Yazar: omar2020

Helal Gıda

Önceki günlerde Almanya’daki ekmeklerde, domuzdan elde edilen bir maddenin kullanıldığı ortaya çıktı. Benzer maddelerin çorbadan meyve suyuna kadar birçok üründe de yer aldığı ya da yer alabileceğini unutmadan gıda almak ve gıda alırken hassas davranmak her Müslüman’ın riayet etmesi gereken asli bir görevidir. Olmaz olmaz demeyelim, olmaz olmaz.Bu görevimizi yerine getirirken bilmemiz gereken terimlerden biri helal’dir. Öyleyse helal nedir? Helal, bir Müslüman’ın hayat standardının olmazsa olmazını teşkil eder. Doğumundan ölümüne kadar helal dairesi içerisinde yaşamak en önemli hedefimiz olmalıdır. Elde ettiğimiz her şeyi İslami kurallara göre elde etmemiz ve bu anlayışla tüketmemizdir. Bunun en önemli halkası ise helal lokma’dır. Boğazımızdan geçecek her bir lokmanın hesabını Allah(cc)’a vermek zorunda olduğumuzun bilinciyle hareket etmeliyiz. Bu sebeple, bir Müslüman’ın yediği ve içtiği her lokmanın mutlaka helal olması şarttır. Maddi ve manevi hayatı ile kendisinden sonra gelecek neslin sağlıklı ve faziletli devam edebilmesinin en önemli güvencesi de helal lokmadır. Geçenlerde bir grup arkadaşla mütedeyyin olduğunu bildiğimiz bir lokantaya gittik. Tavuk yemek isteyen bir arkadaşımıza “dur bir soralım kesim şartlarını biliyor mu?” dedim. Arkadaşımız bu lokantanın yemekleri helaldir dedi. Bunun üzerine lokanta sahibini yanımıza çağırdık. Tavuk konusunu sorduk. O da caiz olduğunu duyduğunu söyledi. Bunun üzerine üretim yapan firmanın tesislerine gitmeye karar verdik ve hep birlikte ilimizde bulunan üretim tesislerine gittik. Hoş beşten sonra kesim konusundaki hassasiyete geldiğimizde genel müdürün konuyla ilgili hiçbir şey bilmediğini gördük. Tesisi incelememize izin verildi ve gezdik. Genel müdüründen...

Devamını Oku

Anadolu Selçuklu Devleti Hükümdarları

Üzerinde yaşadığımız bu cennet vatanı bizlere armağan eden büyüklerimizden birisi de Sultan Alparslan’dır. İslâmın bu bahadır evlâdı Malazgirt’te kalabalık Bizans ordusunu perişan ederek Anadolu’nun kapısını Müslümanlara açmıştır. Fetih ordusu da açılan bu kapılardan tekbirlerle girmiş ve her karışını kanlarıyla sulayarak bizlere vatan olarak teslim etmişlerdir.Sultan Alparslan, 26 Ağustos 1071 Cuma günü Malazgirt ovasında kılınan Cuma namazında halifenin gönderdiği şu hutbeyi okumuştur: “Allahım! İslâmın sancaklarını yükselt ve hayatlarını Sana kulluk için esirgemeyen mücahitlerini yalnız bırakma! Ya Rabbi! Alparslan’ı düşmanlarına karşı muzaffer kıl ve onun askerlerini meleklerin ile kuvvetlendir! Zira O, Senin rızanı kazanmak için varlığını, canını ve her şeyini fedadan sakınmıyor. O Senin yolunda ve dininin üstünlüğü için nasıl cihat yapıyorsa Sen de onu öylece koru ve düşmanlarını kahret!” Malazgirt ovasında kılınan Cuma namazından sonra bütün askerler bir birleriyle helalleşti. Sultan Alparslan kefen niyetine beyaz elbisesini giydi ve fetih gerçekleşti. Sultan Alparslan 1072’de Mâverâünnehir’i fetih etti. Fethettiği bir kalenin komutanı olan Yusuf Harezmî tarafından hançerlenerek yaralandı ve bu hançer yarasından 25 Ekim 1072’de şehit olarak baki âleme göçtü. Cenazesi Merv şehrine götürülerek babası Çağrı beyin yanına defnedildi. Anadolu’da kurulan Anadolu Selçuklu Devleti 1077’de kurulmuş 1307 yılında son bulmuştur. Bu 230 yılda 18 hükümdar hizmet etmiş ve 1299’da kurulan Osmanlı Devleti ile 1307’den itibaren devam etmiştir. Süleyman Şah : 1077-1086  İznik’i alarak başkent yaptı.1077’de Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, Süleyman Şah’a Hükümdarlık ünvanı verdi. Halep’i almak isteyince Tutuş’a yenildi ve öldü. Suriye’nin...

Devamını Oku

Suriye Bu Hale Nasıl Düştü?

1984 yılının ilk günlerinde umre’ye gitmek üzere otobüslere bindik ve Habur sınır kapısından geçerek Bağdat, Kerbela ve Arar sınır kapısıyla Suudi Arabistan’a vasıl olduk. Asıl üzerinde durmak istediğim mesele orada gördüğüm gözü yaşlı fabrikatörün anlattıklarıdır.Şu an iç savaşın yaşandığı Suriye, yıllar önce de Hafız Esed’in zulmü ile inlemiş ve yıllarca bu karanlık dönem devam etmiş ve şu an son günlerini yaşamaktadır ama zulüm şiddetini daha da artırmıştır bu günlerde. Medine sokaklarında sevdiklerime hediyelik eşya almak için adımlarken küçük bir dükkâna girdik arkadaşlarla. Eşyaları bakarken hoş beş etmeye de başladık. Dükkân sahibinin muhabbeti hoşumuza da gitti. Türkçe de konuşuyordu. Suriye’de çok kötü şeyler yaşandı. Yabancı ülkelerden gelen bir takım kişiler önce eğitimi ellerine geçirdi, sonra yavaş yavaş Suriye’yi elde ettiler. O süre zarfında bir grup genç gelmişti fabrikama. Bir mesele açtılar. Bu dışarıdan gelen insanlar, “gençliğimizin milli ve manevi değerlerini öğrenmelerine engel oluyorlar. Vatanımıza, milletimize, inancımıza, kültürümüze düşman gençler yetiştiriyorlar. Biz de ülkemize, dinimize sahip çıkalım. Biz de bir eğitim grubu oluşturalım, okul açalım. Suriye’yi kurtarmak için elimizden gelen gayreti gösterelim.” dediler. Epey bir şeyler anlattılar dertli sinelerinden gelen ızdırapla. “ eğer bugün sahip çıkmazsan, yarın senin çocukların sana düşman olacaklar. Hakikatleri inkâr edecekler. Biz, çocuklarımızı kendi inancımıza, kültürümüze uygun şekilde yetiştirebilmek için eğitim yuvaları açmak istiyoruz. Bize yardımcı olun, sizin maddi imkânlarınız iyi. Bir okulun masrafını karşılayabilirsiniz” gibi sözler söylediler. Ben de “Gençtir bunlar, heves peşindeler” diye düşündüm. Çıkardım...

Devamını Oku

Osmanoğullarının Dramı ve Menderes'in Civanmertliği

Ülkemiz, tarihine sırt döndükçe, vefayı bir semt adı olarak gördükçe başımızdan musibetlerin gitmesi mümkün değildir. 1940’larda Abdulhakim Arvasi : “Biz Sultan Aziz’in ahını çekiyoruz. Sultan Hamid’in ahına daha sıra gelmedi. Biz bu hanedana yapılan zulme kayıtsızlığımızın cezasını çekiyoruz. Hanedan bedduası müthiştir.Bizim ecdadımız, hanedan bedduasından korkardı. Çünkü onların liderlikleri Allah’ın tensibi takdiri ve kendi bileklerinin hakkıydı. Birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi, kimse onları Türk Milletinin başına memur olarak koymamıştır.“ sözleriyle sıkıntılarımızın manevi sebebine işaret etmektedir. Osmanlı’nın torunları bir gecede asırlardır düşman olduğu Avrupa’ya kovulduğu zaman, kimse onları arayıp sormadı. Osmanlı hanedanının evlatları eli boş bir şekilde Türkiye’nin dışında aç bırakılıp öz vatanlarından uzakta ölüme terkedildiler. Sultan Vahdettin, Şam’da Selimiye Camii Şerifinin avlusunda; Halife Abdülmecit Efendi, Medine’de Cennet’tül Bakiye, medfundur. Paris Camii’nde cenazesi vasiyeti gereği 10 yıl 1944’den 1954 yılına kadar bekletilen Halife Abdülmecit Efendi,  vatan toprağına gömülmek arzusunun gereği böyle istemişti ama nasip olmamıştır. Türkiye Cumhuriyetinin ilk ve son halifesi Abdülmecit Efendi’nin oğlu Sehzâde Ömer Faruk Efendi Mısır’da vefat etmiştir. Türkiye’de işbasına gelen her iktidara mektup yazarak “Her türlü siyasî haktan mahrum olarak vatanda yaşamama müsaade edin.”diye mektuplar yazar. Kabul edilmeyeceğini anlayınca,  rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti’ye bir mektup yazarak “Bizi vatana kabul etmeyeceklerinden emin oldum. Bir zarfın içine Allah rızası için bir avuç vatan toprağı koyun da hiç olmazsa kabrime konulsun” diyecek kadar vatan hasreti içinde ahirete yaban ellerde yürümüştür. Sultan Abdülhamid’in kızlarından Zekiye Sultan, Nice’de vefat etmeden önce, “bir...

Devamını Oku

Kemah'ın Tarihi Evleri ve Kapı Tokmakları

Anadolu’nun şirin ili Erzincan’a bağlı Kemah ilçesine çok sevdiğim insanlarla bir ziyaret gerçekleştirdik. Kemah ilçesinin girişinde Sultan Melik Türbesi, misafirleri bütün ihtişamı ile karşılamaktadır. Biz de ziyaret etmek istediğimiz Kemah’ı, Sultan Melik’e selam vererek girmek istedik ve kısa bir mola ile bahçesinde sımsıcak bir çay içtik.Türbe hakkında bilgi veren çaycı Mustafa” Bu türbe Sekizgen plan üzerine altlı-üstlü olarak inşa edilmiştir. Alt katında, 1071–1228 yılları arasında Kemah’a egemen olan Selçuklulara bağlı Mengücek Beyliği döneminde yaşayan Sultan Melik’in mumyası vardır.” Türbenin bulunduğu alan gayet bakımlı ve türbeye gösterilen saygıyı ifade edecek kadar da temiz. Bu nezih ortamdan ayrılarak ziyaret edeceğimiz Sıddık Bey’in evine doğru yola koyulduk. Her tarafı buram buram tarih kokan Kemah, tarihin bütün güzelliklerini saklamayı başarmış nadir yerlerden. Kemah tarih boyunca önemli bir geçit yeri görevi üstlenmiş. Bu stratejik ve siyasi önem şehrin kültürünü, sosyal hayatını ve ekonomisini canlı tutmuş. Kemah evlerinde kullanılan bazı eşyalar günümüze kadar gelebilmiş. Bu eşyaları  araştırdığımızda kullanılır olarak bulunması Kemah’ta tarihe ve tarihi değere verilen önemi göstermektedir. Bu duygularla ziyaret edeceğimiz eve yaklaştığımızda bizleri sokağın başında karşılayan Sıddık Bey, samimi bir şekilde bizleri kucakladı. Tarih kokan Kemah’ta, tarihi bir konağa davet etti. Konağında bizleri ağırlayan Sıddık Bey “Çoğunlukla iki katlı olan evlerin zemin katları ahır, depo, kiler olarak kullanılmış ve evin zemin ve birinci katı iki bölümden oluşmuştur. İkinci kata ahşap bir merdivenle çıkılır. Esas yaşanan yer üst kattır. Esas yaşama katında sofa ve...

Devamını Oku

Anne

Annemi fani âlemden baki âleme uğurlayışımızın 10. sene-i devriyesini idrak ettiğimiz bu günlerde çok sıkça rüyalarımda buluşuyor ve hasbihal ediyorum. Ömrünü evlatları için adayan ve onların birer hayırlı evlat olmaları için gece gündüz didinen bir Anadolu insanıydı. Okuyup vatana ve millete hizmet etmemi hep istedi. Bense ticaret yapmak istiyordum. Ama nasipmiş ki onun arzusu yerine geldi. Okudum ve insanlığa hizmet etmeye çalışmaktayım. Bu günlerimi de O, gördü ve huzurla Allah’a yürüdü. Mekânın cennet olsun anacığım.Üstat Necip Fazıl’ın dediği gibi Anne girdin düşüme.Yorganın olsun duam;Mezarında üşüme. Dizeleri beni bu günlerde daha bir etkilemekte. Yaşlandıkça anne ve baba daha bir aranır olmakta. Sığınılacak bir limandı onlar benim için. Ne zaman soğuk bir rüzgâr esse hemen sığınırdım kucaklarına. Kendimi güvenli bir limanda hissederdim. Onların ayrılışı bende bir güven eksikliği de oluşturdu desem yalan olmaz. Şu kâinatta ne varsa, onun eli hepsinin üstündedir. Cennete giden yol onun ayaklarının altından geçer. Allah, yüce kitabımız Kuran-ı Kerim’inde ona öyle bir sultanlık vermiştir ki, yeryüzü sultanlıkları ona oranla, bir hiçtir. Evladı için yapmayacağı bir şey de yoktur bu yüce varlığın. Tarih bu muhteşem varlıkların yaptığı kahramanlıklarla doludur. Geçenlerde medyaya da yansıyan haberlerde 4 çocuk annesi Hatice Belgin’in bayram alışverişi için gittiği mağazanın önünde, çocuklarını korumak için ”canlı bomba”nın üzerine atladığı yazıldı, söylendi ve biz bu haberleri acı ve ızdırapla takip ettik. Anne ruhundaki incelikle, kahramanlığı beraber götüren bir şefkat kahramanıdır ki, şefkatiyle bir tüy kadar yumuşak,...

Devamını Oku

Kutlu Doğum

Yer Mekke. 1441 yıl öncesi, 20 Nisan 571 Pazartesi. Eğer sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım’ın muhatabı rahm-i maderden yeryüzüne teşrif ediyor. Annesi Amine, babası Abdullah. Doğmadan babasını kaybediyor ve yetim olarak dünyaya geliyor.Vahşet diyebileceğimiz bir dönem; kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü sözde dayılarına uğurlandıkları karanlık bir zaman dilimi. İnsanlar, canavar misâli vahşîleşmiş, küfür, şirk ve cehalet karanlığında boğulmaya yüz tutmuş. Kâinat hüzünlü, insanlar kederli, gönüller harap ve yüzler ümitsizdi. Bu ümitsizlik deryasında boğulan insanları ferahlatacak olan müjde, Mekke’den geliyordu. Mekke’de mütevazi bir ev. Yüzler seher vakti gülüyordu. Kâinatın Efendisi Peygamberimiz (sav) dünyaya geldiği sırada, dedesi Abdûlmuttâlib, Kureyş’in ileri gelenleriyle oturmuş, sohbet ediyordu. Kendisine müjdeli haber verildi. Bu habere çok sevinen dede Abdûlmuttâlib, bir anda kendisini nur topu torununun yanında buldu: Kucakladı, öptü, öptü kokladı. Sonra da, oğlu Ebû Tâlib’e teslim ederek, “Bu çocuk, sana emanettir.” diyerek yetim olarak dünyaya gelen misafiri amcasının ellerine verdi. Ziyafetler verildi ve ardından adı konuldu; Muhammed. Bu yüce kamet yeryüzüne teşrif ettiği gece İran hükümdarının sarayının 14 sütunu yıkılmış, Sava Gölü kurumuş, Mecusilerin tapındıkları ateşler birden bire sönmüş ve putlar devrilmiştir. Allah Rasûlü’nün (sav) doğumu ve yeryüzünü şereflendirmesi insanlığın yeniden dirilişidir. O’nun doğduğu gün de bizim için kutlu bir bayramdır. İnsanlık, Âlemlerin Rabbini O’nunla tanıdı. Nimete minnet ve şükran duygusunu O’nunla öğrendi. Yaratan ve yaratılan arasındaki kul ve Mâbud münasebetlerini O’nun mesajlarıyla duyup anladı. Abdullah b. Ömer (ra) anlatıyor: – Peygamber (sav) bir hurma...

Devamını Oku

Saat Tamirciliği Tarih Oluyor

Zaman, korkunç daire; ilk ve son nokta nerede? diyor üstat Necip Fazıl Kısakürek mısralarında. Zaman korkunç bir hızla, nereye gittiği belli olmadan ilerliyor. Bazılarına göre yavaş, bazılarına göre de çok hızlı. Ama ilerliyor bir şekilde ve biz, bize verilen ömür sermayesini tüketiyoruz hoyratça.Zamanı gösteren saatler de bizim zamana ayak uydurmamıza yarayan araçlar. Yine üstadın ifadeleriyle: Sarılan bir makara, sonra çözülen iplik. Zamanı takip etmemizi sağlayan aracın adı: saat. Günümüzde saat tamirciliği mesleği de tarih sahnesinden ayrılacağı günü beklemekte. Son temsilcilerinden biri ile görüştüm. Dertli, ızdıraplı ve bir o kadar da mutlu. Sanatın bitecek olmasından dolayı üzüntülü ama yarım asırdır verdiği hizmet ve hatıralarla dopdolu. İhsan Şanal, Erzincan’ın Kemah ilçesinde yarım asırdır saat tamirciliği yapıyor. Bir zamanların gözde meslekleri arasında gösterilen saat tamirciliği de tıpkı, demircilik, semercilik, nalbantlık, terzilik ve ayakkabı tamirciliği gibi son dönemlerini yaşıyor. Teknolojik gelişmeler, usta çırak ilişkisine dayanan birçok köklü meslek gibi saat tamirciliğini de bitirme noktasına getirdi. Eskiden bu alanda çalışmak isteyen kişiler saat ustalarının yanında işe girebilmek için yoğun uğraş verirken, şimdi mesleği devam ettirmeye çalışan esnafın kapısını çalan da yok. Kemah Merkez Camisi karşısındaki küçük dükkânında daha çok pil değiştiren, bu arada tek tük gelen arızalı saatleri tamir eden İhsan Şanal, bu mesleğin son üstatlarından birisi. Mesleğinin son durumunu anlatan Şanal, saat tamirciliği için çırak bulamamaktan yakınıyor. Şanal, saatleri tamir etmekten büyük keyif aldığını belirtiyor. Şanal, “Yaz tatillerinde bir okul gibi çalışırdık. İki...

Devamını Oku

İmam Hatip Okulları

28 Şubat’ta üzerinde fırtınalar koparılan İmam Hatipler ve o okullarda okuyan binlerce insanın mağduriyetini başbakan Erdoğan çok veciz bir şekilde ifade etti 28 Şubat 2012’deki meclis grup toplantısında. Konuşmasını “Bu milletin evlatları üniversite kapılarında rencide edilmiştir.Bezm-i Âlem Hastanesi’nde yatarken, ziyaretime gelen iki kız öğrenci ‘Kafayı üşüttük, eğitim hakkımız elimizden alındı’ dedi. Meğer burada psikolojik tedavi görüyorlarmış. Bu durumda yüzlerce binlerce evladımız vardı. Bunların ahı yerde kalır mı?” diye devam etti. Bu kadar fırtınaların koparıldığı ve sırf bu okullar kapansın da ne olursa olsun diyen zihniyet bütün meslek liselerini bu okullar uğruna kapanmasına razı oldu. Sanayiciler ara eleman bulamadılar, milyarlık meslek lisesi yatırımları çürüdü… İmam Hatip Okulları çeşitli siyasî mülahazalarla açıldığı için, uygulanan programlarla gerçek ma’nâda bir din tahsili yapmak mümkün olmasa da bu okullar, fabrikasyon hatası denebilecek kalitede öğrencilerin yetişmesine vesile olmuştur. Üzerinde fırtınalar koparılan bu okulların kısa tarihçesi ve bu okullara emeği geçenleri yad etme adına bu kısa yazıyı yazmak istedim. İşte İmam Hatip Okullarının tarihçesi: Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla 1924 yılında medreseler kapatıldı. Cenazeleri yıkayacak hocaların yetişmesi için medreselerin yerine dört sınıflı 29 adet imam hatip okulu aynı yıl açıldı. Bir yıl sonra imam hatip sayısı 26’ya, iki yıl sonra 20’ye, üç yıl sonra ikiye, 4 yıl sonra da tamamı kapatıldı. 1948 yılında cenazelerin kokmaya başlaması ile hoca ihtiyacını gören CHP, 10 ay süreli kurslar açarak açığı kapamaya çalıştı. 1949 yılında Ankara Üniversitesi bünyesinde İlk İlahiyat Fakültesi açıldı....

Devamını Oku

Kırgızistan Türk Okulları

Geçen hafta TUSKON heyetiyle birlikte Kırgızistan’a bir ziyaret gerçekleştirdik heyet halinde. Kırgızistan yeşillikleri, dağları, suları, ıssık gölü ve Türk okullarıyla muhteşem bir geleceğe yönelmiş ve Orta Asya’nın cazibe merkezi haline gelmek üzere. Özellikle demokratikleşme adına yapılan hamleler Orta Asya’da bir ilki oluşturmuş durumda.Yukarıda da bahsettiğim gibi çok şey yazılabilir ama bugün sizlerle ‘Kırgızistan Türk Okulları’ hakkındaki gözlemlerimi paylaşmak istiyorum. Gitmeden önce Sibel Eraslan’ın bir yazısını okumuştum.  Eraslan, orada” Günboyu Aladağlardan çıkıp geleceğini sandığım Anne Geyiğin gözlerini orada Aruke adlı liseli kızın gözlerinde görmez miyim? Bize Sezai Karakoç’un “Sevgili, En Sevgili, Ey Sevgili” şiirini okudu. İnsanın gözleri yaşarıyor şiirin gücü karşısında…” cümleleriyle Tanrı dağlarında yıllarca hepimizin aradığı anne geyiğin Türk Okullarında neşet ettiğini veciz ifadeleriyle belirtmekteydi. Ben de Aruke’leri görme adına Ayçürök kız lisesi ve diğer Türk okullarına gittim. Gördüklerimi sizlerle paylaşacağım. Bu ziyaretimizle bir kere daha anlıyoruz ki Kırgızlar Türkiye’yi çok seviyor. Bişkek bizden bir yer. Kırgızlara karşı içimizde tarifini tam yapamadığımız bir sevgi var. Bizi çeken bir şeyler var. İlk islami Türk devleti olan Karahanlıların yaşadığı yerler olması mı acaba diye düşünmedim değil. Okullara anlamlı isimler verilmekte. Bişkekteki Kız lisesinin adı Ayçürök.  Ayçürök, güzelliği, cesareti, özgürlüğü ve iffeti temsil etmekte. Ayrıca Manas’ın oğlu Semetey’in eşi Ayçürök. Kız lisesine bu ismin verilmesi çok anlamlı olmuş. Erkek lisesi’nin adı Cengiz Aytmatov. Cengiz Aytmatov, hikayelerinde halkının değerlerini, dertlerini, varsa onun içindeki çürümeyi anlatmıştır. En önemli özelliği, özüne bağlılık, kendinden, halkından, coğrafyasından...

Devamını Oku

Yetimlerin Babası Rafet Çakırbay Hakka Yürüdü

İnsan ölüme ve ahiret yolculuğuna her an hazır olmalı. İçi-dışı temiz bir şekilde öteden gelecek daveti beklemeli. Çünkü ne zaman “Gel!” denileceği belli değil. Öyleyse her an temiz durmalı, saf kalmalı. Akıl, mantık, kalb, kafa, duygu ve düşüncelerini daima berrak tutmalı ve her an gitmeye hazır durmalı.Aynı viyadükler gibi, bu viyadüklerin de özel bir çıkışı yok. Hayat yolumuzun dünya istasyonuna bağlı bu yoldan da çıkış ne zaman belli değil. Her an her yerde çıkış olabilir. Nasıl ki sağından solundan sağlam bariyerlerle çevrilmiş bir viyadükte giderken bazen birden bariyerlere çarparak savruluyoruz. Zorunlu bir çıkış meydana geliyor etrafı çevrili viyadüklerden. Bu çıkışın zamanı belli değil. Her an karşımıza çıkabilir. 8 Mart Perşembe günü saat 17.00 sıralarında Erzincan-Erzurum Karayolunun 16. kilometresinde Ak Parti İl Başkanı Salih Eğinlioğlu’nun kullandığı otomobil ile kamyonetin çarpışması sonucu meydana gelen trafik kazasında Erzincan’ın sevilen insanı, eğitim gönüllüsü Rafet Çakırbay’ın, hakkın rahmetine yürüdüğü haberini çok uzaklarda aldık onu sevenler olarak. Bir arkadaşımızın yazdığı taziye rahmetliyi en güzel şekilde ifade etmektedir. Arkadaşımız“Çok  zorlanıyorum şimdi yazarken, içim yanıyor, canım yanıyor. Alıyorum veriyorum ve ağlıyorum.. Ağlıyorum.. Ne yazsam, ne yazabilirim? Perşembe günü, hizmet diyarından ahiret yurduna hicret ettiğini Cuma günü çok uzaklardaki bir abimden öğrendim. Acı haberi tez duydum. Şehrin Ebubekir’i gibiydi. O’nun hakemliğine kim razı olmazdı ki? Adına sadık kalarak yaşadı Rafet Abi.  Orada ondan yumuşak huylusunu görmedim. Vefatından iki gün önce -hissi kalbe’l vuku olabilir- hasreti bende zirve yapmıştı...

Devamını Oku

Şapka İçin İdam Edilen Tek Kadın

“İskilipli Atıf Hoca, mazlum ve mağdur bir Müslüman’dır. Kemalist diktatörlüğü katlettiği on binlerce insandan sadece biridir.” diyen Altan Tan’ın bu sözleri bazılarınca haddi aşan sözlerle tepki gördü. Atıf Hoca sadece bir simge. Başka binlerce zulüm örneği var. Bugün bu süreci ve ibretlik dönemden bir kesit sunmaya çalışacağım.28 Kasım 1925 tarihinde mecliste kabul edilen 671 No’lu “Şapka İktizası Hakkında Kanun” ile TBMM üyeleri ve memurlarına başlık olarak şapka giyilmesi zorunluluğu getirildi ve Türk halkı da buna aykırı bir alışkanlığın devamından men edildi. Kanun, 28 Kasım 1925 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Kanun, 1982 anayasasının 174. maddesine göre “inkılâp kanunları” arasındadır. Bu tarihten sonra şapka takmadan dışarı çıkması yasak olan özgür(!) bir toplum olduk. Bu kanun hala yürürlükte. Bugün yarın bir savcı birilerini şapka giymemekten dolayı tutuklarsa hiç kimse buna şaşırmamalı. Ülkemiz ne mutlu ki bazı konuşulmazları konuşmaya başladı. Dersim hakkında başbakanın özür dilemesi, fail-i meçhuller ve derin yapının üzerine gidilmesi geleceğimiz açısından ümit verici gelişmeler. Yıllardır özlenen bu gelişmeleri bu ülke ve bu ülkenin güzel insanları hak ediyor. Çekilen çileleri anlatmakta kelimeler kifayetsiz kalır. Şapka kanunu çıkmadan önce bir eser yazan İskilipli Atıf Hoca, şapka kanununa muhalefetten idam edilir. Bu apayrı bir ızdırap, apayrı bir trajedidir. Bir başka örnek ise çok daha vahimdir. Yıl 1926. Şapka kanunu yeni çıkmış. Yer Erzurum. Dadaşlar diyarı. Yetim çocuklarına bakmak için el işi şal örüp çarşıda satan bir anne kadınlar hamamında “Senin oğlanlar...

Devamını Oku

Hilafet ve Halifelik

Hilafet veya Halifelik, İslami yönetime verilen isim. Halife ise Hilafet makamındaki kişi. Peygamberimiz Hz.Muhammed (sav)’in vefatından sonra ilk halife Hz. Ebu Bekir (ra)’den itibaren Halifeliğin kaldırılmasına kadar geçen zaman içerisinde 102 büyük insan bu görevi ifa etmeye çalışmıştır. Dört halife (4),Emeviler(14), Abbasiler(37), Memlükler(18), Osmanlı (28), Türkiye Cumhuriyeti(1) olmak üzere.Dört Halife Dönemi: 632/661 Raşid Halife ünvanı verilen ve bu konuda herkesin ittifak hâlinde olduğu yüce kametler Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali (ra)dir. Bunlar, Efendimiz’in (sav) en sadık, en adil, en cömert halifeleridir. Dört halife dönemi 30 yıl devam etmiştir ve bu dönemde fethedilen yer ve Müslüman olan insanlar, daha sonraki Emevi, Abbasi, Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde fethedilen ve Müslüman olan insanların sayısına denktir. Raşid Halifelerden sonra idare, Emeviler’in eline geçmiştir. Emeviler Dönemi: 661/750 Bu dönem Hz. Muaviye ile başlamış 2. Mervan ile tamamlanmıştır. Emeviler dönemi 14 halife ile tamamlanmıştır. Bu dönemde 5. Raşid halife olarak ismi geçen Ömer b. Abdülaziz, anne tarafından Hz. Ömer’in (ra) torunudur. Raşid Halifelerle at başı gidecek nadideler nadidesi bir gül olarak zirvelere ulaşmıştır. Hanımlarının bütün süs ve ziynet eşyalarını “bunlar milletin malıdır, millete iade edilmelidir” diyerek hazineye teslim ederek sırtına eski bir hırka geçiren hükümdar Ömer bin Abdülaziz bugünkü Türkiye’nin kırk katı büyüklüğünde bir devletin başında halifedir. Devrinde, mal sahibi zenginler, zekat verecek kimse bulamayacak kadar bir zenginlik yaşıyordu. Yıllar önce Efendimiz (sav), onun bu devrine işaretle, “Bir gün...

Devamını Oku

Camilerin Şifreleri

Camiler; ibadet etme, Allah’ı anma, eğitim-öğretim, birlik ve dirlik, huzur ve sükûn mekânları olmalarının yanında insanların buluşma noktasıdır. Bu itibarla dinimiz; camilere büyük önem vermiştir. Yüce Rabbimiz, “Şüphesiz mescitler, Allah’ındır. O halde, Allah ile birlikte hiç kimseye kulluk etmeyin” buyurmaktadır.Allah’ın evi kabul edilen camiler, İslâm’ın alâmeti sayılmıştır. Bir yerden bir yere giderken gördüğümüz minareler veya camiler, bulunduğu yer halkının Müslüman olduğuna işarettir. Sevgili Peygamberimiz (sav), yeryüzünde Allah’a en sevimli yerlerin camiler olduğunu bildirmiştir. Osmanlı, camilere önem vermiştir. O kadar çok önem vermiştir ki bu ibadet mahallerini üçe ayırmıştır. Bunlar selâtin camii, camii ve mescid’tir. Selâtin Camii tabiri bugün pek kullanılmıyor, genç nesiller bilmiyor. Şimdi mescide bile cami deniyor maalesef. Selâtin Camii, Osmanlı sultanları ve ailesi tarafından yaptırılan ve ”Sultan Camileri” anlamına gelen bir tabirdir. Selâtin camilerinin ilki, Fatih Camisi’dir. 1467 yılında başlanan ve 1470 yılında tamamlanan cami, Atik Sinan tarafından yapılmıştır. Selâtin camileri, hep bir külliyenin parçası olmuştur. Külliyelerin içinde hanlar, hamamlar, medrese ve imarethaneler vardır. Bütün bunlar toplumsal odaklı hizmetlerdir. Fatih, kendi camisini yaptırdığı zaman oradaki yerleşimi de artırmak istemiştir. Bu kadar çok önem verdiği camilerde önemli şifrelere de yer vermiştir Osmanlı. Bu şifreleri bilme ve bunları gelecek nesillere aktarma bizim de görevimiz olmalıdır. Camilerde bulunan bölümler ve bunların anlamlarını şu şekilde sıralayabiliriz. Mihrap: Kıble istikametini gösteren ve imamın cemaat önünde durarak namaz kıldırdığı yere denir. Mihraplar genellikle oyuk bir hücre şeklinde yapılırlar. Minber: Hatibin çıkıp hutbe okuduğu...

Devamını Oku

Padişah Türbeleri

Tarih, hepimizin bildiği üzere geçmişte yaşanmış olayları yer ve zaman göstererek sebep sonuç ilişkisi içerisinde inceleyen bilim dalıdır. Peki, tarihin bizler için önemi var mı? Ya nasıl olsa geçmişte yaşanmış olup bitmiş bizi niye ilgilendiriyor deme hakkımız var mı? Artık geleceğe bakmalıyız, geçmişe saplanmanın ne mantığı var dememiz doğru mu? Tarihte hiç bir millet yoktur ki geçmişini unutarak geleceğine yön verebilmiş olsun. Birçok dünya milletleri ve ülkelerinde de bunları görmekteyiz.Tarihini ve geçmişini bilmeyen bir millet, geleceğini de doğru şekillendiremez. Yani tarihini bilmeyen milletlerin kaderlerini başkaları çizer. Bu sebeple tarihimizi, yani geçmişimizi iyi bilmemiz gerekir. Padişah Türbeleri geçmişimizin temel taşlarının önemli bir umdesini oluşturmaktadır. Yani Kabirlerde yatan o padişahlar, bu güzel ülkeyi bizlere emanet eden asillerdir. Kabirler ağlanacak yerlerdir. İnsanın bir gün kendisinin de içine gireceğini düşünmesi gereken bir yer. “Ya kurtulurum ya kurtulamam…” dediği bir mekân. Dünyanın fâni olduğunun düşünüldüğü ve ahiretin hatırlandığı yer. Padişahlarımız ve büyüklerimizi ziyaret etmeli, onlara dualar okumalı ve kat’iyen saygısızlıkta bulunmamalıyız. Hele cihanı idare etmiş o sultanların huzuruna mutlaka tazim ve edeple girilmeli ve Kur’ân’lar okunmalıdır. Değerli bir mütefekkir, ”türbeyi her terk edişimde, sanki Kâbe’den ayrılıyor gibi geri geri çıkmış ve saygısızlık yapmamaya çalışmışımdır.” buyurarak bize bir ölçü vermektedir. Ne zaman bir padişah türbesi ziyareti yapsam onların ölmemiş de dipdiri ve bizi gözlüyor gibi geliyor mezarlarında. Vicdanım sanki onların diri olduğuna dair bir şeyler fısıldıyor kulaklarıma, kalplerime, ruhlarıma… İnsan, düşüncelerinin enginliği, niyetinin derinliği ile...

Devamını Oku

Seni Seviyorum Kızım

Anadolu’nun bağrında 3 yılda bir öğretmeni değişen bir lise. Bu lisenin bahçesi öğrencileriyle cıvıl cıvıl. Lise bahçesi olmasına rağmen koşuşan ve çocuklaşan gençler. Onların bu sevinç, neşe ve eğlencelerini seyrederken tek başına gezen ve son zamanlarda ders çalışmadığını gördüğüm Zeynep dikkatimi çekiyor. Kafasını öne eğmiş. Sanki Karadeniz’de gemileri batmış gibi dertli dertli yürüyordu. Kimseyle konuşmuyor ve içine kapanık bir halde madden okulda ama manen farklı yerlerde geziyordu.Öylesine kederli, öylesine mahcup, öylesine biçare adımlarla yürüyordu ki sanki menzili olmayan bir kurşun gibiydi. Bu garip yalnızlığa bir son vermeliydim. Uzun zaman durumunu gözledim ama neyin sebep olduğunu ne bilen var ne de anlayan. Arkadaşları da çözemediklerinden bahsetti. Bahçede yürüyen Zeynep’in yanına vardım selam verdim ama duymadı. Tekrar daha yüksek sesle seslendim. Çok uzaklardan bahçeye geldiği her halinden belli olan Zeynep irkilerek, ”merhaba“ dedi. Biraz hoş beşten sonra niçin sıkıntılı olduğunu sözlerinden anladım. Kızımız ailesinin kendisini sevmediğini düşünmekteydi. Ailesini yakından tanımasam benim de inanacağım şekilde anlatan Zeynep ile ailesi arasında bir iletişim sıkıntısı vardı. Annenin hemşire, babanın öğretmen olduğu bu ailede, evladını ölesiye sevdiğini bildiğim ebeveynin sevgisini hissettiremediği gerçeği karşımıza çıkmaktaydı. Günlerce Zeynep’in sözleri zihnimi işgal etti. Yeterince sevilmediğini düşünen Zeynep. Bir insan niçin böyle düşünsün ki.. Bu düşüncelerle ailesini okula çağırdım. Havadan sudan konuştuktan sonra konu Zeynep’e geldi. Zeynep’in bu günlerde içine kapandığını hissettiklerini söyleyen aile, kızlarını çok sevdiklerini bütün programlarını kızlarına göre düzenlediklerini anlattılar. Her anne baba evladı için çalışır,...

Devamını Oku

Çay Keyfi ve Hikayesi

Çay keyfi gibisi yok şu fani dünyada… Gün boyunca yaşanan onca eziyetin, sanki bir karşılığı gibi, sımsıcak, mis kokulu içecekler… Yorgunluğumuzun üzerine demli, mis gibi bir çay… Soğuk bir kış günü. Arkadaşım Yusuf’la Konya caddelerini adımlarken kendimizi Kapı Camisi civarında bulunan bir çay ocağının önünde bulduk.Çay ocağı ama onu diğerlerinden ayıran çok önemli bir farkı var. Burada çaylar tüple değil meşe odununun ateşiyle kaynıyor. Meşe odunu ateşinde pişen çayın tadı da bir başka oluyor. diyor Konyalı Hacı Hüsrev Amca ”Bizler bu tada alıştık. Bu gelenek çok eski yıllara dayanıyor. Tüp çıkmadan önce çaylar meşe odunu ateşinde pişirilirdi. Tüp çıkınca...

Devamını Oku

Bilinçaltı (Subliminal) Mesajlara Dikkat

Geleceğimizin teminatı olan gençlerin ruh sağlığının korunması başta ebeveynine ait olmak üzere devletin yani hepimizin asli görevidir… Psikolojık danışman olan bir dostum şu an çocukların çok büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduklarını belirterek SUBLİMİNAL yani BİLİÇALTI konusunun ciddi olarak devlet nezdinde ele alınmasının gereğinden bahsetti. Bu kadar önemli bir konuda ben de faydalı olmak maksadıyla konuyu ele alayım istedim.Bilinçaltı çoğumuzun bildiği bir kavram. Bilinçaltının en önemli özelliği bilincin farkına varmadan olayları, sesleri, resimleri kaydetmesidir. Bir binaya çıkarken merdivenleri saymıyoruz ama bilinçaltımız bu sayıyı biliyor ve kaydediyor. 1900’lü yılların başında Knight Dunlap isimli Amerikalı psikoloji profesörü illüzyon yaparken bilincin farkında olmadığı “hissedilemez gölge” ler kullanarak eşit uzunluktaki iki çizgiyi seyircilerin farklı algılamasını sağlayarak bu alanda bir ilk olmuştur. Daha sonraları bu “hissedilmez gölgeler” ticari ve ideolojik olarak kullanılmaya başlanmıştır. 1957 yılında araştırmacı James Vicary sinema ekranında çok hızlı bir şekilde parlayan mesajların insanların gıda üzerindeki tercihlerini etkileyeceğini düşünerek “bilinçaltı reklam” a başlamıştır. Takistoskop adı verilen cihazla filmlerin arasına “Caca Cola İç” “Patlamış Mısır Ye” mesajlarını saniyenin 1/3000 kadar kısa bir sürede görünmesini sağlayaraksatışları % 18.1 ile % 57.5 artırmıştır. Bu uygulamanın ardından “bilinçaltı reklam ve yönlendirme” filmlerde, reklamlarda, dergilerde sık sık kullanılmaya başlanmıştır. Türkiye’de ve dünyanın bir çok yerinde bilinçaltı reklam yasaklanmıştır ama tüm reklamları, filmleri, gazete ve dergileri bilinçaltı mesaj içerip içermediği noktasında denetleyecek bir yapı ne acıdır ki kurulamamıştır. Bir milleti yok etmek için sıcak savaşlara artık gerek...

Devamını Oku

Ölümsüz Şehit Mektupları

Anadolu’nun her karış toprağı, şehit kanlarıyla bir “şehitler diyarı” görünümündedir. Şehitlerimizin, olağanüstü kahramanlıkları kadar kıymetli olan hatıraları da, tarihimizi şereflendiren “mektupları”dır. Mehmetçiğin harp esnasında yakınlarına yazıp da gönderdiği veya gönderemediği öylesine örnek mektuplar vardır ki, gerçekten insanın kalbini, hissiyatını, millî ve manevî duygularını inşiraha getirecek cinstendir.Savaşların acımasızlığına inat, cepheden yazılan ve çoğu adresine ulaşamayan, belki de kendinden önce şehâdet haberinin gittiği; kan, gözyaşı, ateş ve barut kokusuna bulanmış, sevgi, hasret, ideal, vazife şuuru, asalet ve duygu yüklü mektupları anlatmaya hangi kelimenin kudreti yeter ki? Şehit mektupları paha biçilmez değerini, gönüllerde saklanarak ve özündeki ideale sadık kalınarak ancak bulabilir. Ben de bu hazineden iki örnekle şehitleri yâd edeyim istedim. “Ölümsüz Şehit Mektupları”nı, şehitler gülistanı Anadolu’dan, bir demet  “Peygamber Çiçeği” olarak topladım sizler için. Bu peygamber çiçeklerinden iki örnek; Seddülbahir ve Conkbayırı’nın büyük kahramanlarından biri de Denizli’nin Çivril kazasının Madenler Köyü’nden Kadir oğlu Mehmet Çavuş’tu (1. Kolordu, 1. Tümen 7. Alay, 3. Tabur, 1. Bölük). Bu kahraman Anadolu çocuğu, İngilizlerin siperlerimize fırlattığı el bombalarını korkusuzca hemen yakalar, karşı tarafa fırlatır ve zararını kendilerine ödettirirdi. İngilizler bunu anlamış olacaklar ki bombaları birkaç saniye saydıktan sonra fırlatarak Mehmet Çavuş’un iadesini önlemeye çalışmışlardı. İşte böyle bir bomba Mehmet Çavuş’un elinde patlayarak sağ elinin bileğinden kopmasına sebep olmuştu. Bu yiğit delikanlı vazife şuuru ile hastanede yatarken tabur kumandanına yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Sağ kolumu kaybettim, zararı yok. Sol kolum var. Onunla da pek ala iş...

Devamını Oku

Sigara Kul Hakkıdır

SİGARA KUL HAKKIDIR Yeni kuşakların beni anlamaları çok zor. Yolculuklarımızda otobüsün içi göz gözü görmez olurdu sigara dumanından. Düşünebiliyor musunuz bir otobüsün içinde 15-20 kişinin aynı anda sigara içtiğini. Bir şey söyleyemezdiniz o insanlara. Çünkü sigara içmeleri yasal bir haktı onların.En acı vereni de 30 dakikalık mola olur mola da içmezlerdi de otobüse binence hep birden anlaşmışlarcasına sigaralarını yakarlardı. O günler gerilerde kaldı artık. Şu an sigara yasağı gayet iyi ve dumansız hava sahası uygulaması da harika. Emeği geçenlere şükranlarımı sunarım. Sigara ile tanışması 17. yüzyıldır bu milletin. Tanışır tanışmaz da 4. Murat tarafından yasaklanmıştır. Ne acıdır ki yasaklar çiğnenmiş ve insanlar kendilerine eziyet veren sigarayı kullanmayı gizli de olsa devam ettirmişlerdir. O ve sonraki dönemin İslam alimleri de sigara konusunda mekruh demişler ama haram diyememişlerdir. Bunun sebebini o dönemde sigaranın zararı tam anlaşılamadığı olsa gerek. Sigaranın zararı bu denli bilinseydi her halde haram derlerdi. Bugün gerek Hayrettin Karaman gerekse Fethullah Gülen Hocaeefendi sigara haramdır demektedir. Hocaefendi ölüme götüren onca hastalığa sigaranın sebebiyet verdiği bilindiği halde hala sigaraya devam etmek bir çeşit intihardır yani tedrici intihardır diyerek sigaranın haramlığını açıkça ifade etmektedir. Sebeplerini de şöyle sıralamaktadır. “İslam, israfın her çeşidini yasaklamıştır. Gereksiz olarak musluktan akıtılan su, ihtiyaç fazlası yakılan elektrik israf olduğu gibi, zamanı boşa harcamak ve sağlığı bozacak davranışlara dalmak da israftır. Sigaraya verilen para tamamen israf olduğu için haramdır; dahası çoluk çocuğun rızkından kesilerek verildiğinden kul hakkını...

Devamını Oku

İsmimizin Sıfatlarımıza Etkisi

İsim, sahibinin tanınmasını sağlayan ve kendisini diğer fertlerden ayıran en belirgin semboldür. Buna bağlı olarak kişinin ömründe en çok duyacağı sözcük kendi adı olmaktadır. Bu sebeple herkes kendi adının güzel olmasını isteyecek, bunun tabiî sonucu olarak da adının taşıdığı manayı kabullenerek psikolojik bir rahatlama içinde olacaktır.Nitekim insanın, taşıdığı ismi benimsediği, fıtrî bir sebeple ona sahip çıktığı hakikati bunu doğrular mahiyettedir. Mesela şayet ismi cesaret ifade ediyor, bu mânâ ile oturup kalkıyorsa o isme uygun davranmayı arzu edecek, cesur olmayı şuur altına yerleştirecek; salihlik ifade ediyorsa da, hep iyi olmaya özenecektir. Toplumun beklentisi de bu istikamettedir. Örneğin ismine uygun bir davranışta bulunana; “ismiyle müsemma” veya “adına uygun hareket etmiş”, “adına şanına lâyık” gibi söylemlerin toplum içerisinde kabul gördüğünü hepimiz bilmekteyiz. Güzel anlamlı isimlerin bu tür müspet yönleri, şahsa ve kişiliğe yansıyan hususlardır. Bu hususu bilen insanlar da çocuklarına isim koyarken buna dikkat etmişlerdir. Onun için çocuklarımıza isim koyarken anlamlarını bilerek koymalıyız. Anlamı olumsuz olan isimleri çocuklarımıza koymayalım ki, çocuklarımız isimleri gibi olduklarında üzülmeyelim. Ülkemizde kullanılan isimlerle ilgili yaptığımız araştırmada kullanılan isimleri şu şekilde görüyoruz. En çok kullanılan erkek ismi Mehmet, Mustafa, Ahmet, Ali, Hüseyin olarak görünürken 1980–1990 arası doğan vatandaşlar üzerinde yapılan araştırmada erkeklerde Mehmet, Mustafa, Murat, Ahmet ve Ali olarak değişkenlik göstermiş. Burada genelden farklı olarak Hüseyin yerine Murat isminin o yıllarda revaçta olduğu görülmekte. En çok kullanılan bayan ismi Fatma, Ayşe, Emine, Hatice, Zeynep iken 1980–1990 arasında doğan...

Devamını Oku

Ayakkabı Boyacılığı Can Çekişiyor; Eskiler Bu İşi Sevda Olarak Görüyor

Onun adı, Necmettin Kılıvan. Erzincan ‘Dörtyol’da ayakkabı boyacılığı yapıyor. Ayakkabı boyacısı dediysek, öyle basit bir sandık, bir iskemle ya da kutu ile iş yapan birisini düşünmeyin. O, işini sevdayla bütünleştiren bir boyacı. Özellikle Cuma günleri dört yoldaki köşesinde; mahalli giysili, kibar ve güler yüzlü bu insanın; boya sandığının da motiflerle süslü olması, sandığında rengârenk boyaların bulunduğu kavanozların yer alması, insanların ilgisini çekiyor.50 yıldır aynı yerde aynı işi yapan Necmettin Kılıvan, şu an 63 yaşında. 6 çocuğunu helal kazançla büyüten ve meslek sahibi yapan Kılıvan, kazancıyla mütevazı bir de ev almış. Helal kazanç bereketlidir. Her şeye yeter diyen Kılıvan, “Ayakkabı boyacılığı mesleği maalesef bitiyor. Hazır boyalar çıktı meslek öldü. Vatandaş hazır boyanın ayakkabının ömrünü bitirdiğini bilmiyor. Ayrıca çatlatıyor da. Estetik ve görünüm olarak da güzel olmuyor.” Kılıvan; cilaya karıştırdığı özel bir ilaçla ayakkabının derisinin yıpranmasını önlüyor; yıpranan ve kırışan deriyi de sağlamlaştırıyor. Kılıvan’ın özel müşterileri, önceden bildiriyorlar ve bir anlamda randevu alıyorlar. Hayatında gördüğü en ilginç olayı hatırlayarak bizimle paylaşıyor. 55 yıllık meslek hayatımda böyle bir uygulamayı ilk ve son defa yaşadım diyen Kılıvan “Her Çarşamba okula gidiyordum. Öğretmen, öğrenci ve gelen misafirlerin ayakkabılarını ücretsiz boyuyordum. Bunu gören insanlar da şaşkınlık yaşıyor ama anlayınca farklı ve güzel olduğunu görüp okul müdürüne teşekkür ediyorlar. Bu uygulama diğer kurumlarca da uygulansa bizim bu mesleğimiz ölmezdi. 2008 yılında görev yapan okul müdürümüze teşekkür ederim.” diyerek okula da ciddi bir katkımın olduğunu söylerdi müdür...

Devamını Oku

Ön Yargıları Yıkalım

2011–2012 eğitim döneminin ilk yarısını bitirmek üzeriyiz yeni ümitlerle. 3 Ocakta da YGS başvuruları başlayacak. Ümit, insanın kendine güven duyması, kendiyle barışık yaşaması ile mümkündür. Günümüzde insanlar hayatın girdabında yaşadığı sıkıntıları unutamamakta ve hep başarısız olacağım düşüncesiyle bir iş yapamamaktadır.Yapmamız gereken başarısızlıklardan ders çıkarmak olmalı. Başarılı gördüğümüz insanların hayatları incelendiğinde görülecektir ki başarılı oluncaya kadar birçok kez başarısızlıkla karşı karşıya kalmışlardır. Pes etme yerine üzerine üzerine gitmişler ve başarıyı ancak öyle yakalamışlardır. Şu bir gerçektir ki; sıkıntısı, derdi, ıstırabı olmayan bir insanın ne kendisini ne de toplumu değiştirme projesi olabilir. İnsan hayatında önemli dönüm noktalarından biri olan YGS’ye 3 ay kaldı. Bir açıdan bakıldığında bu sınavla geleceğinizi satın alacaksınız. Zaferlere çiçekli yollardan gidilmediği hakikatini unutmadan çalışmanız şarttır. Başarı, sıkıntıları göğüsleyenlerindir. Başarının elde edilmesinin en önemli şartı da inanmaktır.” İnanmak, başarının yarısıdır.” denilmesi de bundandır. Fransız kahraman Jean Dark “Bütün zaferler öncelikle insanın zihninde kazanılır.” der. Buna örnek olması açısından Roger Bannister’in hayatı bize çok şey öğretecektir. Roger Bannister bir atlettir. Bu atlet, 1 mili 4 dakikanın altında koşarak bir ilke imza atmış 1954 yılında. Senelerce bu mesafe koşulmasına rağmen geçilememiştir. Hatta insanın metabolizmasının buna imkân vermediği konuşulmaya başlanmıştır bile. Fakat Roger Bannister bu mesafeyi geçeceğine o kadar inanmıştır ki hep bununla yatar kalkar olmuştur. İlk defa 3,59 koşarak bu ön yargıyı ortadan kaldıran Bannister’den sonra aynı yıl tam 37 kişi daha 4 dakikanın altına inmiştir. Senelerce 4 dakikanın altına...

Devamını Oku

Köyler Göç Veriyor

Köyden kente göç her gün artarak devam ediyor. Geçenlerde Erzincan iline bir ziyaret gerçekleştirdim. Bu ziyarette Kemah ilçesine de gittim. Orada çok güzel mesirelikler, tarihi evler, kale ve Melik Gazi türbesi gibi gezilecek görülecek yerler mevcut.Kemah’ın soğukpınar mahallesi de göç veren ve bu göçe bağlı olarak viraneye dönen bir yer konumunda. Burada 1908 yılında yapılan soğukpınar mahallesi soğukpınar camisi de cemaatsizlikten yıkılmaya yüz tutmuş durumda. 1978-1981 yılları arasında Soğukpınar camisinde imam hatip olarak görev yapan Sıddık Başpınar eski günleri yaşama adına gittiği camide “hey gidi eski günler” deyip uzaklara dalarak “O yıllarda burası kalabalık bir mahalle idi. 80’li yılların sonunda burada yaşayan kimse kalmayınca Diyanet de kadroyu aldı. Cami imamsız mahalle de ıssız bir hale girdi. Burada 3.5 yıl görev yaptım. Mütedeyyin bir cemaati vardı. Ramazanlarda her akşam bir farklı evde iftarlar açılırdı. Kalabalık bir şekilde teravihler kılınırdı. Şu an 27 yıl öncesini yaşıyorum. Eskiyi hatırladıkça gözlerim doluyor. Şimdi ise camiyi ve mahalleyi garip gördüm. Allah rahmet eylesin Boynu kalın İbrahim Usta, Gıldırik Nurettin Usta’nın bu camide emekleri çoktu. Kabenin örtüsü’nün parçası ve Sakal-ı Şerif vardı bu camide.” diyerek göç nedeniyle terk edilen buna benzer yüzlerce köy, mahalle ve camiler gerçeğine parmak basıyordu. Yaptığım araştırmada Erzincan’daki 11 köyde kimsenin yaşamadığını gördüm. Köyler sahipsizdi. Kimsenin kalmadığı köylerden başka köylerde nüfus da azalmıştı. Mesela Kemaliye Köyleri 49,  Refahiye köyleri 53, Merkez köylerde ise ortalama 230 kişi yaşamakta. En kalabalık üç köy...

Devamını Oku