler, işler iyi yapılamaz. Görevler gereğince yapılmazsa, adetler ve kültür bozulur. Adetler ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını bilemez. İşte bunun için hiçbir şey dil kadar önemli değildir.”
Dilimizin, edebiyatımızın ve kültürümüzün en önemli bir parçası da Divân Edebiyatı’dır. Divân Edebiyatı’nı gelecek kuşaklara sevdirerek onun zengin ses, ahenk, dil, ifade ve üslubunu, hayal gücünü, düşünce örgüsünü, sanat anlayışını göstermek ve Divân Edebiyatı’nın bu özelliklerinden ilham alarak bugünkü edebiyatımızı da ihmal etmeden edebiyatımıza yön vermemiz elzemdir.
Kendi diliyle, kendi kültürel değerleriyle yoğrulmayan kuşaklar, kültür yozlaşmasına maruz kalırlar. Geçmişten ilham alamayan nesiller, geleceklerini tayin etmekte zorlanırlar ve zamanla kendi öz benliklerine, kendi öz değerlerine yabancılaşarak, yabancı kültürlerin etkisi altında kalırlar. Bu da gelecek nesillerin kültürel değerlerimizle olan bağlarını koparmasına sebep olur.
Yahya Kemal Beyatlı’nın tabiriyle terakkînin şartı ‘‘Kökü mazide olan bir âti olabilmektir.’’ Dolayısıyla edebiyatına, tarihine, mazideki kültürel değerlerine sahip çıkamayan toplumlar, hiç bir zaman geleceklerine yön veremezler ve geri kalmaya mahkûm olurlar. Onun içindir ki bizi biz yapan, olmazsa olmaz değerlerimize sahip çıkarak, geçmişle gelecek arasında köprü kurarak onları gelecek nesillere aktarmak öncelikli vazifelerimizdendir.
Kendi kültürümüzün, gelenek ve göreneklerimizin ihmal edildiği günümüzde insanlarımıza ve bilhassa gelecek genç nesillere divan şiirini en güzel bir şekilde tanıtmak zorundayız. Çünkü divan şiiri, bizim üç kıtaya hâkim olduğumuz, gittiğimiz her yere barış, adalet ve kardeşlik götürdüğümüz, en ihtişamlı, en görkemli bir dönemin şiiridir.
Bugün günümüzde yaşayan insanların birçoğu Divan Edebiyatını, Divan şiirini dilinin ağır olmasından dolayı eleştirerek, bu dili anlayamamaktan yakınmaktadır. Bu yakınma bizi kolaylığa ve dolayısıyla tembelliğe teşvik etmektedir. Eğer kelimeleri anlayamıyorsak o kelimeleri anlayabilecek seviyeye gelmek için elimizden gelen gayreti göstermemiz gerekmektedir. Biz elimizden gelen gayreti sarf etmeyerek şairlerin bizim seviyemize inmelerini istersek o zaman seviyeyi düşürmüş oluruz.
Dünyanın hiçbir yerinde bizim kadar kendi kültürüne yüz çeviren, yabancılaşan bir millet yoktur. Divan şiiri bizim şiirimizdir. “Anlayamıyoruz” diyerek bu şiirden, bu kültürden yüz çevirmek yerine, onun zengin hayal gücünü, sanatını, ahengini anlamaya çalışsaydık, bugünkü kadar kültürel yozlaşma olmazdı. Acaba bir İngiliz William Shakespeare’in dilini rahatlıkla bugün anlayabildiği halde biz, neden bırakın Fuzûlî’yi, Nef’î’yi, Nâbî’yi daha yakın çağımızın şâirleri Mehmet Akif’i, Yahya Kemal’i, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı bile anlayamıyoruz. Adeta dil ve düşünce özürlü bir millet haline geldik. Bizim, bugün bu halde olmamızın nedenleri üzerinde düşünüp, gelecek nesillerin bizim halimize düşmemeleri için ivedilikle önlem almamız gerekmektedir.
Divan şiiri, çok zengin bir kelime hazinesine sahiptir. Divan şiirini yok saymak bu zengin kelime hazinesini örtbas etmek demektir. İnsanlar, kelimelerle düşünür, kelimelerle fikir üretirler. Zengin bir kelime hazinesinden yoksun bir millet düşünemez ve sağlıklı fikirler üretemez. Kelimesiz bir millet düşünme melekesini kaybetmiş bir millettir.
Divan şiiri bizim şiirimizdir. Atalarımız asırlarca bu şiirle duygulanmış, bu şiirle düşünmüş, bu şiirle yazmış ve bu şiirle yaşamıştır. Divan şiiri atalarımızın hayata bakış açısını gösterir.
Bir döneme damgasını vurmuş olan bir edebî kültürü yok saymak akıl ve mantıkla uyuşur bir durum değildir. Divan şiiri, zengin hayallere, zengin kelime hazinesine, ses ve ahenge, söz sanatlarına, duygu ve düşüncelere sahip bir edebi tarzdır. Bu edebî tarzı yok saymak, üstünü örtmek kendi dilimize, tarihimize, kültürümüze yüz çevirmek anlamına gelir.
Bugün günlük hayatımızda konuştuğumuz kelime sayısı üç beş yüz kelimeyi geçmemektedir. Bu bizim dile, düşünceye ve kültüre ne kadar önem verdiğimizin en bariz göstergesidir. Oysa bir İngiliz, bir Fransız günde bizden kat kat fazla kelime kullanmaktadır. Bu aynı zamanda o milletlerin dile, kültüre, edebiyata vermiş oldukları değeri göstermektedir.
Her millet, mutlaka başka milletlerin kelimelerini alır, hiç şüphesiz ki bu kaçınılmaz bir durumdur. Hiçbir milletin kelimelerinin tamamı millî değildir. Millî olan o kelimelerin sesleri, ahengi ve musikisidir. Türk dili de tıpkı bunun gibi yabancı milletlerin dilinden bazı kelimeler almıştır; ama almış olduğu bu kelimeleri kendi bünyemize katarken ona kendi sesimizi, musikimizi katarak, onu Türkçe’nin yapısına uydurarak almıştır. Nasıl ki fethettiğimiz vatan toprakları, fetihle birlikte artık bizim malımız, mülkümüz olduysa Arapça’dan, Farsça’dan, İngilizce’den dilimize alarak sesini, musikisini, mimarisini millîleştirerek bünyemize kattığımız kelimeler de bizim fethettiğimiz, bizim malımız olan kelimelerimizdir.
Dolayısıyla yapmamız gereken ivedilikli iş, kendi kelimelerimize ve köken itibariyle Türkçe olmasa da bizim duygu ve düşüncelerimizle yoğrulmuş, bizim dilimizin ses özelliklerini almış, bizim malımız olmuş kelimelere sahip çıkmak ve onları hayatımızda kullanarak yaşatmaktır.
Bilindiği üzere dil, yaşayan canlı bir varlıktır. Bu haliyle evrime uygun fakat devrime uygun değildir. Örneklemek gerekirse, sözgelimi hayvan gücünden, buhar gücüne geçiş gibi, dilde yepyeni teknolojik devrim yapmak söz konusu değildir ve olamaz. Buna rağmen Türkiye’de bu yapılmak istenmiş ve belli bir mesafe de alınmıştır. Sonuç ne olmuştur? Bırakalım Türkiye dışında yaşayanları fakat bu ülkede yaşayanlar, aynı aile içinde bulunanlar, birbirini izleyen iki kuşak, aralarında anlaşamaz dereceye düşmüştür. Dilsiz, düşünmek bile muhal iken, düşünce aktarmak söz konusu olabilir mi? (Kezer, 1985, S. 11)
Kezerin de ifade ettiği gibi; dil, canlı bir varlıktır. Kullanıldıkça yaşar ve gelişir. Kullanılmayan kelimeler ise zamanla kullanımdan düşer ve ölür. Dilimizi yaşatmak da öldürmek de bizim elimizde.
Dilin canlı bir varlık olduğunu Ergin ise eserinde şu şekilde ifade etmektedir:
Dil bu kanunlar çerçevesinde yaşayan canlı bir varlıktır. Bu canlı varlık, her zaman diriliğini muhafaza ederek canlı canlı kullanıldığı gibi, zaman zaman canlı varlıklardakine benzer şekilde bir takım değişiklikler, kendi bünyesinden doğan çeşitli sebeplerle bazı gelişmeler de gösterir. Bu değişiklikler ve gelişmeler ona, uzun tarihi boyunca, daima serpilen ve zaman içinde akıp gelen bir manzara verirler. Bu yüzden dilin tarihinde bir takım merhaleler, bir takım gelişme safhaları göze çarpar. Bunun içindir ki biz ayrı devirlere, uzak asırlara ait metinlerin dilinde bir takım farklılıklar görürüz.
Her insanın ve topluluğun dili bu safhalar içinde kendi zamanının dilidir. Hiç kimse geçmiş bir devrenin de, gelecek bir zamanın da dilini kullanamaz. Yaşayan dil canlı dildir. (Ergin, 2002, S.14)
KAYNAKÇA
1) ÖZDEMİR Arif ,2007, ŞEYHÜLİSLÂM İSHAK EFENDİ DİVANI’NDAKİ SEÇME KASÎDELERİN GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİNE ÇEVRİLMESİ VE EĞİTİM UNSURLARININ İNCELENMESİ TEZSİZ YÜKSEK LİSANS BİTİRME PROJESİ, GİRNE, S 5-8)
2) ERGİN Muharrem, 2002, Üniversiteler İçin Türk Dili, İstanbul, Bayrak Basımevi.
3) KEZER Aydın, 1985, Türk ve Batı Kültürü Üzerine Denemeler, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.