Yazar: Murat Demireğer

Matbaa'nın Osmanlı Devleti'ne Girişi

Matbaa dünyada köklü değişimlerin oluşumunu sağlayan, insanları birbirine bağlayan bir iletişim aracı olmuştur. Bilgiyi oluşturmak kadar bilginin yayılımı da yeni bir toplum dinamiğinin oluşmasında etkendir. Burada ise matbaanın rolü büyüktür.  1470’de İtalya’da, 1480’de Portekiz’de, 1489’da İspanya’da İbranice harflerle kitap basmaya başlayan Yahudiler, 1494’de İstanbul’da ilk matbaayı açmışlardır. Ancak bastıkları eserler Türkçe ya da Arapça değil, İbranice idi.[1] Yahudilerin ardından 1567’de[2] Ermeniler, 1627’de Rumlar matbaalarını kurmuşlardır.[3] Patrik Cyrille Lucaris zamanında Patrikhanede matbaa kurulmuş, ancak cizvitlerin baltalaması ile ancak bir yıl faaliyet gösterebilmiştir. Bu esnada Nicodemos Metaxas tarafından basılan ilk eser, Yahudilere hücum eden bir risaledir. XIX. yüzyılda ise Rum matbaası isyancıların lehine çalışmaya başlayınca Osmanlı Devleti tarafından kapatıldı.[4]   Osmanlı Devleti’nin Müslüman kanadı diğer kesimlere göre matbaayı daha geç kullanıma açmıştır. Bunda dinin farklı şekillerde yorumlanarak taassubun oluşturulması ve azınlıklardan bir şey almanın Osmanlı gururunu zedelemesinden öte iktisadî sebepleri göz önünde bulundurmak daha akılcı bir yaklaşım olur. Hattat loncalarının matbaanın kullanılmasını engellemek için yaptıkları baskının sebebini dinsel kaygılardan çok ekonomik kaygılar neden olmuştur.   Arapça harfle basılı ilk eserin 1588 tarihli olduğunu Mustafa Nuri Paşa’dan öğreniyoruz. Yabancı bir kişi Arapça harfle bir kitap basmak ve gümrük vergisinden muaf olmak için gerekli izni almış, daha sonra bu izni bastığı kitabın ilk sayfasına koymuştur.[5] Yani baskı tekniği çok cüz’i olarak İbrahim Müteferrika’dan yaklaşık 150 yıl kadar önce Arap alfabesine girmiş, ancak ilerleyememiştir. Matbaanın kuruluşunda dönemin aydın devlet adamlarının önemli etkisi vardır. Fakat...

Devamını Oku

Atatürk'ün Spor İle İlgili Sözleri

Atatürkün sporla ilgili sözleri, Atatürk’ün sporla ilgili sözleri, Atatürkün spor ile ilgili sözleri, Atatürk’ün spor ile ilgili sözleri, Atatürkün spor hakkındaki sözleri, atatürkün spor hakkında sözleri, atatürkün sporla ilgili özlü sözleri, atatürkün sporla ilgili sözleri ve anlamları, atatürkün sporla ilgili kısa sözleri, atatürkün sporla ilgili güzel sözleri, atatürkün sanat ve sporla ilgili sözleri, atatürkün spor ile ilgili özlü sözleri, atatürkün spor ile ilgili kısa sözleri, atatürkün spor ve sporcu ile ilgili sözleri, atatürkün spor ile ilgili sözleri ve açıklamaları, atatürkün spor ile ilgili ata sözleri… Atatürk’ün Spor İle İlgili Sözleri 1Türk sosyal bünyesinde spor hareketlerini düzenlemekle görevli olanlar, Türk çocuklarının spor hayatını yüceltmeyi düşünürken sadece gösteriş için herhangi bir yarışmada kazanmak azmiyle spor çizmezler. Esas olan bütün yaştaki Türkler için Beden Eğitimi sağlamaktır. Atatürk’ün Spor İle İlgili Sözleri 2Spor yalnız beden kabiliyetinin bir üstünlüğü sayılmaz. İdrak ve ahlâk da bu işe yardım eder. Zekâ ve kavrayışı kısa olan kuvvetliler, zekâ kavrayışı yerinde olan daha az kuvvetlilerle başa çıkamazlar. Ben Sporcunun zeki  çevik aynı zamanda ahlâklısını severim. Atatürk’ün Spor İle İlgili Sözleri 3Her çeşit spor faaliyetini Türk gençliğinin milli terbiyesinin ana unsurlarından saymak lâzımdır. Bu işte hükümetin şimdiye kadar olduğundan daha çok ciddi ve dikkatli davranması , Türk gençliğinin spor bakımından da milli heyecan içinde , itina ile yetiştirilmesi önemli tutulmalıdır. Atatürk’ün Spor İle İlgili Sözleri 4Türk milleti anadan doğma sporcudur. Henüz yürümeye başlayan köy çocuklarını bile harman yerinde güreşirken...

Devamını Oku

İstiklal Marşının Açıklaması

İstiklal Marşının 1. Dörtlüğünün Açıklaması İstiklal bağımsızlık demektir. Bayrak da bir milletin bağımsızlığının sembolüdür. Şair Türk milletine sesleniyor. Onun korkmaması gerektiğini söyleyerek, Türk milletinin hangi zor şartlar altında olursa olsun Türk bayrağını dalgalandıracağını söylüyor. Şair bu topraklar üzerinde Türk ulusunun varlığına işaret eden bir ev, ocak yaşayan tek Türk bulundukça İstiklalin sembolü sancağımızın sonsuza kadar var olacağını ve göklerde dalgalanacağını belirtiyor. Çünkü o bayrak, milletimizin hür olduğunu ispatlayan bir simgedir ve bize aittir.Ayrıca bu dörtlükte bir benzetme yapılmıştır. Bayrak bir yıldıza benzetilmiştir. Yine bu dörtlükte şafak, sancak ve ocak arasında hapsinin kırmızı olması açısından bir renk ilgisi vardır. Har insanın gökte bir yıldızı vardır. Eğer o yıldız parlarsa o insanın şanslı ve talihli olacağı eğer donuksa hasta olacağı anlaşılır. Eğer o yıldız kayarsa o insanda ölür. Bayrağımız da milletimizin yıldızıdır. İstiklal Marşının yazıldığı sırada her ne kadar donuk idiyse sonra yine parlamaya devam edecektir. Şairin buna güveni vardır. Hiç kimse nasıl gökteki yıldıza erişemezse; hiçbir düşman da bayrağımıza el süremez. Milletimiz kahraman, güçlü, onurlu ve çalışkandır. Böyle bir milletin bayrağı da asla sönmeyecektir. İstiklal Marşının 2. Dörtlüğünün Açıklaması Burada bayrağa sesleniyor. Bayrak bir insan gibi düşünülmüştür. Kaşlarını çatan bir sevgiliye benzetilmiştir. İst. Marşının yazıldığı zamanlarda yurt düşman işgalindeydi. Bağımsızlığımızın sembolü olan bayrak bu durumdan hoşnut olmadığı için kaşlarını çatıyor. Ezelden beri hür yaşamış ve bayrağını daima göklerde dalgalandırmış olan bu Türk milletine bayrağımın eğer gülmezse yani dalgalanmazsa, onun için...

Devamını Oku

Devrim Kavramı ve Türk Devriminin Diğer Devrimlerden Farkları (Sohbet)

“Türk bağımsızlık savaşı ve türk devrimi belirli bir sınıfın çıkarları adına yapılan bir devrim değil, türk milletinin tarih sahnesinden silinmemek adına gerçekleştirdiği spontane bir varolma refleksidir. (Murat DEMİREĞER)”   Tarihte hiç bir gelişme ve ilerleme kendiliğinden ortaya çıkmaz. Her gelişme, geçmişten gelen bir birikimin sonucudur. İnsanlık tarihi de aslında birbiri üzerine konulan tuğlaların birikmesi ve yükselmesiyle oluşur.  Her tarihsel devrim; geçmişin kalıntıları üzerinde yükselir, ta ki kendisi de eski bir kalıntıya dönüşene kadar. Çünkü tarih, dün ile yarın arasında kesintisiz bir diyalogdur, hiç kopmamacasına. Tıpkı devrimler gibi..   Bu anlamda, devrimin eski rejimden bütünüyle ani bir kopuş olduğu yönündeki tespitler, gerçeği yansıtmaktan uzaktırlar. Devrimin gerçekleşebilmesi için o toplum ve kültürlerin belirli bir evrim sürecinden geçmeleri gerekmektedir. Devrimlere, sadece sınıflar arasında meydana gelmiş olan ve temelde bir iktidar mücadelesini içeren tarihsel bir olay olarak bakılmamalıdır. Aynı şekilde ortaya çıktığı toplumun yazgısını değiştirmekle sınırlı kalmayan devrimlere, belli bir coğrafya ve kültürün ürünleri olarak da bakılamaz.  Tarihe damgasını vuran devrimler üzerine konuşmak, aslında Ortaçağdan bir kopuş sergileyen Avrupa tarihini ve bu tarihi oluşturan Aydınlanma,sanayileşme ve modernleşmenin küresel dünya üzerinde yarattığı etkileri konuşmak, diğer bir deyişle; “ister kültürel, isterse iktisadi ve toplumsal olsun, doğduğu esas bağlamı siyasal olarak tamamlayan; bu niteliklerini koruyarak, tekil toplumlara ait olmaktan giderek çıkan ve dünya-tarihine içerilen, dolayısıyla evrenselleşen oluşumları tanımlamaya”  çalışmak anlamına gelecektir.   Genel olarak bakıldığında her devrim halk isteği ile başlarmış gibi görünürken tamamı ile devrime...

Devamını Oku

Fuhuş!!

Fuhuş Tanım – Sömürülme Sorunu Fuhuş, para karşılığında cinsel ilişkidir, başka bir deyişle cinsel hizmet vermektir. Yapılan tanıma göre erkek alıcı yani müşteri, bizim konumuzda 18 ve daha küçük yaştaki kız çocuğu ise, para karşılığı hizmet veren seks işçisidir. Görüldüğü üzere, tıpkı diğer işler gibi cinselliğinde bir karşılığı, değişim değeri vardır.Böylece kız çocuğunun cinselliği erkek için bir meta şekline dönüşmektedir. Bu durum, “dişi olanın” daha geniş kapsamlı nesneleştirilmesinin bir boyutudur; onu nesneleştiren araç ise güç’tür. Erişkinle küçük yaştaki kız arasında güç ve konum farkından kaynaklanan bir sömürü potansiyeli vardır. 9 Birleşmiş Milletler, Çocuk Haklan Sözleşmesi md.34 ve md.35. Çocuk fuhuş’u sürekli ve evrensel bir toplumsal olgudur. Küçük yaşta cinsel açıdan sömürülen çocuk sayılarının giderek artıyor olması bu tür davranışların çağdaş toplumlara özgü olduğunu düşündürmemelidir. Modernite bir zamanlar gözlerden uzak, çocuğun duygusal fiziksel cinsel sömürülme olayının üzerine ışık tutup, aydınlatmıştır. Günümüzün toplumsal ilişkilerinde ticarileşmiş çocuk cinselliği ülkemizde de tüm risklerine rağmen açık ya da gizli olarak sürmektedir. İstanbul metropoliten alanının karmaşık yapısı ve anonim yaşam koşulları burada çok çeşitli yasadışı faaliyetleri denetlemekle yükümlü polisin işini güçleştirmektedir. Bunun için de, her ne kadar fuhuş kentin çekirdeğinden yasal olarak uzak tutulmuş ise de, bu konuda yasa dışı etkinlikler kamufle edilmek suretiyle, göreceli olarak dikkatleri üzerine çekmeden sürüp gidiyor. Böylesine bir pazarın girişimcileri, “yasaklara rağmen talebin eksilmeksizin var olduğu” düşüncesiyle hareket etmekte, kazancının risklerini canla başla göze almaktadır! Genç Kızların Sömürülmesinde Seks Pazarlama...

Devamını Oku

Osmanlı Devletinde Kütüphanecilik

Kültür birikimi ve kuşaktan kuşağa aktarılması aynı zamanda bir bilgi birikimi ürüdür. Bilgi de kendi içerisinde üretilme ve elde edilme yöntemlerine göre farklılıklar göstermektedir. Dini bilgi, felsefi bilgi, sanat bilgisi, bilimsel bilgi ve mistik bilgi, sözü edilen türler olarak nitelendirilebilir. Bu bilgi türlerinin tümü ve bunlara ait aktarılma ve kullanılma özellikleri toplumun kültürünü meydana getirmektedir. Ancak, bilginin yalnızca kayıt edilip korunması, bilginin doğasında olan “paylaşılabilir” olma özelliğine aykırıdır. Bu nedenle, kayıtlı bilginin, çeşitli alanlarda bilgi sahibi olmak ve araştırma yapmak isteyen kimselere, belirli kurallar çerçevesinde ve ücretsiz olarak sunulması gerekmektedir. Bu işlemi kurallar çerçevesinde gerçekleştirecek olan sosyal kurumlar kütüphanelerdir. Bu sebeple kütüphaneler, çeşitli dönemlerde toplumların çeşitli sınıflarına bilginin aktarılmasında, üretilen bilgi kaynaklarının korunmasında, çoğaltılmasında ve hizmete sunulmasında aktif olarak görev almışlardır. Geçmişten günümüze değin, birçok hükümdar, üst düzey devlet yöneticisi, din ve bilim adamı bu kurumların oluşturulmasında, hizmet ve dermelerinin geliştirilmesinde önemli katkılarda bulunmuştur. Asur, Babil ve Hitit medeniyetlerinden günümüze ulaşan ve yazı yazmak için kullanılan kil tabletler çok eski devirlerdeki kitap ve kütüphanecilikle ilgili bilgi vermektedir. Kütüphaneyle ilgili olarak yapılan araştırmalar ve kazılarda elde edilen bilgiler M.Ö. 2400 yıllarına kadar uzanmaktadır. Asur Devleti Hükümdarı Asurbanipal tarafından M.Ö. 625 yılında kurulan Ninova Kütüphanesi bilinen en eski kütüphanedir. Yapılan kazılar neticesinde elde edilen ve bu kütüphanede bulunan çivi yazısıyla yazılmış kil tabletlerden 20.000 kadarı bugün İngiltere’deki British Museum koleksiyonları arasında yer almaktadır. Son zamanlarda Irak’ta yapılan kazılar, Nippur civarında Milattan...

Devamını Oku

Murat Demireğer

İstanbul Fatih’de doğdum. ilk ve orta okul eğitimini  İstanbul’da bitirdikten sonra, ailem ile birlikte Zonguldak’a yerleşerek Fener Lisesinde lise tahsilini tamamladım. Lise yıllarında  çok sevdiğim tarih öğretmenim olan Sayın Fahriye ÖZ hocamdan etkilenerek tarihle yakından ilgilenmeye başladım.   2002 senesinde Antalya’ya yerleşerek burada Osmanlıyı ve Osmanlıcayı daha yakından inceleme fırsatı buldum.  Tüm sevgi, sıcaklık ve şevkati ile Osmanlıcayı ve Osmanlı’yı bana  öğreten ve sevdiren SAYIN Serap SARIHAN Hocam’a  Teşekkür Ederim.   İLETİŞİM BİLGİLERİ Mail: muratdemireger@gmail.com Msn:...

Devamını Oku

Osmanlı'da Hamam

“TÜRKLER HİÇBİR ŞEYİ OLDUĞU GİBİ KABUL ETMEZLER, ALATURKA DA İŞTE BÖYLE DOĞAR!” 600 yıl gibi uzun bir zaman hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu geride pek çok yapı, eser, ve tartışma konusu bırakarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin 20. Yüzyıl başlarında kurulması ile tarihe karıştı. Ancak bugün de, tıpkı gücünün ve görkeminin doruklarında olduğu dönemlerdeki gibi, siyasi sisteminden sosyal hayatına kadar pek çok konuda ilgimizi çekmeye devam ediyor.Ülkemizi ziyaret eden veya Türklerle ilgili az çok bilgi sahibi olan yabancılara “Türkiye” veya “Osmanlı” deyince akıllarına ilk olarak neyin geldiği sorulsa, verilecek cevapların büyük çoğunluğunun “Türk Hamamı” olması gayet muhtemeldir. Bugün artık sayıları parmakla sayılacak kadar...

Devamını Oku

Mavi Kuş

Bugün, sizlerle mavi kuşu arayacağız. Mutluluğumuzu bulmalıyız elbet. Köpeğimiz,  kedimiz, ışığımız, ateşimiz,  suyumuz, sütümüz, ekmeğimiz, şekerimiz ve saatlerimiz küçük kervanımıza katılacaktır. Işığımız bize yol gösterecek,köpeğimiz yanımızdan ayrılmayarak bizi koruyacak Başımıza, sihirli elması iğnelediğimiz yeşil şapkamızı giyeceğiz. Bir de boş kafesimiz var. Mavi kuşu bulunca, yaşadığımız sürece elimizden kaçmasın  diye, onun içine koyacağız. Mavi kuş güzeldir, alımlıdır, sırlarla dolu evrenimizde acılarımızı karşılayacaktır. Sihirli elması çevirince kocamış cadı Berilün’ün güzeller güzeli bir peri olduğunu göreceğiz.. Kulübemizin duvarlarındaki çakıl taşları aydınlanacak. Eskimiş eşyalarımız gök yakutlar gibi parlayacak.   Artık tahta masamız som mermerdir, karanlığımız aydınlanmıştır, saatlerimiz bizimdir. Anılar ülkesindeyiz.Sevgili ölülerimiz bizi beklemektedir. Mademki ölmüşlerdir, onları nasıl görebiliriz, diye kuşkulanmamalıyız; mademki anılarımızda yaşıyorlar, nasıl ölmüş olabilirler? Onları düşündüğümüz her an mutlu uykularından uyanmaktadırlar. Yaşamak bitince uyumak pek iyidir, arada sırada uyanmaksa ondan daha iyidir. Anılar ülkesinde büyümek yoktur, değişmek yoktur, ölmek yoktur. İşte erik ağacımız… Bir zamanlar onun üstüne tırmanmayı ne kadar severdik. İşte kara tavuğumuz.Gene eskisi gibi ötüyor.Çevremizi kuşatan bu sis nedir, diye sormayınız, anılar ülkesinde düşüncenin sevinci tütmektedir. Gönenç (refah) bahçesinde rastlayacağız mutluluklara.Mutluluklar iki grupta toplanmışlardır: Büyük mutluluklar, küçük mutluluklar. Büyük mutluluklar birer birer gelip elimizi sıkacaklardır: Zenginlik mutluluğu, elde etmek mutluluğu, yerine getirilmiş boş hevesler mutluluğu,susamadan içmek mutluluğu,acıkmadan yemek mutluluğu, hiçbir şey yapmamak mutluluğu, gereğinden çok uyumak mutluluğu, kahkahayla gülmek mutluluğu, şehvet mutluluğu. Küçük mutluluklar da önümüze gelip diz bükecekler: Sağlıklı olmak mutluluğu, saf hava mutluluğu, anayı babayı sevmek mutluluğu, mavi...

Devamını Oku

İlk Din Kitabı

İlk din kitabı, İ.Ö. 2000 yılında Hindistan’da düzenleniyor. Evreni kişileştirip tanrılaştırmak da Hind’lilere özgü bir buluş. Aşırı zengin azınlıkla aşırı yoksul çoğunluğun yaşadığı bu büyük ülke, aynı zamanda, gizemciliğin (mistisizmin) de kaynağı. Tarihte bilinen ilk kutsal kitap, Vedizm dininin kitabı olan Rig-Ved’dir. Vedaların ilk şarkıları büyücülük şarkılarıdır. Bunlarda henüz büyük tanrıların adları geçmemektedir. Boğazköy kazılarında bulunan çok önemli bir antlaşma Vedizm’in kaynaklarını başka ülkelere çekmektedir. Bu antlaşma İsa’dan önce ondördüncü yüzyılda Hititlerle Mitanniler arasında yapılmıştı. Antlaşmada adı geçen tanrılar (İndra, Mithra, Varuna) sonraları Vedizm’in büyük tanrıları olmuşlardı. İ.Ö. 1000 yıllarında tertiplenen Vedizm şarkıları artık bu tanrıların sözünü etmektedirler. Vedaların en büyük tanrısı İndra’dır. İndra bir doğa tanrısıdır, savaşçıdır da. Oysa onun karşısına bir akıl tanrısı dikmek gerekiyordu. Bu akıl tanrısı da Varuna’dır. Varuna evrensel düzeni sağlıyor, erdemi gerçekleştiriyordu. Tam bir gök tannsı, yıldızlı göğün tanrısıydı (Varuna sözcüğünü ses bakımından, gök anlamına gelen Uranus ve eski İran’ın büyük tanrısı Ahura’yla karşılaştırınız). Bunların yanında başka bir gök tanrısı, güneşli gündüz göğünün tanrısı Mithra yer almaktadır.   Mithra bir hukuk tanrısıdır, insanlar arasındaki tüzeyi sağlamaktadır. Veda şarkılarına göre Varuna’yla Mithra’nın anaları Aditi’dir. Aditi, evrendeki bütün varlıkların ortak özü sayılmakta ve totemizmin Mana’sının yerini tutmaktadır. Vedalarda eski Yunan’ın Zeus Pater’inin karşılığı olarak Diyaus Pitar vardır. Bu tanrılar gittikçe önemlerini kaybedecekler ve yerlerini kurban tanrılarına bırakacaklardır. Çünkü, Vedizm’e göre tanrıları yaratanlar kurbanlardır, bir başka deyişle varlığı yaratan eylemdir. Vedizm’de erdem, kurban yoluyla elde edilir....

Devamını Oku

Babil Mİtolojisi

Tarihsel Ardalan Babil yaratilis söyleni, gökyüzünde iken anlamina gelen baslangiç sözlüklerinden Enuma Elis olarak bilinen destandir. Ingiliz Arkeologlarin,1845’te simdiki Irak topraklarindaki Ninova’da baslattiklari kazilar sirasinda bulduklari yedi adet kil tablet üzerine çivi yazisi ile kaydedilmistir. Bu tabletler IÖ 688 ile 627 yillari arasinda hüküm süren Kral Asurbanipal’in kütüphanesine aittir. Ninova’dan pek uzak olmayan Ashur’daki Alman kazilari 1902 de baslamis ve bunun sonucunda Babillerin ulusal tanrisi Marduk’un adinin yerine Asurlularin ulusal tanrisi Ashur’un adinin bulunmasi disinda tamamen ayni olan Enuma Elis’in bir baska degiskesi bulunmustur. Böylelikle, bu destanin, Babiller için oldugu kadar, Asurlular için de önemli oldugu anlasilmaktadir. Bu tabletlerin tahminen IÖ 1000 yillarina kadar dayanmasina ragmen,içerikleri ve biçimleri, üzerlerine kayitli olan hikayenin IÖ 1900’ler kadar eski yillarda var olabilecegini ortaya koyar. Babil’i IÖ 1728’den IÖ 1686 yilina dek yöneten Hammurabi’nin ünlü yasalar toplulugunun girisinde hem Enuma Elis, hem de Marduk’tan söz edilir. Giris kismindaki Ifade söyledir:“Tanrilarin Krali Enum ile göklerin ve yeryüzünün efendisi ve ülkenin kaderini belirleyen tanri olan Enlil’in, Marduk’u tanrilar arasinda üstün kildiklari, daha sonra ona Enlil’in tüm insanlar üzerindeki krallk görevini verdikleri ve sonunda Babil’i dünya devletleri arasinda üstün kildiklari zaman Enum ve Enlil beni, dindar ve tanridan korkan Hammurabi’yi, ülkenin üzerinde adaletin bir günes gibi parlamasini saglayarak ve böylece kötü olan herseyi yok ederek insanlarin hayatlarini zenginlestirmek için seçtikleri zaman.” Babil’de her sene sonbaharin baslangicini simgleyen on günlük Yeni Yil festivalinin bir parçasi olarak, Enum...

Devamını Oku

İnka Mitolojisi Sözlüğü

İnka imparatorluğu ,gücünün doruğundayken, Pasifik kıyılarından Andean dağlarına ,kuzeyde Ekvator dan Şilide bulunan Maule nehirine kadar genişlemişti. O zamanlar 12 milyon nüfuslu Andean ın kontrolunu ellerinde tutuyorlardı ve başkentleri Cusco (Peru) idi. İnkalar hiç bir yazılı eser veya belge bırakmadıkları için tarihleri genel olarak sözlü geleneklerden ibarettir. Her ne kadar yazılı tarihlerine rastlansa da,  bu yazıların oluşumu İspanyollar ın buraları ele geçirmesiyle başlayan sürecten itibarendir. Aşağıda inka dillerine ait bazı çeviriler mevcuttur: -A– Aclla : Kutsal Güneş bakirelerine verilen isim.Kötü veya uğursuz günlerde , acil durumlarda tanrıları yatıştırmak veya tatmin etmek için kendilerini kurban eden grup.Apo : Inka dağ tanrısı.Apocatequil : Inka şimşek tanrısı aynı zamanda ay-tanrının baş rahibi.Apotequil : ay-tanrının efsanevi baş rahibi aynı zamanda İnka şimşek tanrısı.Dağların tepelerine onun adına heykeller dikilmiştir.Apu Illapu : İnka gök gürültüsü tanrısı.Apu Punchau : Aydınlığın başı(gündüz ün) aynı zamanda İnka güneşinin bir diğer ismi (bkz:Inti)Ataguchi : Yaradılış mitolojisinde rol oynayan bir tanrı -C- Catequil : Gök gürültüsü ve yıldırım tanrısıCavillica : Peru mitolojisine göre ; Ay tanrısı Coniraya spermine meyve şeklini vermiş ve bakire tanrıça Cavillica onu istemeden yemiş böylece hamile kalmış ve bir erkek çocuğu doğurmuş.Bütün tanrıları bir araya toplayarak bebeğin babasının kim olduğunu öğrenmeye çalışmış kimse çocuğu sahiplenmeyince çocuğu tam ortaya koymuş ve çocuğun Coniraya’a doğru emeklediğini görmüş.Cavillica utanmış çünkü Coniraya tanrıların en zavallısı ve en kötü durumda olanıymış.Çocuğunu kaptığı gibi oradan kaçmış deniz kıyısına vardığında çocuğu ve kendisini...

Devamını Oku

İnka Mitolojisi

Peru´yu işgal eden Francisco Pizarro´nun İspanya birlikleriyle beraber bölgeye gelen Hıristiyan rahipler, İnkaların Kipus adını verdikleri hasırlara yazdıkları kayıtların hepsini yaktılar. Ancak bugünkü inanışa göre Kipuslar, fonolojik ve logografik verilerin üzerine kaydedilebildiği ikili bir sistemle yazılıyorlardı. Günümüzde İnkalarla ilgili bildiklerimiz ya Hıristiyan rahiplerin anlatımlarından, ya İnka mimarisi ve el sanatlarındaki işlemelerden (ikonografi) ya da yerli insanlarca dilden dile aktarılan mitler ve efsanelerden gelmektedir. İnka Kuruluş Efsaneleri Manco Capac, Peru´daki İnka Hanedanlığı´nın efsanevi kurucusudur. Efsaneler hakkında çeşitli rivayetler vardır. Bir efsanede, Viracocha´nın oğlu olduğu söylenir. Bir diğerinde ise Titicaca Gölü´nde Güneş Tanrısı İnti tarafından büyütüldüğü söylenir.Manco Capac´nın iktidara gelişi hakkında da birçok efsane vardır. İlkinde, Manco Capac ve kardeşi Pachacamac, Inti´nin oğullarıdır. Manco Capac, babasi tarafindan ateş ve güneş tanrısı olarak kutsanmistir. Cuzco´ya ulasmak icin yeralti tünelleri kazmistir ve bir tapinak yapmistir. Yolculuklari sirasinda Manco´nun kardeslerinden birisi taşa dönüşmüştür (huaca). Bir diger efsanede ise Cuzco´ya yeraltindna gitmek yerine Titicaca Gölü´nün icinden gitmislerdir. Tici Virachocha efsanesinde Manco Capac, Cuzco´nun 25 km güneyindeki Pacari-Tampu, bugün bilinen adiyla Pacaritambo´lu Tici Viracocha´nin ogludur. O ve erkek kardesleri (Ayar Anca,Ayar Cachi, ve Ayar Uchu); ve kız kardesleri (Mama Ocllo, Mama Huaco, Mama Raua, ve Mama Cura) Cuzco´ya yakin bir yerde yasadilar. Cesitlilik arz etmesine ragmen genel inanis, Manco´nun acgözlü davranarak diger kardeslerine ihanet edip onlari öldürmesiyle beraber Cuzco´nun tek hakimi haline geldigidir. Tanrılar Roma İmpataratorluğu gibi İnkalar da hükümdarlıklarına kattıkları kültürlerin kendi dinlerini korumalarına izin...

Devamını Oku

Havai Mitolojisi

Hawaii Mitolojisi’ne göre Güneş’in terbiye edilmesi Havaililer ve Yeni Zelanda’nin Maori halki ayni Polinezya kökeninden geldigi için, Havai ve Maori yaratilis söylenleri büyük benzerlikler taşır. Havai adalarindaki Polinezya toplumu, tepede sefler ve soylular, sonra rahipler, sonra halk ve en son tabanda kölelerin bulundugu toplumsal siniflara bölünmüstü. Her sef, ülkeyi miras aldigi kutsal bir atadan geldigini iddia ediyordu. Polineyalilar efsanevi tarihlerinde önemli bir yer tutan doga tanrilarina tapmaktaydilar. Polinezya söylenlerinde tanrilar,uzak ülkelerde veya göklerde yasaya sefler olarak betimlenir. Kutsal atalardan geldiklerini idda eden Havai sefleri gibi, Havai söylenlenlerindeki kahramanlar da, ya dogumla ya da evlatlik edinilme yoluyla tanrilarla iliski içindedirler. Sonuç olarak Havai mitolojisinde kutsal güç, tanrilardan insan akrabalarina geçmektedir. Ingiliz denizci ve kasif Kaptan James Cook, Havai adalarini 1778’de kesfetti. Dokuz yil sonra Yeni Zelenda’ya ulasti. Ilk misyonerler 1820’de geldiler ve yerli Havaililer ve mitolojileri üzerinde büyük etkileri oldu. Onlarin yönlendirmeleri ile sefler yerli dinlerini birakip Hiristiyanligi benimsediler. Polinezya yaratilis söyleni yok oldu ve yerini Kitab-i Mukaddes’in içerigine uygun olani aldi. Bu dönemde yerli diller yaziya kavustular ve 1860’larda Havai gazateleri Bati edebiyatina da yer vermeye basladilar. Havai mitolojisinde iki mitoloji göze çarpar: Havai Krali majeste David, Kalakaua’nin New York’da 1888’de yayinladigi The Legends and Myths of Hawaii, Havai ulusculugu ve kültürel gururunu gelistirecek efsane ve foklor örneklerinden yapilmis seçmeleri içerir. Yazar, yurttaslarinin öykülerini çocuk masallari olmaktan çikarip, Kitab-i Mukaddes, Ilyada ve Orta Çag Avrupasi’nin kahramanlik söylen ve efsaneleri...

Devamını Oku

Ermeni Mitolojisi

Ermeniler de, Iranlilar gibi ilk zamanlarda günese, aya, atese, suya, topraga, rüzgara taparlardi. Üstleri daimi karla örtülü Masis (Ararat), Nemrud, Süphan (Sipan), Arakaz gibi alev saçan daglara, yildizlara, gezegenlere, burçlara, yalçin kayalara, büyük sulara, güvercin, sahin, kartal, bogaya, Sos (gümüslü kavak) gibi agaçlara hayali tanrilara, iyi ve kötü ruhlara taparlardi. Horenli Movses, Samram’m, yaninda öldürülmüs oldugu söylenilen Kaya’nin, kutsallasmis ve Ermeniler tarafindan tapilmis oldugunu yazmaktadir. Dr. Dagavaryan, dünyanin bir boganin boynuzlari üzerinde bulundugu ve depremin bundan ileri geldigi hakkinda efsanenin Ermeniler, Iranlilar, Türkler arasinda ayni oldugunu söylüyor. Ermeniler ibadetlerini açikta yaparlardi. İlk zamanlarda belirli tapinaklari yoktu. Günese, dag tepelerinde, aya, genellikle Sebuh dagi üstünde, tapinilirdi. Ermenilerin kiliselerinin hala doguya dönük bulunmasi, ayinlerde o yana dönerek yakarmalari, günese ait ilahiler okunmasi, günese Arekak yani, Ar-ek-akn (Allah’in bir gözü) denilmesi bu zamandan kalmadir. Avesta’da (Mah) olarak anilan Ay, Ermenilere Hilal (Mahik) seklinde geçmistir. Kamer, tabiatin anasi; agaçlarin, bitkilerin besleyicisi idi. Ermenilerin Samramakert (Samram sehri) denilen ve asli Sah – Mihra – Kert (Sah günes sehri) yani Van günese, Vostan (Vastan kasabasi) aya, Artamet kasabasi Diana’ya adanmis ve ayrilmisti. Günese at, öküz, keçi, disi koyun kurban edilirdi. Ermeni mitolojisine girmiş olan tanrilarin büyük bir kisminin Hindistan’dan, Iran’dan geline oldugu görülür. Sonralari Romalilarin, Yunanlilarin, Asurilerifi mitolojisinden de birçoklari, Ermenilere geçmistir. Ermeni mitolojisindeki tanrilar sunlardir: İranlıların Ahuramazda’si, Ermenilere bütün diger tanrilarin babasi, gögün, yeri yaraticisi, mutluluk, verim, bereket tanrisi Ara-mazt olarak geçmistir. Eski Ani...

Devamını Oku

Arap Mitolojisi

Arap mitolojisi, Arapların antik inançlarının bütünüdür. İslam öncesi ve İslam’ın ilk ortaya çıktığı dönemlerde, Arap yarımadasındaki Araplar aynı politeistik unsurlara sahip farklı birer mitolojik inanç yapısına sahiptiler. Özellikle Mekke ve Mekke’deki Kabe, Arap mitolojisi için merkez nokta sayılabilirdi; bugün İslam’ın ve böylece de “tek tanrı”nın sembolü haline gelmiş olan Kabe, o dönemlerdeki politeistik inançta önemli bir yer teşkil etmekteydi. İçinde barındırdığı putlar, ki bu İslam tarihince de doğrulanmaktadır, ve sarmalandığı cin, yarı tanrı sembolleri bunun en büyük kanıtıdır. Tanrılar ve Etkileşimler Arap mitolojisinde bugüne kadar ulaşmış bazı tanrı ve tanrıça isimleri vardır. Çeşitli kaynaklardan bunların doğası ve rolleri hakkında bilgi edinilebilmektedir. Bunların en tanınan ve Kur’an’da da ismi geçen üç tanesi, zaman zaman Tanrı’nın Kızları olarak da anılmış olan el-Lât, el-Uzzâ ve el-Menât’dır.   İslami kaynaklar Arap mitolojisinin temelini monoteist bir yapıdan aldığını öne sürer ve bu tanrıçalar gibi o dönemlerde tapılan çeşitli tanrı ve tanrıçaların isimlerinin kökeninin Allah sözcüğü olduğunu öne sürmektedirler. Her ne kadar Arap mitolojisinin monoteistik bir yapıdan türediğine dair kesin bilimsel kanıtlar olmasa da, Allah sözcüğünün o dönemde kullanıldığı bilinmektedir ve etimolojik açıdan bu isimlerin Allah isminden türemiş olması olasıdır. Etkileşimler Arap mitolojisine dair bilinen gerçeklerden biri de özellikle Mezopotamya mitolojisinden fazlasıyla etkilendiğidir. Zaten coğrafi konumları gereği herhangi bir etkileşimin olmayışı düşünülemez. Sadece Mezopotamya mitolojisi değil, dönemde çevre bölgelerde yaşayan toplulukların mitolojileri ve inançları da Arap mitolojisini büyük oranda etkilemiştir. Sıklıkla ismi ortaya çıkan ve...

Devamını Oku

Çin Mitolojisinde Efsanevi Yaratıklar ve Yerler

Çin mitolojisinde birçok farklı yaratık bulunmaktadır. Bunlar genelde birçok farklı hayvanın özelliğini bir arada bulunduran hibrit yaratıklardır. Hibrit yaratıkların en ünlü örneğin qilin olarak anılan mitik yaratıktır. Buna göre qilin farklı şekillerde, farklı hayvanların farklı bölümlerine sahip olabilen bir hayvandır. Bir qilinin ortaya çıkışı iyiye işaret olarak kabul edilir ve bir tür şans göstergesidir. Bir qilinin ortaya çıkması aynı zamanda bir bilgenin gelişi ile ilişkilendirilmiştir; inanışa göre düşünür Konfüçyüs’ün doğduğu sıralarda bir qilin görülmüştür. Zamanında Çin halkının tanımadığı ve bilmediği bir hayvan olan zürafa da Çin İmparatoruna hediye olarak ilk kez gönderildiğinde, bir qilin olarak anılmış ve betimlenmiştir. Hibrit yaratıklara bir başka örnek de rüzgârların hükümdarı Fei Lian‘dır Betimlemelere göre bir boğa kafasına sahip olan Fei Lian’ın kanatları vardı ve sıklıkla yılan kuyruğuna sahip bir şekilde betimlenirdi. Çin mitolojisinin en önde gelen yaratığı, yang ve imparator ile ilişkilendirilen ejderhadır. Ejderhalar Çin mitolojisinde genellikle iyiyi temsil eden, hikmet sahibi yaratıklardır. Su ile ilişkilendirilen bu hayvanların, ilk kez yağmur tanrıları olarak ortaya çıktıkları, daha sonra Çin mitolojisindeki kalıcı yerlerini edindikleri kabul edilmektedir. Nitekim Çin Yılbaşısı kutlamalarında yapılan Ejderha Dansı aslında kökeni itibariyle bir tür yağmur duası, ritüelidir. Su ve gökle sıklıkla ilişkilendirilen ejderhaların nehir ve göl gibi su kaynaklarında yaşadığına inanılırdı[31]. Özellikle kuraklık zamanlarında ejderhalar yardıma çağrılırdı ki bu tema mitlerde de kendisine yer bulmuştur. Çin mitolojisinde bazı ejderhalar bireysel olarak diğerlerinden öne çıkmışlardır. Ying Long Üç Hükümdardan Huang Di’nin hizmetkârı...

Devamını Oku

Çin Mitoloji ve Efsaneleri (Sekiz Ölümsüz)

Sekiz Ölümsüz Çin mitolojisindeki Daoist geleneğin bir diğer önemli öğesini de Sekiz Ölümsüz[26]. Penglai Dağı Adasında yaşadıklarına inanılan Sekiz Ölümsüzün çoğunluğunun Tang veya Song Hanedanlığı zamanında doğduğu söylenmektedir. Bahsi geçen Sekiz Ölümsüzün şu kişiler olduğuna inanılmıştır: He Xiangu (veya Ölümsüz Kadın He), Cao Guojiu (veya Asil Amca Cao), Li Tieguai, Lan Caihe, Lü Dongbin, Han Xiang (Han Xiang Zi veya Filozof Han Xiang), Zhang Guo (Zhang Guo Lao veya Zhang Guo Ata), ve Zhongli Quan. Her ne kadar Sekiz Ölümsüz kişiden hangisinin ilk kez ölümsüzlüğe ulaştığı tartışmalı da olsa, genel kanı Li Tieguai’nin ölümsüzlüğe ilk ulaşanları olduğudur. Li Tieguai topaldı; bununla birlikte doğuştan mı yoksa sonradan mı topal olduğu tartışmalıdır. Yine de özellikle sonraki dönemlerde, genellikle sonradan topal olduğu görüşü yaygınlık kazanmıştır. Bu görüş bir mite dayanmaktadır: ruhu Daoizmin kurucusu Laozi’nin bir çağrısı üzerine bedenini geride bir öğrencisine emanet bırakır ve eğer yedi gün içerisinde dönmezse bedenini yakmasını zira o süre zarfında dönmezse tamamen ruha dönüşeceği, mükemmeliyeti yakalamış olacağını öğütler. Altıncı günde annesinin ölümcül bir şekilde hasta olduğu haberini alan öğrencisi, üstadının büyük ihtimalle zaten mükemmeliyete ulaşmış olduğunu düşünerek bedeni yakar; oysa durum bu değildir ve dönen Li vücudunun külleriyle karşılaşır. Bunun üzerine kendisine uygun bir vücut ararken yeni ölmüş topal bir dilencinin cesedini görür ve buraya yerleşir. Mitler Li Tieguai’nin topallığını işte bu anlatıyla açıklamaktadırlar. Mitlere göre sofu bir hayattan sonra bir gün Laozi, Li Tieguai’yi insan formunda...

Devamını Oku

Çin Mitolojisinde Önemli Tanrılar, Tanrıçalar ve Kahramanlar

Çin mitolojisi politeistik bir yapıdadır. Bununla birlikte bu yapıya yol açan etmenlerden bazıları köken itibariyle ateistik olabilirler: Çin mitolojisini büyük oranda etkilemiş, özgün ve yerli Daoizmi kuran kişilikler eserlerinde herhangi bir tanrıdan veya tanrısal figürden söz etmemişlerdir. Bununla birlikte bu dinî ve mistik hareketlerin ortaya çıktığı veya Çin’e getirildiği dönemde (örneğin Budizmin Çin’e geldiği dönemde) Çin halkı hâli hazırda politeistik inançlara sahipti. Her ne kadar sistematik bir şekilde ele alınmamış olsa ve farklı yerel topluluklarda büyük farklılıklar gösterse de var olan politeizm netti; böylece zaman içinde yeni dinî ve mistik akımlar da bu politeizmi sahiplendi ve kendi düşüncelerinin temelleri doğrultusunda sistematize etti. Çok büyük bir hiyerarşiye sahip olan Çin politeizminde imtihanlarda başarıyı getiren tanrıdan mutfak tanrısına kadar çok çeşitlilik söz konusudur. Çeşitli önemli tanrıların altında, özellikle farklı yerel bölgelerde, birçok sayıda farklı tanrıya inanılmaktaydı. Ayrıca aynı konuyla ilişkilendirilen birden çok tanrı veya tanrıça bulunmaktaydı. Daoizmdeki üçlemeyi gösteren bir betimleme. Üç Saflık (veya Üç Saf Olanlar) / Daoizmdeki üçleme Dört İmparator /- Daoizmdeki cennetsel krallar Yeşim İmparator (her şey ve herkesin hakimi) Beiji Dadi (yıldızların hakimi) Tianhuang Dadi (tanrıların hakimi) Dünya İmparatoriçesi Xi Wangmu / Batının ana kraliçesi; sonsuz yaşamın sırrına sahip olduğuna inanılırdı Xuan Wu – ayrıca Bei Di olarak da bilinir Xuan Nü / Huang Di’ye Chi You karşısında yardım etmiş olan tanrıça Sekiz Ölümsüz Daoist He Xiangu Cao Guojiu Tie Guaili Lan Caihe Lu Dongbin Han Xiangzi...

Devamını Oku

Çin Mitolojisi ve İmparatorluk Fikirleri

Çin mitolojisinde ve genel olarak kültüründe ideal yönetici fikri büyük önem taşımaktadır. Bu sebeple mitin ve tarihî gerçeklerin karışık olduğu ideal yöneticilerin hikâyeleri Çin mitolojisinda önemli bir yere sahiptir. Antik Çin tarihçilerinin kaydettiği önemli üç imparatora (San Huang) “Üç Hükümdâr” veya “Üç İmparator” dendiği de olur; bunlar aynı zamanda kutsal figürlerdir de. Bu Üç Hükümdârdan ilki Fu Xi, Tai Haodur ve kendisine atfedilen zaman dilimi yaklaşık olarak MÖ 2900 civarıdır. Tanrıça Nü Wa’nın eşi ve veyahut kardeşi olarak çeşitli birçok kendine yer bulan Fu Xi’nin insanlara nasıl yemek pişirildiğini öğreten tanrısal hükümdâr olduğuna inanılırdı. Sıklıkla bir yılanın vücuduna sahipmiş gibi betimlenen bu hükümdâr aynı zamanda eski tarihçiler tarafından ilk kez ağla balık tutmayı keşfeden kişi olarak da kaydedilmiştir. İkinci hükümdâr ise sabanı icat ettiğine ve insanlara ekin yetiştirmek için nasıl tarımsal alan açabileceklerini öğrettiğine inanılan, tarımın babası, Shen Nong, Yan Didir. Kendisine atfedilen dönem yaklaşık olarak MÖ 2800 olan bu hükümdâr da tanrısal kökene sahipti ve bir insanın bedenine sahip olmakla birlikte bir kuşun kafasını barındırdığına inanılırdı. Bu üç hükümdârdan sonuncusu, MÖ 2700 civarında yaşadığı atfedilmiş olan, Xian Yuan, Huang Didir. Sarı İmparator Sarı İmparator olarak da anılan hükümdârın Çin halkının atası olduğuna inanılırdı. Genellikle hikmet sahibi bir kişi olarak tanımlanan Huang Di’nin insanlara nasıl kayık, ok ve yay yapılacağını mucidi olmasının yanı sıra yazının da babası olduğuna inanılırdı. Her ne kadar genellikle bu isimler Üç Hükümdâr olarak anılsa...

Devamını Oku

Çin Mitolojisinde Büyük Tufan

Birçok mitolojide kendisine yer edinen tufan fenomeni, Çin mitolojisinde de kendisine yer edinir. Büyük bir tufanı konu alan bir mitte Nü Wa ve hem erkek kardeşi hem de eşi olduğuna inanılan Fu Xi bir çiftçinin çocukları olarak yer alırlar. Çiftçi bir gün Gök Gürültüsünü yakalar ve hapseder. Pazara inmesi gerektiğinde, çocuklarına ne olursa olsun Gök Gürültüsü’ne su vermemeleri gerektiğini tembih eder fakat o gittikten sonra kızı Gök Gürültüsü’ne su verir. Bunun üzerine hapsedildiği yerden bir anda taşarak çıkan Gök Gürültüsü iki kardeşe ağzından bir diş verir; onlara dişi ekmeleri söyler. Eve döndüğünde çiftçi olanları anlar ve büyük bir fırtınanın vuku bulacağını sezerek demirden bir gemi inşa etmeye başlar. Çocuklar ise dişi ekerler. Ekilen yerden bir asma türer ve asmada büyük bir su kabağı büyür. Su kabağının içini açan kardeşler, içinde de ektikleri dişe benzer birçok dişin olduğunu görürler. Fırtına yaklaşırken su kabağının içindekileri çıkarırlar ve tam zamanında su kabağına binerler.   Çiftçi ise bitirdiği gemisine biner. Uzun bir süre fırtına devam eder ve sular cennete kadar yükselir. Bu gerçekleşince cennetin kapısına vuran çiftçi cennetekileri kızdırır ve cennetekiler suyun bir anda çekilmesini sağlarlar. Altlarındaki suyun bir anda çekilmesi sonucu iki gemi de bir anda yere düşer. Çiftçinin demir gemisi yere çarpar ve parçalanır, çiftçi de bu esnada ölür. Çocukların yumuşak olan su kabağı ise hafifçe yere iner. Dünya’da yaşayan tek kişiler artık kardeşlerdir. Bunlara bu olaydan sonra “Fu Xi Kardeşler”...

Devamını Oku

Çin Mitolojisi

Çin halk ve kültürünün biriktirdiği mitolojik ve efsanevi söylence, inanç ve tarih anlayışın bütününü tanımlar. Bir çok yazar ve araştırmacı Çin mitolojisini tanımlarken şu ifadeye yer verir: Çin mitolojisi, …, tarih, efsane ve mitin bir karışımıdır. Tarihçiler Çin mitolojisinin MÖ 12. yüzyıl sıralarında oluşmaya başladığını varsaymaktadır. Çin mitolojisinin en önemli kısmı ise yazılı dönemde, daha sonraları ortaya çıkmıştır. Çin mitolojisi, yaratılış mitleri, halk söylenceleri ile folklorik öğeler, tarihi olaylarla karışmış bir mit yapısı, efsanevi,  tanrısal krallar barındıran kral listesi ile göze çarpar. Mitin Çin Kültüründeki Konumu ve Çin Miti Çin mitolojisine dair yapılan çağdaş sayılabilecek ilk araştırmalar sonucu oluşan genel kanı Çin kültürünün diğer kültürlerdekinden daha farklı bir şekilde çok az oranda ve etkin olmayan bir mitoloji barındırdığına yönelikti. Buna gösterilen en büyük kanıt Çin mitlerine dair atıfların antik Çin metinlerinde genellikle oldukça parçalanmış bir şekilde bulunmasıydı. Bu yazınlarda bir mit bütününden bahsetmek pek olası değilken, büyük mitik temalar da göze çarpmamaktadır Ek olarak antik Çin yazını büyük oranda anlatılıcılıktan uzaktır ve destansı. Özellikle yakın zamanda birçok uzman Çin mitolojisinin olmadığı veya Çin kültürünün mitik öğeler barındırmadığı yönündeki kanıları eleştirmiş ve bunların gerçek olmadığını, çeşitli araştırmalarla, izah etmişlerdir. Çin edebiyatı ve dili uzmanı Anne Birrell, bir Çin mitolojisi eksikliği veya yokluğu fikrinin yaygın olmasının temel sebebinin “geleneksel Çin’in ‘Konfüçyüscü emperyal ideolojisinin’ popüler dinî ifadeler ve mitlere pek değer vermemesi ve bu önyargının da Aydınlanma sırasında Avrupalılarca kabul edilmesi ve...

Devamını Oku

Aztek Mitolojisi

Meksika/Aztek uygarlığı tarafından Meksika Vadisi’nde 14. ve 16. yüzyıllar arasında geliştirilmiş bir dini inanç, mitoloji ve geleneksel bütündür. Politeistik yapıya sahip bu inanış, gerek kendisinden eski gerekse kendisiyle eş zamanlı olarak aynı coğrafi bölgede ortaya çıkmış inançlar, mitler, kültürel ve kozmik imgelerden yoğun oranda etkilenmiştir. Ayrıca Aztek dini çok önemli ve sıkı bir mistik karaktere sahiptir ve liturjik açından çok gelişmiştir. Seremoniler ve ritüeller büyük bir titizlikle, belirli takvimleri çok sıkı bir şekilde takip ederek gerçekleştirilir ve dinî olduğu kadar siyasî ve toplumsal açıdan da önem arz ederdi. Ayrıca uzun yıllar boyunca kurgu eserlerinde yer almış antik ritüellerde insan kurban edilmesi anlayışı da Aztek inancında yer etmiş, ritüellerde gerçekten insan kurban edilmiştir. Tarih ve Yaratılış Paylaştıkları ortak dil sebebiyle Aztek kültürü genellikle Nahua olarak bilinen kültürel kompleks ile gruplandırılmıştır. Efsaneye göre, Texcoco Gölü civarındaki Anahuac vadisine, daha sonra Aztekleri oluşturacak olan çeşitli gruplar, kuzeyden gelmişlerdir. Vadinin yeri ve gölün mesafesi belirli olsa da, Azteklerin kökenine dair kesin pek bir şey bilinmemektedir.Huitzilopochtli Betimlemesi Kökenlerine dair farklı kaynaklar ve düşünceler mevcuttur. Efsaneye göre Meksika/Aztek halkının ataları kuzeyde Aztlán olarak anılan bir yerden gelmiş, yedi nahuatlacalardan sonuncusu güneye doğru yolculuğu yapmış ve “Azteka” ismini almıştır. Diğer kaynaklar halkın kökenini Chicomostoc’a (“yedi mağranın yeri”) veya Tamonachan’a (tüm uygarlıkların efsanevi kökeni, çıkış yeri) dayandırırlar. Meksika/Azteklerin tanrıları Huitzilopochtli tarafından yönlendirildiği söylenirdi. Göldeki bir adaya vardıklarına bir meyve dolu bir nopak kaktüsüne konmuş bir kartal görürler....

Devamını Oku

Etrüsk Mitolojisi

Etrüsklerin mitolojik yazın ve inançları ile birlikte yaptıkları dini adet ve uygulamaların bütünüdür. Etrüskler Kuzey İtalya’dan gelen, zaman içinde Roma’ya entegre olmuş, kökeni bilinmeyen bir milletir. Bu maddede de yer alacak birçok Etrüsk mitolojisi öğesi, tanrı ve tanrıçası Roma panteonuna girmiştir. Bunların bir kısmı doğrudan girerken, bir kısmı zaten var olan ve benzer özellikler taşıyan öğelere etki ederek, bir tür sentez sonucu girmiştir.Etrüsklerden geriye çok fazla yazın kalmamış, Etrüsk dili dahi bugün tam olarak anlaşılamamıştır. Ayrıca Romalı yazarların Etrüsklere, dillerine ve dinlere dair kaleme aldığı yazınlar da bugüne ulaşamamıştır. Tüm bu sebepler nedeniyle haklarında çok az şey bilinen Etrüsklerin dini ve mitolojik inanç, yaşayış ve yapılanmaları hakkında çok daha az şey bilinmektedir. Arkeolojik bulgular da sınırlıdır. Örneğin bugüne ulaşmış mezar kitabelerinde genelde ölen kişinin ismi geçerken, tapınaklara sunulan adak plakalarında sadece adağın yapıldığı tanrı veya tanrıçanın ismi geçer. Bu tip bilgiler de Etrüsk mitolojisine dair ancak yüzeysel bir idrakın gelişebilmesine olanak tanımıştır. Zaten Etrüsk dilinin tamamen anlaşılamamış olması, ele geçecek bulguların da en etkili şekilde kullanılmalarını kısıtlamaktadır. Bununla birlikte bugüne ulaşan büyük oranda ikonografik materyal bulunmaktadır. Vaso süslemeleri, anıtlar, heykeller, taşlar, rölyefler ve kabartmalardaki ikonografi bize Etrüsk mitolojisi hakkında bilgi sunabilir. Her ne kadar bu ikonografi yoğun bir Helenistik etki altında kalsa ve Yunan mitolojisinden tasvirler içerse de, Etrüsk mitolojisi ile Yunan mitolojisi arasında kurulan bağlar Etrüsk mitolojisini, en azın karşılaştırmalı bir şekilde, anlamaya yardımcı olur niteliktedir. Örneğin Etrüsk...

Devamını Oku

Nuh Tufanı mı Yoksa Sümer Efsanesi mi?

Bulabildiğimiz ilk düşünce ürünlerine Sümerlerde rastlıyoruz. Bu ilk düşünceleri Sümer Tanrısı Marduk simgelemektedir. Sümer Tanrısı Marduk’un büyük önemi, bugün dünya uluslarını etkileyen üç büyük dine kaynaklık etmiş olmasıdır. Tevrat’la İncil’deki hikayelerin, kuralların kaynağını görmek isterseniz, İ.Ö. dördüncü bin yıla kadar inmeniz gerekecek. O zamanlar Dicle’yle Fırat nehirleri arasında (Mezopotamya) Sümerler diye adlandırılan bir kavim yaşıyordu. Sümerlerin birçok tanrıları arasında Marduk, maddeye biçim veren, ve deltayı yaratan tanrı sayılıyordu. Tevrat’la İncil’deki hikayelerin çoğu Sümer efsaneleridir. Bu efsanelere göre öteki tanrılar, Marduk’u, okyanus tanrısı Tiamat’la savaşmaya çağırdılar. Marduk, Tiamat’ı yendi ve denizlere sınırlar çekti. Tanrılara tapınan bir varlık bulunsun diye de balçıktan insanı yarattı. Sonraları insanlardan hoşnut kalmayan tanrılar, onları yok etmeyi kararlaştırdılar. Tanrı Ea, tanrılar kurulunun bu kararına karşı, çok sevdiği bir insan olan Ut-Napiştim’i kurtarmayı düşünür. Onun düşüne girerek bir gemi yapmasını fısıldar. Ut-Napişim, yaptığı geminin içine karısını, çocuklarını, işçilerini, hayvanlarını ve tohumlarını doldurur. Tufan başlamıştır, bütün insanlar boğulmuşlardır. Ut-Napiştim’in gemisi yüzmektedir. İnsanların boğulduğunu gören tanrılar, kuşkuya kapılmışlardır. Tanrılar kraliçesi olan İştar sızlanmaya başlamıştır: İnsan yeniden balçık oldu. Tanrılar kurulunun bu kararına katıldığım için ben de sorumluyum bundan… Fırtına, yedi gün sürdükten sonra kesilir: Ut-Napiştim, önce bir güvercin salıverir, güvercin geri gelir: Ertesi gün bir kırlangıç salıverir, o da geri gelir. Üçüncü gün bir karga salıverir, karga geri gelmeyince, gemisini durdurur ve gemisinin konduğu dağın doruğunda bir kurban keser. Tanrılar, kurbanın çevresine sinekler gibi üşüşürler. Tufanı tertipleyen tanrı Enlil,...

Devamını Oku

Zerdüşt ve Felsefesi

Zerdüşt (Zaratustra), İ.Ö. 1000 yılında yaşadığı sanılan bir İranlıdır. Kurduğu dinin adına mazdeizm denilmiştir. Ancak Mazdeizm’in kökü Zerdüşt’ten çok öncedir. Zerdüşt, bu dini arıtıp biçimlendirmiş, insan erdemlerini geliştirerek tektanrıcı bir amaca yöneltmiştir. Mazdeizm’in kutsal kitabı Zend Avesta’dır. Aslında gerçek bir ozan ve çok bilgili bir düşünür olan Zerdüşt, Zend Avesta’nın kendisine iyilik tanrısı Ahura Mazda (Hürmüz) tarafından vahyedildiğini söylemektedir. Mazdeizm, iyi tanrıyla kötü tanrı ikiliğine, Ahura Mazda’yla Angra Mainyu (Ehrimen) çatışmasına dayanan bir dindir. Zerdüş’te göre, iyiliği ruhta, kötülüğü maddede bulanlar aldanmaktadırlar. İyilikle kötülük hem ruhları, hem maddeleri kaplamıştır.   Savaş, her iki alan üstünde olagelmektedir. İyilik tanrısı (gök tanrısı) Hürmüz’ün çevresinde nasıl yarıtanrılar varsa Ehrimen’in çevresinde de yarıtanrılar vardır. Hürmüz yaratıyorsa Ehrimen de yaratmaktadır. Ehrimen, Hürmüz’ü yenip maddeler ve ruhları ele geçirmek için göklere saldırmıştır. Savaş, dehşet vericidir. İnsanlar, göğün korunmasına yardım etmelidirler. Bu savaşta gökten yana olanlar erdemli insanlardır ve savaşa katıldıkları ölçüde sonsuz mutluluğa hak kazanacaklardır. Hürmüz, gök-ışık ülkesinde oturmaktadır. Ehrimen, yeraltı-karanlık ülkesindedir. Dünya, bu iki ülkenin ortasında bir sınav alanıdır. İnsanlar bu sınavı başarıyla vererek evrensel savaşa iyiliğin saflarında katılmalıdırlar.  Zerdüşt, başlıca amacı, ekonomik düzen olan bir plan gütmektedir. Ona göre, Hürmüz’ün bakışı her zaman çalışkan çiftçinin üstündedir. Gerçek dindarlık, oruçla ve tapınmayla değil, tarım çalışmalarıyla elde edilir. Bacası tüten, içi tarım hayvanları ve çocuklarla dolu bir çiftçi evini seyretmek kadar Hürmüz’ü sevindiren hiçbir şey yoktur. Zend Avesta, tarım hayvanlarına iyi bakılması, toprağın iyi sürülmesi...

Devamını Oku

İran (Pers) Mitolojisi

İran mitolojisi ve İran efsaneleriyle ilgili en eski bilgiler MÖ. XV. yüzyıla aittir. Arkeolojik verilerin yanı sıra İran millî tarihi ve tarihî kişilikleri konusunda en eski işaretler Rîg Vedâ ve Avestâ’da yer almaktadır. Zerdüşt’ün kutsal kitabı Zahhak, değişik tarihlerde kaleme alınmıştır. En eski bölümü Gatalar bu dinin peygamberi Zerdüşt’ün ilahileridir. Araştırmacıların çoğu, söz konusu ilahilerin MÖ. VI. yüzyılda yazılmış olduğu kanısındadırlar. Ancak birtakım araştırmacılar ve bu konuda detaylı çalışmaları bulunan uzmanlar da söz konusu bölümlerin yazılış tarihi olarak çok daha eskilere gitmekte, Zerdüşt’ün yaşadığı dönemlerin MÖ. 1100-1500-1700’lü yıllar olduğunu söylemektedirler. Yeşetler de Zerdüşt’ten çok daha eski dönemlere ait birçok efsane ve hikayeyi yok olmaktan kurtararak daha sonraki dönemlere aktarmaları bakımından önemli metinlerdir. Araştırmacılar, Avestâ öncesi dönemlerde de İran mitolojisiyle ilgili veriler bulunduğu kanısındadırlar [1]. İranlılar, Hint-İran birleşik kavminden ayrıldıklarında birtakım destanlar ve efsanevî rivayetleri beraberlerinde getirmişlerdir. Bu rivayetler ilerleyen zamanla onların yeni vatanlarına ve yeniden şekillenmiş yapılarına da uyum sağlamıştır. Bu yüzden Hint ve İran mitolojilerindeki ortak efsanelerin birbirinden farklı değişik versiyonlarına rastlanabilmektedir. Cemşîd’in ya da Ferîdûn’un ve babasının efsanelerle karışık destanları, Sanskritçe eserlerde birtakım farklılıklar ve değişik şekillerde aktarılmaktadır [2]. İran mitolojisi, İran platosu ve onun sınır bölgeleri ile Karadeniz’den Hoten’e kadar uzanan Orta Asya bölgelerinde yaşamış ve birbirleriyle kültürel ve dilsel olarak ilişkili olan eski halkların inanç ve ibadet uygulamalarının ve bunların bütününe verilen isimdir Dini Arka plan Pers mitolojisindeki karakterler güçlü bir biçimde ikiye ayrılmıştır: iyi...

Devamını Oku

Prometheus

Prometheus Yunan mitolojisinin en ilginç tipidir. İlk erkek insanları tanrılardan öç almak için o yaratmıştır. İlk dişi insan olan Pandora’yı da ondan öcalmak için tanrılar yaratmıştır. Böylelikle Yunan mitolojisinde ilk kez çocuk pişirip yedirme teması dışında yepyeni bir öcalma teması işlenmektedir. Bu tasarımda, ister erkek ister dişi olsun, insan, bir öcalma öğesidir. Nitekim Prometheus da öç anlamına gelen Yunanca tisis kökünden türetilen bir Titan’dır. Bir dev’dir, ama Yunan mitolojisinin öbür devleri gibi doğadışı, korkunç, acaip bir yaratık değildir. Tersine, çok akıllı, duygulu, iyicil bir yaratıktır. Bencilliklerinden ve despotluklarından ötürü tanrılara, özellikle de Zeus’e kızmaktadır. İnsanları da evrende kendine benzer varlıkları çoğaltmak için yaratır. Tanrıların tanrısal serüvenlerine karşın Prometheus’un insansal serüveni böylece başlar.   Hesiodos’a göre İapetos’la Klymene’nin oğludur. Atlas, Menoitios (kimi metinlerde Prometheus’un annesi Asia olarak gösterildiği gibi bu kardeşi de Athos olarak gösterilir) ve Epimetheus’un kardeşidir. Prometheus, öteki kardeşleri gibi, tanrısal düzene kafa tutmuş, karşı çıkmış, ne var ki öteki kardeşlerinden farklı olarak sonunda insanlar yaratmak ve onlara ateşi (yaratıcılığı, bilimi, uygarlığı) vermekle bu düzeni değiştirmeyi başarmıştır. Bu yüzden de Zeus tarafından zincire vurulmuş ve Prometheus Desmotes (Zincire vurulmuş Prometheus) adıyla anılmıştır.   Tanrılarca görevlendirilen bir kartal, sürekli olarak, her gece yeniden oluşan, karaciğerini kemirmektedir. Onu, Kafkas dağının tepesindeki bu tanrısal işkenceden bir insan, bir ölümlü olan Herakles kurtarır. Prometheus; “Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yok der!” Böylelikle de insanlığa özgürlüğün yolunu göstermiş...

Devamını Oku

Anteros

Yunan mitolojisinin ilerisürdüğü bu çok önemli diyalektik kavram Yunanca karşıt sevgi anlamındadır. Birçok metinlerde karşılıklı aşk ya da karşılık gören aşk ve seveni mutlu kılan aşk olarak yorumlanır. Kimi metinler de onu erkekler arası aşk’ın simgesi sayarlar. Çeşitli halk anlatımlarında bu yorumlara dayanak olabilecek çeşitli öyküleri vardır. Ne var ki bütün bu öykülerde, halkın onu kendi anlayışına göre basit serüvenlere çekmiş olmasına rağmen, Herakleitos diyalektiğine temel olan felsefesel ve çok önemli bir sezi belirmektedir. Bu sezi, karşıtlığın geliştirici gücü’nü meydana koyar. Anteros (karşıt sevgi), Eros (sevgi)nin kardeşidir ve anneleri Afrodit, onu Eros’un daha iyi gelişebilmesi için doğurmuştur.   Antikçağ Yunan mitolojisine göre Eros, ancak Anteros’un yanındayken gelişebiliyormuş, ona yaklaşınca sevinir ve ondan uzaklaşınca ağlarmış. İskenderiye anlatımlarına göre de, ona yaklaştığı zaman büyür ve ondan uzaklaştığı zaman yeniden çocuklaşırmış. Bu mitolojik inanç, daha sonra antikçağın büyük düşünürü Herakleitos tarafından Yunanca savaş anlamındaki polemos kavramıyla dilegetirilen ve bir logos yasası olarak ilerisürülen karşıtların birliği ve çatışması ilkesini içerir. Nesnel gerçekliğin sözle dile getirilişini veren logos kavramı, evrende bir evrensel yasa’nın varlığını ve her şeyin bu yasayla meydana gelip bu yasayla oluştuğunu anlatır. İdealist açıdan en yetkin dile getirilişini Alman düşünürü Hegel’in diyalektiğinde bulan bu evrensel yasa, daha sonra, bilimsel yerine oturtularak diyalektik materyalizmin temel yasası olmuştur. Bir bakıma, ilk bilimsel düşünceyi de bu sezinin hazırladığı söylenebilir. Çünkü bu sezi, evrensel düzenin birtakım yasalara bağlı olduğu düşüncesini içermektedir. Herakleitos bu yasa’nın doğasal,...

Devamını Oku

Aphrodite

Antikçağ Yunan inançlarında aşk ve güzellik tanrıçası olarak tapılan Afrodit’in daha birçok tanrılıkları vardır. Aslı Doğuludur ve verimlilik tanrıçasıdır. Zamanla aşk tanrıçası niteliğini kazanmış, ilkbahar (bahçeler ve çiçekler) tanrıçası olmuş, Poseidon’un yanında deniz tanrıçası olarak görünmüştür. Kimi metinlerde de cinsel dürtü tanrıçası olarak anılır. Hesiodos, onun deniz köpüğünden doğduğunu söyler.   Homeros’a göre Zeus’le Dione’nin kızıdır, Hephaistos’un kocasını aldatan karısıdır. Thebai’de Ares’in karısı olarak görünür. Eros, Anteros, Himeros, Pathos, Peito, Himeneo, Aineias, Enea vb. gibi pek çok çocukları vardır. Romalılar ona Venus derler. Kythera adası yakınında deniz dalgalarının köpüğünden doğduktan sonra ilkin Kıbrıs adasına çıktığı için, ona Kipris (Kıbrıs’lı) ve Anadyomene (su yüzüne çıkan) adları da verilmiştir. Tatlı gülüşlü olduğundan Khrysee, güzel çelenkli olduğundan Eystephanos, sevgi dolu yüreğinden doğan güçsüzlüğünden ötürü Analkis Theos vb. gibi daha birçok adlarla da...

Devamını Oku

Pan

Sözcük olarak Yunanca bütün anlamına gelir. Arkadia çobanlarının çok eski bir tanrısıdır. Keçiboynuzlu ve keçi ayaklı olduğundan ötürü Keçiler Pan’ı anlamında Aigipan (Aigis Yunanca keçi demektir) da denir. Sonraları tanrı Hermes’le ağaç perisi Penelope’nin oğlu sayılmıştır. Yunan yorumcularına göre tanrı Hermes, oğlunu bir tavşan postuna sarıp Olympos’a çıkarmış, çocuğun keçiliğine bütün tanrılar gülüp alay etmişler. Doğa tanrıcılığın kurucusu olan Stoa düşünürleri, onun bütünlüğünü daha akıllıca yorumlayarak, onu evrensel bütünlük’ün simgesi saymışlardır. Platun’un yazdığına göre Sokrates de ona yakarırmış, sevgili Pan, bana ruh güzelliği ver dermiş. Öyküleri şiirle doludur. Syrinks ya da Pandean (Pan’ın kavalı) adıyla anılan yedi düdüklü flütü o yapmış. Daha sonra Roma’lıların tanrı Faunus’la bir tuttukları Pan bir gün ormanda dolaşırken Syrinks adlı periye gönül vermiş, peri ondan kurtulmak için hemen bir sazlık oluvermiş, ünlü kavalını işte bu sazlıktan koparılan yedi sazdan yapmış, umutsuz aşkını da içli içli seslendirdiği bu sazla dile getirmiş. Pitys adlı bir peri kızı da Pan’ı sevmiş, kendisine zorla sahib olmak isteyen rüzgar-tanrı Boreas (Poyraz)’ın elinden kurtulmak için çam ağacına dönüşmüş. Pan bu yüzden hep çam ağaçlarının altında dinlenirmiş, çam ağaçları da bu yüzden poyraz estiği zamanlar hazin hazin inler ve uyuyan Pan’ı gölgeleriyle güneşin kavuruculuğundan korurlarmış. Kaynayan öğle saatlerinin derin ve sıcak sessizliği onunmuş, bu saatlerde hiçbir çoban onun öğle uykusunu bozamazmış, en küçük bir gürültüden uyanıveren yüce doğa tanrı öylesine korkunç bir haykırışla bağırırmış ki, panik (Pan korkusu)’e kapılan kurtlar ve...

Devamını Oku

Pandora

Pandora Yunan mitolojisiniıi Havva’sıdır. Evrenin ve tanrıların yaratılışı (Kozmogoni ve Teogoni) konusunda geniş tasarımlar ileri süren bu mitoloji, insanların yaratılışı (Antropogoni) konusunda uzun yüzyıllar susmuştu. Bu konuda ilk tasarımlar İ.Ö. V’nci yüzyılda ilerisürülmeye başladı. Bu tasarımların ilginç yanı, birçok mitolojilerden farklı olarak, ilkin tek erkek insan değil, birçok erkek insanlar (Adem’ler) yaratılmış olması ve uzun bir süre aralarında bir üreme düşünülmeksizin bir erkekler dünyasıyla yetinilmesi ve sonunda tanrılar tanrısı Zeus’un Titan oğlu Prometheus’a düşmanlığı yüzünden erkek insanların başına bela olması amacıyla ilk dişi insan Pandora’nın yaratılmasıdır.   Efsaneye göre Titan karı koca İapetos’la Klymene’nin dört oğlu olmuştur: Atlas, Menoitios, Prometheus, Epimentheus. Bu çocukların dördü de akıl gücü bakımından tanrılara üstündürler ve tanrılara kafa tutmaktadırlar. Bu yüzdendir ki tanrılar tanrısı Zeus onlara karşı özel bir kin duymaktadır. Çocuklardan ilk ikisi Atlas’la Menoitios, tanrılarla titanlar arasındaki ünlü savaşa katılmış ve Zeus tarafından Atlas gökkubbeyi omuzlarında taşımakla, Menoitios da yer’in dibine kapatılmakla cezalandırılmıştır. Daha sonra Prometheus karaciğeri kartallara yedirilerek, Epimetheus da ilk kadın Pandora’yı kendisine eş etmekle cezalandırılacaktır. Bu tasarımın ilginç ve kendisine özgü yanı ilk kadının bir ceza olarak yaratılmış bulunması ve ilk erkek insanların Titan’lar tarafından yaratılmasına karşı ilk dişi insanın Tanrı’lar tarafından yaratılmasıdır. İlk erkek insanlar çok akıllı ve becerikli olan Titan Prometheus tarafından yaratılmıştır. Bir başka ilginç ve kendine özgü yan da, ilk dişi insanın tanrılarca erkek insanların başına bela olsun diye yaratılmasına karşı ilk erkek insanların Titan...

Devamını Oku

Zeus

Tanrıların ve insanların babası olarak nitelendirilen Zeus (sözcük olarak Hint, Avrupa dillerinin göğün parlaklığı anlamındaki div kökünden geliyor), evren egemenliğini babası Kronos’un elinden alınca Hint Avrupalıların yağmur ve hava tanrısı olduğunu unutarak hükümdarların ulu’su olmayı kabullenip Yunanlıların hizmetine girmiştir. Atmosferden başlayıp aileye, ahlaka, tarıma, devlete varıncaya kadar sayısız görevler yüklenmiş bulunmaktadır. Bu arada kadın peşinde koşmaktan, kız kaçırmaktan, yalan söylemekten, çeşitli düzenler kurmaktan, öc almaktan da geri kalmamaktadır.   Sekizi ölümsüz tanrıça ve on beşi ölümlü olmak üzere yirmi üç kadınla evlenmiş, sayısız çocuk ve torun sahibi olmuştur. Oğullarından Apollon ve Dionysos her ne kadar dördüncü bir tanrılar kuşağı olarak evren egemenliğini ondan alamamışlarsa da, onu bir hayli korkutup tedirgin etmişlerdir. Egemenliği süresince bu iki oğlunu yakından denetlemek zorunda kalmıştır. Antikçağ Yunanlıları, her ne kadar onun oğlu saymışlarsa da, bu iki eski ve güçlü tanrıyı onun yerine geçirmemek için kendilerini güçlükle tutmuş olsalar...

Devamını Oku

II. Yunan Mitolojisi ve Hikayeleri

Babasını yenip Tanrıların kralı olarak başa geçerek çevresindekiler tarafından saygı gören Zeus zaman zaman çapkınlıkları ile Hera’yı kızdırır. O güzeller güzeli Leto’ya aşık olur. Bu birliktelikten kızıl saçlı ikizler Apollon ve Artemis doğar. Hera, Zeus’un ikincil ilahelere ve ölümlü kadınlara ilgi duymasını bir türlü içine sindiremez ve onları sürekli tehdit altında tutar. Leto çocuklarını doğurabilmek için Delos adasına sığınır. Hera onlara yılan Pifon’u gönderir ve bin bir türlü işkenceye maruz bırakır. Ama Leto’nun oğlu Apollon büyüdüğünde sihirli oku ile ejderhayı öldürür ve Olympos Tanrıları içinde güzel sanatlar ve gün ışığının tanrısı olarak saygınlığını kazanır. Olympos’luları altın liriyle eğlendiren, çok uzaklara ok atabilen, hastaları iyileştiren, iğleştirme sanatını hastalara ilk öğreten gümüş yayın efendisi okçu tanrı olarak Yunan şiirlerine geçmiştir. Kardeşi Artemis ise av tanrıçası oldu. Başka bir zaman ise Zeus’un Hera’ya ihaneti sırasında Hermes doğar. Hermes rüzgar tanrısıdır, babası Zeus annesi ise yağmur perilerinden biri olan Maia’dır. Kanatlı sandalları olan Hermes aynı zamanda tanrıların habercisidir. Hermes’in görevleri arasına ölenlerin ruhlarına Hades’in saltanatına kadar eşlik etmek de var. Apollon’un ölümsüzler arasında en sevdiği tanrı rüzgar tanrısı olan Hermes idi. Anlatılanlara göre Hera’dan önce Zeus Titan Okeanos’un kızı Metis (Zeka temsilcisi) ile evlenmiş. Ama Moir’ler tanrıların kralına bu birliktelikten doğan çocuğun yönetimi eline geçireceğini söylerler. Zeus bunu duyunca Metis’i yutar. Kısa bir süre sonra Zeus’un şiddetli bir baş ağrısı başlar. O zaman Prometheus’tan balta ile başına vurmasını rica eder. Prometheus bu isteği...

Devamını Oku

I. Yunan Mitolojisi Zeus'a Kadar

Yunanların Hint – Avrupa kökenli halk olduğu bilinmektedir. İnsan ve tanrı anlayışını Mezopotamyalılardan aldıkları bilinmektedir. Yunan tanrılarını Slav ve İskandinav halklarının tanrıları ile kıyaslarsak, mitolojideki görev ve yetkileri açısından benzerlik olduğunu görürüz. Bu benzerlik haftanın günlerine verilen isimlerde bile ortaya çıkar. Ancak Yunan mitolojisi canlılığı ve güzelliği ile diğerlerinden belirgin farklılık göstermektedir. Belki de bu nedenle Yunan mitolojisi günümüzde ve günümüze kadar şair, ressam, sanatın ve edebiyatın diğer dalları ile uğraşanların ilham kaynağı olmuştur. Her şeyden önce Khaos vardı. Bu bir boşluk değildi, içinde bütün eşyaların, tanrı ve insanların kaynağını bulundururdu. İlk önce Khaos’tan Toprak Ana – Gaia ve gökyüzü – Uranos oluştu. Gaia ve Uranos’un birleşmesinden Brontes, Steropes ve Arges (‘gökgürültüsü’, ‘parıltı’ ve ‘şimşek’) isimli üç Kyklop doğdu. Kykloplar alınlarının ortasında taşıdıkları tek gözleri ile yer altı alevini gökyüzü ateşine dönüştürüyorlardı. İkinci olarak Gaia ve Uranos elli başlı yüz kollu Kottos, Briareus ve Gyes (‘öfke’, güç’, ‘dehşet’) adlı Hekatonkheirleri yarattılar. Ve nihayet Titanlar oluşturuldu. Toprak ananın gökyüzü ile birleşmesinden altısı erkek, altısı dişi olmak üzere on iki Titan doğdu. Titanların erkek olanları Okeanos, Koios, Hyperion, Iapetos ve Kronos; aynı zamanda Titanides denilen dişi Titanlar ise Theia, Rheia, Themis, Phoibe, Mnemosyne ve Tethys adlarını taşıyorlardı. Okeanos ve Tethys bütün nehirleri yarattılar. Hyperion ile Theia’dan Güneş – Helios, Ay – Selene, Şafak – Eos doğdular. İapetos ve Asie’den gök kubbesini sırtında taşıyan Atlas, Menoetios, Epimetheus, Prometheus doğdular. Diğer 2 çift...

Devamını Oku

Mitoloji Nedir?

MİTOLOJİ Mitoloji kelimesi, basit anlamıyla yunanca mythos ( masal – hikaye ) ve logos ( söz ) kelimesinden türemiştir.(Bkz. Mitoloji Sözlüğü Azra ERAT) Mitolojinin; geçmiş  zamanlara ait medeniyetlerin inandıkları, tanrıların  kahramanların, devlerin, perilerin hayat ve olaylarından bahseden hikayeler olmasının yanı sıra, insanlığın ruh aleminin sembollerle ifade edilmiş bir aynasıdır. Mitoloji araştırmaları, din tarihi incelemeleri ile de yakından ilgilidir. Ancak yalnızca bir Din Tarihi olmadığı da bilinmelidir. Mitoloji ile ilgili yapılan çalışmalarda, bu konunun sadece Yunan ve Roma medeniyetlerine ait olmadığı, diğer kültür ve medeniyetlerin de çeşitli efsanelerinin, destanlarının, kahramanlık öykülerinin, inanç sistemlerinin, tanrılarının, masal ve, söylencelerini barındırdığı açığa çıkartılmıştır. Üzerinde önemle durulması gereken diğer bir konu ise; ilerleyen zamanlarda göreceğiniz tüm mitolojik hikayelerde karşınıza çıkması muhtemel bazı terimlerin olduğudur. Tüm İnsanlık mitosunda mitolojiye yardım eden bu sözüne ettiğim terimler sizlerin Mitosu anlamanız açısından yardımcı olacak ve keyifli bir hale getirecek diye düşünüyorum. Şİmdi bunlara kısaca bir değinelim. İKSİRLER İksirler yenileyici ve şifa verici olduğu inanılan içkilerdir. Bu terim ilk önceden simyagerler tarafından (aynı zamanda felsefe taşı olarak bilinen) basit metalleri altına dönüştüren, hastalıkları tedavi eden ve yaşamı uzatan maddeyi tanımlamak için kullanılırdı. Simyagerler her ne kadar bu kelimeyi türetmişlerse de, böyle bir madde konusundaki inanç simyadan önce de vardı ve sürekli olarak mitoloji ve din tarihinde rastlanır. İksirlerin Özelliği ve Önemi Din, mitoloji ve peri hikayelerinde bir yerlerde yaşlıyı genç kılan, hastayı iyileştiren, veya ondan bir yudum, soluk veya...

Devamını Oku

Yeni Yıl Mesajları

Yine bir yıl başı yaklaşıyor bu yıl başı sevdiklerinizle birlikte mutlu huzurlu bir yıla başlangıç yapmanızı ve tüm yılınızın aynı güzellikte geçmesini diliyorum. Her yeniyıl bir başka güzel… 2009 yeniyıl sizlere hayatınız boyunca unutamayacağız güzellikler yaşatsın. Yeniyıl ınız kutlu olsun. Herkes bir başkasına yardım etseydi, herkesin işi yapılmış olur. Yeni yıl paylaşımlarımızın yılı olsun. Mutluluk, esenlik ve sevinçler getirsin. Mutlu yıllar dilerim. Sağduyu aklın kapıcısıdır. Görevi: Kuşkulu fikirlerin içeri girmesine, ve de dışarı çıkmasına engel olmaktır. Yeni yılda hepizin mutlu, sağduyulu ve sağlıklı günler getirmesi dileğiyle.. Düşsüz büyük şeyler yapılamaz. 2009 yılında tüm düşlerinizin gerçekleşmesi dileğiyle… Hiç hata yapmayan insan genellikle hiçbir şey yapamaz. 2009 yılında hatalarımızın az, başarılarımızın devamlı olması dileğiyle mutlu yıllar.. Sahip olduklarımızla yaşamayı öğrenmek bir süreç, bir katılım, yani yaşamımızın yoğrulmasıdır. Gelecek yıllar varlığımızı zenginleştirecek. Yeni yıl ilk adım.. Nice yıllar, mutlu yıllar.. Gül için dikene razı olur musunuz, yoksa dikeni de gülü de red mi edersiniz? Yeni yıllarda güllerle dolu günlerin dikenleri sizi düşmanları koruyan çitler olsun. Mutlu Yıllar!! Nerede yaşam varsa, orada umut da vardır. Yeni yılda tüm umutlar ve başarılar seninle olsun. Mutlu Yıllar dilerim. Zamanı yapamayacağımızı şeyleri istemekle geçirdiğimiz söylenir. Oysa gücümüz tüm zamanları zorlar. Yeter ki kendimize ve dostlarımızın gücüne inanalım. Yeni yılda inancımızı pekiştirmemiz ve mutlu olmamız dileklerimle.. Dünyayı değiştirmek istersen yüreğine inan , dostlarına güven, sevgine sarıl.. Yeni yıl senin başarılarının anahtarıyla tüm kapıları açacaktır.. Mutlu Yıllar!! Susmak,...

Devamını Oku

Harf İnkılabı (Sohbet)

1 Kasım’da Harf inkılabının 80.inci yıl dönümünü kutlayacağız. 80 yıl önce yani 1 Kasım 1928 senesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin ilerleme ve çağdaşlaşma yolunda attığı en önemli adımlardan bir tanesi olarak görülen bir devrimi kutlayacağız. Bildiğiniz üzere “harf inkılabı” veya “yazı inkılabı” diye adlandırdığımız bu inkılap, Arap alfabesi yerine Latin alfabesi temelindeki millî bir Türk alfabesini geçerli kılan bir değişimin ifadesidir. Bu inkılap 1928 yılının 8-9 Ağustos gecesinde, ulu Atatürk’ün Sarayburnu Parkı’ndan halka yaptığı bir konuşma ile müjdelenmiş ve bir iki ay içinde gerekli ön çalışmalar tamamlanarak 1 Kasım 1928 tarihinde, 1353 sayılı kanunla TBMM’nin onayından geçmiş ve yürürlüğe girmiştir. Ama...

Devamını Oku

Osmanlı Mizah Basını

Taşlama, doğası gereği mizah basınına genişletilmiş bir kapsam verir. Bir halkın ihtiyacından ve alay edilen konuya gülecek “önceden oluşmuş” bir gruptan doğan mizah basınının tutucu karakterini benzer şekilde göz önüne alırsak, mizah basını, aydın bir topluluğun özellikle geçiş dönemlerinde, aidiyet bilinci yaratma sürecinde kendini tanımlamaya yardımcı olan parametrelerini teste tâbi’ tutmaya yarayabilir.[1] Osmanlı Mizah basınının tarihinde iki dönemi ayırt etmek gerekir. 1870-1877 yılları arası mizah basınının doğduğu dönemdir. 1908’de Jön Türk hareketinin ertesi de mizah basının hızla geliştiği dönemdir. Abdülhamid’in saltanat dönemi ise, mizah ve taşlamanın sansüre uğradığı ve dışarıya kaçtığı yıllardır ve ara dönem olarak adlandırılabilir.[2] 1870’li yıllarda bu basının hızla gelişme nedeni hiç şüphesiz  resimleri sayesinde geleneksel basından daha çok okuyucuya hitap edebilmesinde yatmaktadır. Derginin bir kıraathanede okunmasını kafamızda canlandırmamız gerekir; taşlamalı resimlerin bolca yorumlanmış oldukları kesin. Büyük bir bölümünün okuma yazması bulunmayan bir toplumda resim, toplum üzerinde daha büyük bir etki yaratma gücüne sahipti. Ayrıca mizahlı anlatım biçimi, başka bir uslupta olup da sansür edilebilecek bilgilerin ve fikirlerin tedavülünü sağlıyordu. Türk basınında ilk süreli mizah yayını bir ilavedir.1868 yılında Ali Reşat ve Filip Efendi tarafından kurulan Terakki gazetesi, 1869 yılında haftanın iki günü ilave vermiştir. Terakki Eğlence adındaki bu ilavenin hemen ardından Letaif-i Asar gelmiştir.[3] İlk mizah gazetesi olan Diyojen’den başka, 1873-1877 yılları arasında yayınlanan Çıngıraklı Tatar ve Hayal gazeteleri yayınlanır. Bu arada Latife, Şafak, Kamer, Meddah, Tiyatro, Kahkaha, Şarivari Medeniyet, Geveze, Çaylak adlı mizah yayınları...

Devamını Oku

Yeni Osmanlılar'ın Ülkeye Dönmelerinden Sonraki Faaliyetleri

Ali Paşa’nın ölümüyle sadrazam olan Mahmud Nedim Paşa’nın şerefine çıkarılan genel af sonucunda bu Yeni Osmanlılar ülkeye dönerek faaliyetlerine devam ettiler. Ancak Mahmut Nedim Paşa, gazetelerin sabık hükümet hakkında yazdıkları yazılara engel olmak için 9 Aralık 1871’de gazetelere bildirimde bulundu. Bundan sonra gazetelerin özgürce söyleyebilmek olanakları daraltılmaya başlandı.   Basiret, Ali Efendi tarafından 22 Ocak 1870 tarihinde çıkarılmaya başlandı. Sekiz yıldan biraz fazla yayınlanan Basiret 1878’de hükümet emriyle kapatılmıştır. Aradan üç yıl geçtikten sonra tekrar yayın hayatına başlayan gazete, eski popülaritesini sağlayamamış ve 19 sayı çıktıktan sonra kapatılmıştır[1]. Gazetenin bazı sayılarında Mısır Hidivi lehinde yazılar ve haberler yoğunlaşmıştır. Bu haberlerin yoğunluk kazanmasının hemen sonrasında gazetenin yeni binaya taşınması, sütun adedi ve ebadın büyümesi, Mısır Hidivi’nin yardım ve ihsanlarını aldığının ispatıdır. Ancak bu durum, dönemin diğer gazeteleri Tasvir-i Efkar, Terakki, İstikbal ve Sabah tarafından Mısır’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparılması siyasetini gütmekle suçladı[2]. Bunun dışında Basiret’in Alman taraftarlığı da dikkat çekmektedir. Gazetenin sahibi Ali Efendi’nin de inkar etmediği Alman yardımı söz konusudur. bu yardım nedeniyle de Basiret, basın tarihimizde yabancı bir devletten para ve araç yardımı gören ilk gazete olmuştur[3].   O zamanlar çoğalmaya başlayan basımevlerinin sahipleri, sürekli bir iş kaynağı olmak üzere gazete çıkarmak ve bir gazete kapanınca işi sürdürebilmek için ellerinde yedek imtiyazlar bulundurmak alışkanlığındaydılar. Bu basımevi ve gazete sahiplerinden çoğu da basımevi ve gazete hamallığından yetişme, okuması yazması kıt kimseler olduğundan, gazetelerine ya ücretle yazar tutmakta ya da bir...

Devamını Oku

27 Mayıs İhtilali

27 Mayıs 1960 tarihi siyasal zamanlama açısından önemli bir dönüm noktası, yeni siyasal açılımlarının da başlangıcı…   27 Mayıs 1960 Cuma sabahı İstanbul Radyosundan okunan bildiride ;  “demokrasinin içine düştüğü bunalım nedeniyle ve kardeş kavgasını önlemek amacıyla Silahlı Kuvvetlerin bütün Türkiye’de yönetimi ele aldığı” açıklanmıştır. Darbe, en yüksek rütbelisi albay olmak üzere, bir grup subay tarafından planlanmıştır[1] Ancak bu hareket, Silahlı Kuvvetlerin hiyerarşisi içinde yürütülmemiş, ordunun yönetime el koyması, çeşitli rütbelerde 38 subaydan kurulu bir Milli Birlik Komitesi’nin öncülüğünde olmuştur.[2] Silahlı kuvvetlerde iyi tanınan ve oldukça sevilen Kara Kuvvetleri Eski Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel, darbeye başkanlık etmeyi kabul etmiş ancak darbenin düzenlenişine ilişkin ayrıntılara karışmamıştır.   Silahlı Kuvvetlerin yayınladığı bildiriden 27 Mayıs’ta girişilen hareketin yakın nedenlerinin, ekonomik ya da toplumsal  olmaktan ziyade siyasal olduğu anlaşılmaktadır. Aslında 1954’ten sonra giderek artan ekonomik sorunlar, temel ihtiyaç maddelerinin karşılanmasında yaşanan sıkıntılar ve 4 Ağustos 1958 devalüasyonu sonunda artan fiyatlar ve birbirini izleyen dış borçlar, ülke ekonomisinde açmazlar doğurmuştur. Öyle ki 1959 sonlarında dış borçların 448 milyon dolar olduğu belirtilmiştir. 1960 başlarında ekonominin bu olumsuz durumuna karşın, Silahlı Kuvvetlerin ülke yönetimine el koymasındaki asıl etken ülkeyi bir çıkmaza sürükleyen ve 1959’dan başlayarak artan baskıcı yönetim olmuştur.[3]   Siyasal gelişme açısından bakıldığında, on yıl süren DP yönetimi zaten az olan siyasal özgürlükleri frenlemek için düşünülmüş baskıcı yasalardan oluşan  bir sicile sahiptir.   Demokratlar muhalefetteyken sürekli antidemokratik yasaların kaldırılmasını talep etmelerine ve iktidara gelmeleri halinde...

Devamını Oku

İstanbul'un Fethi ve Fatih'in Hıristiyan Askerleri

İstanbul’un fethine dair her şey tartışıldı. Asker sayısı, karadan yüzdürülen gemilerin ebadı, fetih gününün tarihi… Ama Fatih’in ordusunda yer alan, evlad-ı fatihanla yan yana savaşan binlerle ifade edilen Hıristiyan asker hiç tartışma konusu olmadı. Osmanlı Ordusu’ndaki Hıristiyan askerler bu gün tespit edilmiş olmamakla birlikte çok tartışılmayan, gündeme gelmeyen bir konu. 1432 tarihli Arvanit (Arnavut Sancağı) defterine dayanarak çok eski tımar sistemini inceleyen Prof. Dr. Halil İnalcık, Osmanlı Devleti tarafından yerli Hıristiyanların önde gelenlerine tımar verildiğini görür. Tarih biliminde bu önemli bir buluş olarak kayda geçer. 1952 yılında Belleten dergisinde kaleme aldığı makaleyle bunu akademik dünyaya duyurur. İnalcık’ın hayat hikâyesini ve görüşlerini ihtiva eden, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan Tarihçinin Kutbu (söyleşi Emine Çaykara) adlı kitapta anlattığına göre bu tez profesörlüğünün kapılarını açmıştır. Peki, bu tez neden önemlidir?   “Osmanlı Devleti Balkan’da mevcut aristokrasiyi kılıçtan geçirmemiş, aksine tımar vererek Bulgar, Sırp, Arnavut senyörünü yerinde bırakmış, işbirliği yapmış onlarla. Böylelikle Osmanlı Balkanlar’da yüksek sınıfı tımar rejimine sokarak Osmanlılaştırmış ve Müslüman olma şartı koymamıştır.” İşte bu yüzden, İstanbul 1453’te kuşatıldığında Fatih’in ordusunda pek çok Hıristiyan asker vardır. Tımarlı sipahiler toprak yönetiminin bir parçasıydı. Yükselme döneminden sonra eski popülaritesini yitirse de İstanbul’un fethi tarihinde Osmanlı Devleti’nin en önemli askerî kuvvetlerini teşkil etmekteydi. Sistem bir yönüyle toprağın işlenmesini ve ürün alınmasını sağlarken, diğer yönüyle de devletin asker ihtiyacının karşılanmasını sağlıyordu. İnalcık, Tarihçi’nin Kutbu’nda sistemi şöyle anlatıyor: “Osmanlı Sırbistan’a, Arnavutluk’a, Bulgaristan’a gittiği zaman, diyelim...

Devamını Oku

Osmanlı'da Basın Hareketleri

İSTİBDAT DÖNEMİNDE YURT DIŞINDA YAYIMLANAN GAZETE VE DERGİLER JÖNTÜRKLER VE İTTİHAT VE TERAKKİ 20. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı bir yandan içte ve dışta parçalanırken diğer yandan ekonomik-mali yönden Batı’nın denetimine girmiştir. Bunun sonucu milli servet dışarıya akmış ve halk yoksullaşmıştır. İstibdat rejimi dolayısıyla yenişleşme hareketleri ve halkın demokratik gelişimi durdurulmuştur. Bu yolda aslında 1908’e götüren olayların patlak vermesinin en önemli nedeni Abdülhamit’in yönetimindeki Saray’ın egemenliğiydi. İktidar Osmanlı siyaseti ile ilgili önemli kararları alan ve Saray çevresinde kümelenmiş küçük bir gurubun elinde idi. Ancak Sadrazam ve nazırlar keyfi olarak değiştirildiklerinden bu durum süreklilik arz etmiyordu. Abdülhamit döneminde nitekim 28 sadrazam başa geçmiştir.   Devletin mali durumundaki verimsizlik orduda ve yönetimde hoş karşılanmamasına rağmen Sultan’ın despotluğunun bir aracı olan ihbarcılık  ağının moral bozukluğuna yol açtığı için ordu ve yönetimde birlik duygusunu yok etmiştir. Büyük devletlerin saldırgan ve emperyalist politikaları ise durumu daha da kötüleştirmekteydi. Devletin beklenen sonunun geldiğine ya da 93 Harbi’ndekine benzer büyük bir çözülme ile karşı karşıya bulunduğu düşünülmekte ve İngiltere ile Rusya’nın daima karışık bir bölge olan Makedonya’ya müdahale ederek bu eyaleti Osmanlı Devleti’nden koparacakları ve Sultan’ın bu oldu-bittiyi kabulleneceği ileri sürülmekteydi. Nitekim İngiliz Kralı ile Rus Çarı’nın 1908 Haziran’ında Reval’de görüşmeleri bu düşünceyi haklı çıkarmış gibi görülmüş ve bu da devrimci hareketin hız kazanmasına yol açmıştır. Bu devrimci hareketin başlangıcı Askeri Tıbbiye Mektebi’nde “İttihad-i Osmani” adıyla kurulmuş, aynı yıl Paris’teki Jön Türklerin lideri Ahmet Rıza ile ilişki kurulup...

Devamını Oku

Uy Hamsi Mu Dedun?

Karadeniz bir göl iken tatlı su balıkları yaşarmış. Boğazlar göçüp de Marmara’nın suları Karadeniz’e girince doğal olarak hamsi de diğer balıklarla birlikte Karadeniz’e yerleşmiş. Hamsi, burayı çok sevmiş ama Karadeniz’in kışı yaman olduğu için kışlık mekanı olarak her yıl yine hep Marmara’ya (yani baba evine) dönmeyi bir gelenek yapmış. Hamsi hakkında günümüze gelebilen ilk yazılı belge Babil zamanındandır. Babil Kralı Nicodemus aşçının sunduğu hamsi yemeğini afiyetle yiyip de tabağını pidesiyle sıyırdıktan sonra aşçısını böylesine lezzetli hamsiyi kendisine tattırmış olduğu için teşekkür eder. Fakat aşçı onu cevabı ile çok şaşırtır. Çünkü tabakta bir gram bile hamsi yoktur. Aşçı, üstün yetenekleri ile şalgamı hamsi boyutunda kesmiş, yağ, baharat ve afyon tohumları ile son derece artistik bir şekilde hamsi görüntüsüne sokmuştur. İşin daha da garibi, bunların hepsi birleşince çok lezzetli ve lokum yumuşaklığında hamsi tadı vermiştir. Ve işin daha da enteresan tarafı, bu hikaye binlerce yılı kazasız belasız atlatıp bu sayfada yerini alabilmiştir.  Bu ufacık hamsinin iki krallık arasında savaşa sebep olabileceği hiç aklınıza gelir miydi? Ama bu olmuş. M.Ö. 298 yılında Karadeniz kıyılarını egemenlik altında bulunduran Pontus Krallığı ile Ankara’yı başkent yapmış ve oradan Kapadokya’nın güneyinde Toros dağlarına kadar bir imparatorluk kurmuş olan Galatlar birbirlerine girmişler. Hamsi ve kereste için.. General Lucullus, Galatları yenmiş ve olay da böylece çözülmüş. Tabii, General Lucullus’un da hakkını burada yanlışlıkla Sezar’a vermek istemem. Bugün, bazı gıda maddeleri ve eşyalara “Lüks” deyişimizin kaynağı Lucullus. Zaman içinde...

Devamını Oku

19 Mayıs ve Biz

ATAM İZİNİ KAYBETTİK, SÖYLESENE NEREDEYİZ? 89 yıl önce 19 Mayıs 1919; Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a ayak basması ile başlayan millî mücadeleyi başka bir ifade ile Erzurum, Sivas kongreleriyle kararlaştırılan ve 11 Ekim 1922 Mudanya Mütarekesi ile sonuçlanan Türk Kurtuluş Savaşı’nı hatırlatmaktadır. 1. Dünya Savaşı ile Kurtuluş Savaşı iç içe olup biri diğerinin devamı ve sonucudur.Kurtuluş Savaşı’nın amacı, tam bağımsız bir devlet kurmaktır. Tarihî literatür incelendiğinde görüleceği gibi (1, 2), sadece komutan değil, memleketin dertlerini dert edinen, bunlara çare arayan, cemiyetler toplayıp kararlar alan büyük önder Mustafa Kemal Paşa, arkadaşları olan Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Ali Fethi Okyar, Kazım Karabekir ve sonradan katılan İsmet İnönü ile İstanbul’da sık sık toplanıp gelecekle ilgili kararlar almaya başlamışlardır. O sırada Samsun,Vezirköprü, Merzifon ve dolaylarında Rum Pontus Çetelerinin İslâm halkına saldırıları artmış, fakat itilaf devletleri durumu tam tersine algılayarak bölgedeki olayların sebebini Türklerin Hıristiyanlara saldırıları şeklinde göstermişlerdir. Samsun’un stratejik önemi büyüktür; hem doğal bir liman, hem de Karadeniz’in Anadolu’ya açılan kapısıdır. Toplumsal yapısı ise karışıktır. Bunun üzerine Hükümet, gereken tedbirleri alacak güvenilir birine ihtiyaç duymuştur. Damat Ferit Paşa kabinesi, o bölgeye değerli fakat kendi isteklerine göre davranacak bir komutan görevlendirilmesini istemektedir. O günkü bazı politikacılar da Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’dan uzaklaştırılmasında kendi hesaplarına fayda görmüşlerdir. Padişaha bağlı sanılan Mustafa Kemal Paşa, yakın arkadaşlarının da yardımıyla ve akıllıca kurduğu iyi ilişkiler sonucu Padişah ve Hükümet tarafından 30 Nisan 1919’da 9. Ordu müfettişliğine tayin edilmiştir....

Devamını Oku

Osmanlı Uyruklarının Türkçe-Dışı Basın Faaliyetleri

İzmir’de Yunan İsyanının başladığı sırada 24 Mart 1821’de Le Spectateur Oriental adlı gazete yayınlanmaya başladı. Charles Tricon idaresindeki gazete Bu dönemde gazetede yayınlanan makaleler ve haberler bir taraftan Yunan İsyanı nedeniyle İzmir’de yaratılan korku ve paniği ve diğer taraftan Sultan’ın masumlara ilişilmemesi emrine rağmen Rumların kurbanı olduğu kırım ve eziyetleri aksettirmektedir. Bir köşede İzmir’in banliyölerine kadar inmeyi başaran Sakız Adalı korsanların kahramanlıklarından bahsedilirken, diğer köşede yeniçerilerin Yunanlıları nasıl katlettikleri ayrıntılı olarak hikaye edilmektedir. Genel olarak Osmanlı hükümetinin ve Türklerin davranışları ve faaliyetleri ticareti kesintiye uğratacak panik atmosferini yaratma amaçlı olarak telakki edilmektedir. Spectateur’un Yunan taraftarlığı, bölgeyi sarsan krizde asilerin rolü ve sorumluluğu üzerinde sessiz kalıp diğer taraftan ticaret emniyetinin, asilerin eylemlerine karşı müdahale edilmeksizin sağlanmasını Osmanlı Hükümetinden istemesinde kendini göstermektedir.[1] Gazetenin izlediği bu tutum nedeniyle yayını Osmanlı Hükümeti tarafından protestoya uğradı ve Fransız elçiliği tarafından 17 Mart 1824’te askıya alındı. Altı aylık bir dönemde Spectateur’un yerine yine Tricon tarafından Le Smyrneen yayınlanmaya başladıysa da yine Babıali’nin etkisi ile kapatıldı. Spectateur, ise Avusturya ve Prusya elçiliklerinin sağladığı yüz kadar abone ve bunun zorladığı bir politika değişmesi ve yeni bir yönetimle tekrar yayın hayatına başladı. Le Spectateur Oriental geçmişiyle ilişkilerini kopararak hemen yerel yöneticilerin korumasını sağlamaya yeterli olacak şiddette Yunan aleyhtarı bir tutum takındı. Bu politika değişimi, Yunan korsanlarının çapulculuğundan kazançları ciddi bir şekilde zarar gören İzmir ticaret çevrelerinin duygularına da tamamen tercüman oluyordu. Bu sebepten ötürü Fransız Konsolosluğu tarafından kapitülasyonlara...

Devamını Oku

Dünya'da İlk Gazete

Dünyada ilk çıkan gazeteye ait bir belge Mısır’da bulunmuştur. Bundan yaklaşık 3400 yıl önce Nil Nehri kıyılarında bulunan bir tablet dünyanın ilk gazetesi olarak nitelendirilmiştir. Mısırlılar, bu tabletlere önemli olayları yazmışlar ve bu tabletler elden ele dolaşmıştır. [1] Günlük gazetenin doğum yeri ise Avrupa’dır. Baskı alanındaki gelişmelerden sonra, artık mecmua ve gazete devri açılmış oluyordu. Matbaa ve gazetelere bazı iktidarlar tarafından her ne kadar şiddetli tepkide bulunuldu ise de, XVI. yüzyılda gazetenin ortaya çıkışı engellenememiştir. Bu gazeteler önceleri yıllık, altı aylık, haftalık olarak yayınlanırken sonunda günlük olarak yayınlanmaya başlandı. Günlük gazete ilk olarak İngiltere’de 1702 yılında yayınlanmaya başladı. Fransa’da 1631 yılında Teophraste Renaudot tarafından La Gazetta adlı gazetenin yayınlanmasıyla birlikte gazetecilik mesleğine ilk adım atılmıştır. gazete adını taşıyan bir başka basın organı da Gazette de Lausanne adıyla İsviçre’de yaşama geçmiştir. Kimi kaynaklara göre de dünyada ilk gazete 1609 yılında Bremen yakınlarındaki Augusburd’da Avis Relation Oder Zeitung adıyla yayınlanmıştır. Hollanda’da 1605’te ticari bültenden doğan Niuewe Tijdingen’i ilk gazete olarak değerlendiren kaynaklar da mevcuttur. [2] [1] Enver Behnan ŞAPOLYO; Türk Gazetecilik Tarihi ve Her Yönüyle Basın, Ankara 1970, s.11. [2] A.Rıdvan BÜLBÜL; Haberin Anatomisi ve Temel Yaklaşımlar, Nobel yay. Dağıtım, Ankara 2001,...

Devamını Oku

Osmanlı Devleti'nde Dergicilik

Osmanlılar, kitap ve gazete basımında olduğu gibi, dergi yayını alanında da Avrupa’yı oldukça geriden takip etmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ilk dergi, 1849 yılında yayımlanmaya başlayan Vakayi-i Tıbbiye’dir. Tıbbi konuları bünyesinde barındıran bu derginin çıkarılması için, o dönemde Hekimbaşı olan Abdülhak Mollâ, bir gerekçe ile Babıali’ye müracaat etmiştir. “Memleketteki önemli işlerin yoluna girdiği sırada, tıbba ilişkin konularında düzenli bir şekilde ilerlemesinin Tıbbiye’deki hocaların eğitim ve öğretim yönlerine bağlı olduğunu” belirttikten sonra, özellikle Paris ve Londra’da bilimsel alanlarda ortaya çıkan yeniliklerin tıp bilimine önemli katkılarda bulunduğunu ifade etmiştir. 600 civarında abonesi olan dergi, yayın hayatını üç yıl sürdürebilmiştir[1]. 1862’de ikinci dergi olan Mecmua-i Fünun yayınlanmaya başlamıştır. Dergi “Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye” tarafından çıkarılmıştır. Ahmet Vefik Paşa, Edhem Pertev Paşa, Mehmet Cemil Paşa, Kadri Paşa, Halil Bey, Rıfat Bey, İngiliz Sait Paşa, Hekimbaşı Salih Efendi, Aleksandr Karatodori Efendi, Sakızlı Ohannes Efendi, Tarihçi Hayrullah Efendi gibi devrin önemli simaları bu derginin yazar kadrosunda yer almışlardır. İlk iki yıl düzenli çıkan dergi, üçüncü yılında İstanbul’daki kolera salgını yüzünden önce aralıklarla yayınlanır, daha sonra ise yayını tamamen durdurulur. 15 yıl geçtikten sonra 1883’te tekrar Münif Paşa tarafından yayınlanmaya başlayan Mecmua-i Fünun ilk sayısındaki “Bir Yıldız Böceği İle Bir Yolcu” başlıklı makaleyi yayımlamıştır. “Yıldız” kelimesi Abdülhamid’le özdeşleştiğinden ötürü, o dönemde yasaklı kelimeler listesinde yer almaktaydı. Bu konu yüzünden sorguya çekilen Münif Paşa “Bunda kasıt aramak alıklıktır” der ve kalkar. Türk kültür tarihinde önemli bir yeri olan derginin kapatılma...

Devamını Oku

Ceride-i Havadis

Muhbir Tasvir-i Efkar Ceride-i Havadis Tercüman-ı Ahval İlk özel gazeteyi 1815’te İzmir’e yerleşen, daha sonra İstanbul’da ABD sefaretinde katiplik yapan İngiliz asıllı William Churchill çıkardı. Üsküdar yakınlarında avlanırken bir Türk çocuğunu vurması üzerine tutuklanan Churchill, kapitülasyonların verdiği imkanla İngiltere’nin, Babıali’yi şiddetle protesto etmesi karşısında hükümet Churchill’e çeşitli maddi olanakların yanı sıra bir de gazete yayınlama izni vermiştir.[1]   Churchill, Ceride-i havadis için Sultan Abdülmecid’den kendisine yardım yapılmasını ister. Abdülmecid iktidarının ilk yıllarında basının etkinliğinin farkında değildir. Oysa II. Mahmut azınlık basınına, onları dış kamuoyuna karşı kullanmak üzere rüşvetler vermişti. Black Bey’in Spectateur Oriental’ini fark eden II. Mahmut, hem bu gazeteye parasal destek sağlamış hem de gazetesi  Fransızlar tarafından kapatılınca Black’e Takvim-i Vekayi’nin Fransızca’sı olan de Moniteur Ottoman’ı 1830’da çıkarttırmıştır.   Abdülmecid, 21 Ekim 1841’de parasal destek sağlayan iki İzmir gazetesinin, Yunan meselesinde Osmanlı aleyhine yazılar yazdığı duyumu ile hareket ederek parasal desteğini tüm gazetelerden çekti. Ancak gerçeği görmesi uzun sürmeden Tanzimat reformların gerçekte imparatorluğu parçalamaya götürdüğünü görünce [2] ilk Türkçe gazeteye ilk teşvik yolu açıldı. Ve Abdülmecid, Takvimhane Müdürlüğü’ne Ceride-i Havadis’e yardım edilmesi için emir verdi.[3] İlk sayısı 1 Ağustos 1840’da çıktı. 10 günde bir çıkarılacağı ve gazetenin içeriğine yer verilen Mukaddime’de aynı zamanda   Takvim-i Vekayi’nin kuru içeriği de eleştirilmiştir. Ancak belirtildiği gibi 10 günde bir çıkarılamayarak ve 13 Mayıs 1843’teki 138. sayısıyla yayın hayatına ara verdi.   Genelde dört sayfa olarak yayınlanan Ceride-i Havadis’de Havadisat-ı Dahiliye bölümünde resmi...

Devamını Oku

Tercüman-ı Ahval

Muhbir Tasvir-i Efkar Ceride-i Havadis Tercüman-ı Ahval Osmanlı İmparatorluğu’nda kitaplar, gazeteler, telgraf çoğunlukla yönetici sınıfın hizmetinde idi. Zamanla haberler diğer sınıflara da ulaşmaya başladı. Buna Osmanlı’nın, merkeziyetçi yapısını az da olsa eleştirebilen iktidar karşısında bağımsız iki Türkçe gazete öncülük etmiştir. Bunlardan ilki 1860’da ortaya çıkarılan Tercüman-ı Ahval’dir. Kurucusu Agah Efendi, Meclis-i Maarif’e izin konusunda verdiği dilekçesinde; “Çeşitli bilgilere dair konular iç ve dış olaylara dair havadislerin uygun olanlarını yayınlamak için birkaç günde bir Türkçe olarak bir gazete neşretmek istiyorum.   Devletimizin ve yabancı devlet uyruklularının bazılarının Arapça, Türkçe ve diğer dillerde, nizamlara uygun olarak yaptıkları yayınlar gibi, her trlü masrafı ve hasılatı kendime ait olmak üzere devlet ve milletimin siyasetini ve özel menfaatlerini korumak şartıyla söz konusu gazetenin yayınlanması için bana da resmi ruhsat verilmesi hususunda yüksek müsaadelerinizin esirgenmemesi…”Agah [1]. Agah Efendi Tercüman-ı Ahval ile Takvim-i Vekayi ile Ceride-i Havadis’ten farklı olarak içeriği zengin bir gazetecilik örneği sergilemiş ve ciddi bir kamuoyu oluşturmuştur.   Ayrıca bu gazete, Türk ideologları için de bir yetişme mekanı olmuştur. Bunların arasında ünlü yazar ve şair Ziya Bey, ünlü tarihçi ve lisan uzmanı Ahmet Vefik Paşa[2], Hasan Suphi Efendi daha sonraları kendi edebiyat gazetesi Mirat’ı çıkarmaya başlayan gazeteci Mustafa Refik Bey[3] ve daha başka genç Türk aydınları bulunuyordu. Ama, Tercüman-ı Ahval’in ilk 25 sayısının çıkarılmasında hemen hemen baş rolü oynamış bulunan ünlü şair İbrahim Şinasi’nin[4] adı (1826-1871), gazeteyi çabuk üne kavuşturdu. Şinasi’nin bu gazetenin...

Devamını Oku
  • 1
  • 2