Yazar: Ömer Erdem

Kürt Faşizminden Oy Avcılığı Denemeleri…

Mainz, 07.03.2011 Seçimlere üç ay kadar bir zaman kaldı. Bizim memleketimizde adettendir. Hemen her seçim döneminde bu oyunlar seyircisi olup olmadığına bakılmaksızın bıkmadan usanmadan sahnelenir. Bizim halk jargonumuzda “Çamura Yatmak” diye bir deyim vardır. Zaten insane fıtratında bu zaaf sözkonusudur. Davasında haksız olanlar ya seslerini yükseltir, baskın çıkmaya çalışırlar yahutta güç kullanmaya tevessül ederler. Esasen bunların tamamı bir acziyetin ifadesidir.Malum medyanın poh-pohlarıyla kendilerini Kürt halkının yegane temsilcisi sayma aymazlığına düşen ve utanmadan faşist-ırkçı yaklaşımlar ileri süren ve adından başka hiç bir yerinde barış esamesi okunmayan bu güruh, altlarından kaymakta olan zemin dolayısıyla yeniden silah ve terror tehdidinin sözcülüğüne soyunuyorlar. Binlerce insanın katlinden sorumlu bir cani için şeffaf ve adil bir yargılama sonucunda verilmiş bulunan mahkeme kararına rağmen ağız-burun kıvırıp çamura yatmaya kalkışıyorlar. Yasalarımızda buna imkan yok. Kamu vicdanımızda bunun yeri var mı? Elbette ki yok. O zaman derdiniz ne sizin? Meseleniz Kürt yurttaşlarımızın kendi dil, kültür ve geleneklerine dolayısıyla kimliklerine sahip çıkarak bu ülkenin onurlu vatandaşları olarak yaşamalarını sağlamak ise eğer hükumetin yapmakta olduğu devrim niteliğindeki açılımlara neden destek olmuyorsunuz. 10 yıl öncesine kadar daha konuşulması bile mümkün olmayan meseleler çözüme kavuşturuldu. Bölge insanımızın huzur ve refahı için ülkemizin kaynakları seferber edildi. Bölgemize bugüne kadar yapılmış olan ihmalllerden dolayı pozitif ayırımcılık yapıldı. Bölgenin kalkınması için yatırımlar devam ediyor. Seçimler yaklaşırken Ülkemizde “Kaos” çıkarmak, anarşi ve terörü sokağa taşımak bölge halkından başka kime zarar verir? Eli kanlı bir terör örgütü...

Devamını Oku

Bir Dava Adamının Ardından…

Mainz, 04.03.2011 “Sür çıkar aĝyarı dilden ta tecelli ide Hak,Padişah konmaz saraya hane mamur olmadan.” Evet o, ömrünü davasına şahit kılmış “Adanmış” bir adamdı. Ölümü, yaşarken öldürebilmiş yiĝit bir dava adamıydı. Şimdi aramızdan ayrıldı. İnsanları sadece bedenlerinden ibaret sayacak olursak ölen herkesi unutmamız gerekirdi. Ancak öldüĝü halde unutmadıĝmız, unutamadıĝımız nice insanlar var…Allahın koyduĝu deĝişmez yasa gereĝi her canlı vadesi gelince ölümü tadacaktır. Ölümü, yok olmak kabul edenler için ölüm bir kabustur. Ancak ölüm Refik-i Ala`ya kavuşmak ise bu ancak ebediyyete hicret olur. 27 şubat Pazar günü Milli Görüş Lideri muhterem Erbakan hayatını adadıĝına kavuşmak üzere ebedi istirahatgahına çekildi. Haberi ilkduyduĝumda Efendiler efendisi Hz Peygamberin tavsiyesi gereĝi “İnna lillahi ve İnna ileyhi Raciun” ayetini okudum. Ve ne mutlu ona ki bu gökkubbede bir “hoş sada” bırakarak göçtü diyebildim. 1956 yılında “Gümüş Motor” projesiyle başlayan mücadelesi bitmek tükenmek bilmeyen muazzam bir enerji ile 85 yaşına girdiĝi son nefesine kadar devam etti. Memleketin hali pür melali konusunda derin sancıları bulunan bu adam, varlıklı bir aileden gelmesine raĝmen zor bir yolu tercih ederek “Adanma” konusunda ilk sınavını başarıyla vermiş oluyordu. Memleketin tek parti diktatoryası altında inim inim inlediĝi o zor günlerde duyduĝu derin sancıların verdiĝi ilham ve cesaretle tek başına yola revan olmuştu. Tek başına girdiĝi bu yolda yolcuların sayısına aldırış etmeden menzile varmak için cesaret ve kararlılıkla hep yürüdü. Yolda önüne çıkan engellerin hepsinde kuvvetli bir “Lahavle” çekip yoluna devam etti. Şairin...

Devamını Oku

Giden Kaddafi mi, Yoksa Batı mı?

Mainz, 23.02.2011 Tunusta bir gencin canını şahit kılarak başlattıĝı kıvılcım meşhur tabirle „Domino“ etkisiyle beraber „Diktatöryal“ coĝrafya`da hızla yayılmaya devam ediyor. Halkları müslüman ancak yeterince teslim olmamış olan bu bölgenin geçen yüzyıl da bizzatihi „Sömürge“ sonrasında ise „Post-modern“ sömürge altında inim inim inlemekte olduĝu bilinen bir gerçek. Mevcut coĝrafya da var olan yanlış „Biat ve İtaat“ öĝretisi dışında özellikle var edilen „Yoksulluk, Yoksunluk ve Yolsuzluk“ bölge halklarının kılcal damarlarını tıkamış ve adeta nefes almalarına bile engel olmuştur.Adı bile kendileri tarafından uydurulup, cetvelle sınırları tayin edilen bu bölgede sözümona demokrasi havarisi kesilen Batı buradaki zalim diktatörleri bir „Sera“ bitkisi özeni ile yetiştirmiş ve bakımını da bizzatihi üstlenmiştir. Mevcut baskı ve zulüm rejimlerinin bugünlerde meydana gelen „İsyan“ dalgaları ile yüzleşmeleri konusunda bir çok etken saymak mümkündür. Netice olarak bu konularda uzun uzun yorumlar da yapılmaktadır. Dünyanın jandarmalıĝına soyunmuş olan ABD`nin bu olaylarda etkin olduĝunu bile söyleyenler bulunmaktadır. Hani bu görüş öyle çok yabana atılacak bir görüş de deĝildir. Ne var ki meseleyi sadece Arap coĝrafyasındaki diktatörlere karşı dış dinamikler ve iletişim araçlarının saĝladıĝı avantajları kullanmak suretiyle bir başkaldırı olarak bakmak yeterli ve saĝlıklı bir okuma olmayacaktır. Gerek Tunus ve Mısır için ve gerekse Libya için zulüm yönetimlerinin sivil bir inisiyatife asla izin vermedikleri ve dolayısıyla buralarda sivil bir muhalif güçlü hareketlerin olmadıĝı ve özellikle de İslami anlamda entellektüel bir birikim olmadıĝı için bu isyan dalgalarını hemen herkes yukarıda ifade ettiĝimiz „3Y...

Devamını Oku

Sevgililer Günü ve Sevgi Zehirlenmeleri…

Mainz, 12.02.2011 „Canımı canan isterse minnet canıma,Can nedir kim onu kurban etmeyem cananıma” Mevsim kış olmaya başladıĝında ülkenin dört bir yanından „Soba Zehirlenmeleri“ haberlerini duyarız. Bu çaĝda soba zehirlenmesi öyle çok anlayışla karşılanılabilecek bir durum olmasa da o kadar sık duyunca olaĝan hale geliyor.Neticede soba zehirlenmelerini bir şekilde öĝrenmiş oluyoruz. Peki bu „Sevgi Zehirlenmesi“ de nerden çıktı diyebilirsiniz veya sevgi de zehirlenirmiymiş canım diyerek dudak bükebilirsiniz. Evet sevgiler de zehirlenir. Bunu söylemek çok üzücü ama toplum olarak „Taklit“ konusunda maymunlara taş çıkartacak bir hünere sahibiz. Kıyafetlerimizden, yasalarımıza, kasalarımızdan tasalarımıza hemen herşeyi batıdan taklit etmek için kıvranıp duruyoruz. Hepsini anladık da „Sevgi“ yi taklit etmeye kalkışmak hem de Batılılardan, olacak şey deĝil ama oluyor… İşte 14 Şubat gününe tahsis edilen „Sevgililer Günü“ geldi çattı. Ve bizim şehirlerimizden „Taklit“ akıyor. Batılıların “Valentinstag” dedikleri bu tarihi olduĝu gibi ithal ettik. Halbuki bu topraklar “sevgi” nin buram buram koktuĝu topraklar. Batı dillerinde “Gönül”, “Fuad” gibi kavramların karşılıĝı bile yok. Ama onlar bize yine de sevgi pazarlamaya çalışıyorlar, bu kadarına da  pes doĝrusu… Buna  dense     dense sahteliĝinden dolayı “Sevgi Kalpazanlıĝı” denilebilir. Secüler hayatın mucidi olan batı tabi ki sevgi den sadece karşıt cinslerin birbirlerine ilgisini anlamakta ve sevginin kaynaĝını hayattan dışladıĝı için tabir yerinde ise “Ofsayt” a düşmektedir. Tabi bu anlayışı ihraç ederken de aynı minval üzere ihraç etmektedir. Şimdi ülkemizde “Sevgi”  yada “Sevgili” denince de akla aynı batılıların anlamakta olduĝu secüler yani...

Devamını Oku

Ortadoğu'da Batının Sonu…

Mainz, 31.01.2011 Öncelikle bir kaç tesbit yapalım: Biz de bu tabiri kullandık ancak “Ortadoğu“ diye bir coĝrafya esasen yoktur. Bu tabir Büyük Britanya Imparatorluĝu tarafından sümmettedarik uydurulmuş bir tabirdir.Batılılar bu bölgenin sınırlarını cetvelle çizmiş ve sömürebilecekleri her sülaleye bir toprak ve sözümona “Devletçik” bırakarak çekilmişlerdir. Batılılar tarafından ödüllendirilen bu despot rejimlerin tamamı bugüne kadar sadakatte asla kusur etmemişlerdir. Batılılar, o meşhur evrensel deĝerler diye yutturdukları palavraları yani “Demokrasi”, “Serbest Piyasa” ve “Özgürlükler” i sadece kendileri için isterler. Irak ve Afganistan`da demokrasi isteyen Batı, despot Suud rejimi ile sevişmekten geri durmaz. Modernist felsefenin dimaĝlara kazıdıĝı „Hümanizma“ denen şey bir batı efsanesinden başka bir şey deĝildir. Batılılar kendi çıkarlarına olmayan hiç bir şeyi sevmezler. Irak`ta demokrasi ve özgürleştirme adına milyonlarca insanın „mülteci“ olmasına ve milyona yakın kişinin katledilmesine yol açan batılının hümanizmadan anladıĝı şey; „Sizi çok sevdiĝim için öldürüyorum“ faaliyetidir. Çok yakın bir zamanda Tunus`ta üniversite mezunu genç bir seyyar satıcının kendini yakmasıyla başlayan bu coĝrafyadaki halk ayaklanmalarını nasıl anlamak gerekir. Bu konuda etkin olan amilleri mutlak anlamda bir noktada toplamaya çalışmak kesinlikle isabetsiz sonuçlar doĝurur. Zira bu tür kalkışmalar ne ilk ne de son dur. Tunus`taki genç adamın canını şahit kılarak yaptıĝı, temmuz sıcaĝında kurutulmuş bir saman yıĝınına kibrit çalmaktan ibarettir. Tunus`ta başlayıp, Mısır ile devam eden yer yer Yemen ve Ürdün`de başgösteren bu tür ayaklanmaların adı bize ait olmayan bu coĝrafya`nın zaman içinde tamamında etkili olcaĝı çok açık. Bu...

Devamını Oku

Topyekun Taarruz… Tek Hedef Ak Parti…

Mainz, 23.01.2011 Evvela bir yumrukla başladı bu olaylar… Meczubun biri dedik geçiştirdik. Sonra Muhtemelen “Ergenekon” kümesinden bir kaç yumurta…Aman canım, üç beş yumurtadan ne olacakki demeye başladık. Fakat ardı arkası kesilmek bilmedi. Mevcut hükumet sadece kendisi deĝil bütün bürokrat kadroları ile beraber seçilmiş öĝrencilerin problemlerini dinlemesine raĝmen bir türlü durmak bilmeyen öĝrenci olayları. Bunlar gerçekten de öĝrenci olayları mı? Seçim zamanı yaklaştıkça benzer eylemleri çok daha sık göreceĝimizden kimsenin kuşkusu olmasın. Mevcut hükumeti seçim yoluyla deviremiyeceĝini anlamış olan „Beyaz Güçler“ ellerindeki bütün kartları masaya süreceklerdir. AD Medyasının uzun bir süredir itibarsızlaştırma ve kafa karıştırma yayınlarını hatırlayalım. Bir zamanlar „Malezyalılaşma“ sendromuna kaptırmıştık kendimizi. Bu plan tutmayınca ortaya „Mahalle Baskısı“ adı verilen bir garip teori atılmıştı. Bu teori de iflas edince, yeri geldiĝinde hükümeti „Amerikancı“ olmakla suçlayan malum kadro bu defa koro halinde Amerika`ya raĝmen Iran`dan yana tavır almak ülkemize ancak kaybettirir demeye başladılar. Dahası yanıbaşımızdaki komşularımızla „Merhaba“ etmeye başladık diye “Eksen Kayması“ adı altında bir paranoya ortaya attılar. Yetmedi… Bir kaset skandalı ile „Hizipçi“ ve küçük olsun ama mutlaka benim olsun diyen Baykal`ı alaşaĝı ederek yerine  „Memur Kemal“ yahut namı- diĝer „Benim adım Kemal, Ben bulurum dersem Bulurum“ diyen hatta „Kar“ bile yaĝdırabileceĝine inandırılmış kerameti kendinden menkul bir zat-ı işbaşına getirdiler. Ancak ilgili çevreler bunun bile yeterli olmayacaĝını düşünmüş olsalar gerekki, tamamen işi bitmiş bir tabela partisi olan Demokrat partiye bile müdahale ettiler. O kadar ki eski Genel Başkan fosil...

Devamını Oku

Yargı Vesayeti

Mainz, 13.01.2011 Önce hemen herkesin diline „pelesenk“ olmuş bazı tespitlere yer verelim: „Geciken Adalet Adalet Deĝildir.“ Türkiye`de adalet çok hantal işlemektedir.Türkiye´de ciddi anlamda Hakim ve Savcı açıĝı bulunmaktadır. Tebligat yasasından kaynaklanan sıkıntılar mevcuttur. Adliye personeli yetersizdir. Bütçeden Adalete ayrılan pay gelişmiş ülkelerin çok uzaĝındadır. Adli Tıp kurumunda ciddi anlamda personel eksikliĝi ve sıkıntılar bulunmaktadır. Ayrıca bir “Adli Kolluk Kuvveti” olmaması gecikmelere davetiye çıkarmaktadır. Son tahliyelerden sonra “Kamu Vicdanı” yaralanmıştır. Bir kere yargıda dosyaların yıĝılıp sayısının milyon bandını aşması yeni deĝil. ”Tutukluluk” halinin bir tedbir olduĝunu herkes söylemesine raĝmen cezaevlerimizde her zaman hükümlüden fazla tutuklu olduĝu da yadsınamaz bir gerçek. Ancak canib-dikkat bir konu da bütün tahliyelerin “Hizbullah” davası sanıklarının üzerine yoĝunlaştırılmış olmasıdır. Bu konuyu habire işleyen “malum medya” diĝer katil ve canileri görmezden gelmektedir. Dahası bugüne kadar nice mazlum ve mazbut insanlar 10 yıl 15 yıl hapislerde haklarında hüküm tesis edilmeden tutulmuş olmalarına raĝmen haber olmayı bile başaramamışlardır. Malum medya ve malum yargı çevrelerinin CMK 102. maddede yapılan süreleri sınırlayan deĝişiklikle bu sürelerin bile çok uzun olduĝundan dem vurmaya başlaması tam bir çifte standart halidir. Hizbullah sanıklarına yaramasın diye Yargıtay aĝır cezalarda süreyi ikiyle çarpıp süreyi 10 yıl olarak açıklamış ancak bu durum “Beyaz Türkler” in yargılandıĝı Ergenekon davası sanıklarının aleyhine olduĝu için bir bardak suda fırtınalar koparılmaktadır. Ak Parti hükümetinin Avrupa uyum yasaları baĝlamında yaptıĝı “Demokratik” iyileştirmeler asker vesayetine sınırlı da olsa bir mevzi kaybettirmiş ancak 27 Mayıs...

Devamını Oku

Beyaz Kürtler…

Mainz; 29.12.2010 Cumhuriyeti kuran iradenin imparatorluk bakiyesi karma topluma aldırış etmeden kendi bekalarını tedvin edecek yeni bir „ulus“ yaratma girişimi sonucunda memleketimizin ne büyük acılara maruz kaldıĝını artık bilmeyenimiz kalmadı.Savaşı birlikte kazanmalarına raĝmen Cumhuriyeti bir anlamda oldu bittiye getiren kadrolar adeta bir toplum mühendisliĝi titzliĝi ile „farklı“ olan ne varsa yasklama yoluna gittiler. Bu yasaklamalar karşısında direnen bütün güçleri de zecri tedbirler yoluyla imha etme yoluna girdiler. Özellikle dini-bütün bir hayatı tercih edenler ile kendi kimliĝini alenen yaşamak isteyenlere Türkiye dar edildi. Pozitivist yaklaşım ve anlayışlara ters düşen her türlü farklılıkların yok edilmesi için ülkede bir anlamda seferberlik ilan edildi. Bu arada özünde Batıdaki insanlarımıza göre daha dindar olan Kürt Halkı da yok sayıldı. Hatta bu halk üzerinde muazzam baskılar ve yıldırma projeleri sahnelendi. Başta analarından öĝrendikleri „Dil“ olmak üzere Kürdü Kürt yapan bütün deĝerlerin imha edilmesi için devlet gücü kullanılarak planlı projeler uygulmaya sokuldu. Ancak Allahın koyduĝu fıtrat yasalarına karşı gelinerek yeni bir toplum üretmek mümkün deĝildi. Elmalarla armutlar bile bir arada toplanamazken Kürtler ile Türkleri karıştırıp yahut birini yok sayarak yeni bir ulus yaratmak kabil-i mümkün bir olay deĝildi. Ancak insana sadece „istatistik“ ilminin konusu olarak bakan bu yarı pozitivist kafa bunca tecrübeye raĝmen hala akıllanmış gözükmüyor. Batı`ya kayıtsız şartsız teslim olan Osmanlı saray bürokrasisi artıĝı pozitivist karanlık kafalı yarı aydın takımının devlet gücünü de arkasına alarak aradan geçen 80 yıl içinde ülkemizde %10 civarında „laikci“ bir...

Devamını Oku

Küpten Sızanlar…

Mainz, 07.12.2010 Ünlü Wikipedia ansiklopedisinin adından esinlenerek ve bir anda Uluslarüstü medyanın sembol ismi haline gelen WikiLeaks tüm dünyanın dikkatini üzerinde toplamayı başarmış bulunuyor. “Bildiĝim kadarıyla sızanlar” anlamına gelen bu harika tasarımın vicdan sahibi birileri tarafından kotarılmış olduĝuna inanmak elbette zor.Ancak sadece sonuçlara bakarak muazzam bir Israil yapımı olduĝunu ileri sürmek icin de henüz erken. Batılı kaynaklar ABD diplomatik misyonlarının faaliyetleriyle ilgili olarak 4.8 milyon belgenin bu kerameti kendinden menkul internet sitesine ulaştırıldıĝından bahsediyorlar. WikiLeaks bu belgelerden ilk aşamada 251 bin tanesini yayınlayacaĝını duyurmuştu. Belgelerin ancak yarısının tasnife tabi tutulduĝu ve sadece 15.652 tanesinin “Secret” yani sır belgeler olduĝu açıklandı. Sözkonusu belgeler ile ilgili olarak yaklaşık 200 adet gazetecinin aylar süren bir çalışma sonucunda taradıkları belgeleri ABD yönetimine uzun brifing ler vermek suretiyle bazı baskentleri kasıp kavuran 243 adet belgeyi yayınlamış oldular. Sadece 243 adet belgenin yayınlanması bu kadar ses getirdiyse kimbilir arkasından ne büyük kasırgalar kopacak diye düşünülebilir. Ancak öyle olmayacak. Zira bu belgelerin Beyaz Saray yönetimine raĝmen ortaya dökülmediĝi biliniyor. Yayınlanan belgelerin ABD yönetimini zora soktuĝuna dair yorumlar için henüz çok erken. Amerikan yöneticilerinin benzer pozisyonları bir çok defa yaşayıp hünerle geçiştirdiklerini hatırlayacak olursak bu küpten sızanlar konusunda da yara-bere almadan yırtacakları açıktır. Amerikalı diplomatların hamam dedikodularını andıran söylemleri bile kriptolaştırarak merkeze bildirmeleri bakan Clinton için biraz utanç verici olsa da beş kitadaki 274 büyükelçilik ve diplomatik misyonun basit birer tanıtım ofisi olmadıklarını ortaya koyması bakımından oldukça...

Devamını Oku

Başbakan Finali %50 İle Yapmak İstiyor

Mainz, 14.11.2010 Seçimlere 7 aydan daha az bir süre kaldı. 24. Dönem Milletvekilliği seçimlerinin tarihi belli oldu, 12 haziran 2011. Genel seçimler öncesinde siyasi partilerin seçim hazırlıkları ve seçimde gösterecekleri muhtemel başarı üzerine sesli düşünmeye çalışalım. Öncelikle muhalefet partilerinden başlayalım.Yargıtay Başsavcısının „altın vuruşu“ ile partiye hakimiyeti kısmen de olsa sağlanmış olan Kemal Kılıçdaroğlu partiyi seçimlere taşıyacak. Doğan medya grubunun gazete ve televizyonlarından beslenirseniz CHP gümbür gümbür iktidara geliyor. Genel Başkan da hızını alamayıp “merak etmesin onu koltuktan indireceğim„ diye buyurmuş. Başsavcının muhteşem katkısı ile CHP`de şimdilik sorunların buzdolabına kaldırıldığını söylemek mümkünse de sandık yoluyla iktidar ifadesi oldukça „absürt“ kaçmaktadır. Yeni CHP söylemi içi kof bir laf-ı güzaftır. Yargı ve Ordu koalisyonu CHP`nin bir emekli memur maharetiyle dönüştürülebileceğine ihtimal vermek ne kadar tumturaklı bir aldanış. Oysa bu emekli memurun bizzatihi kendisinin bile „özgür düşünce“ karşısında ne kadar mesafeli olduğu bu kadar net ve ortada iken. Bir an için kasetle gelen genel başkanın gerçekten de bir zamanların karaoğlanına heves ederek inançlara saygılı laiklik gibi bir anlayışı benimsediğini kabul edelim. Peki bunu İslamın adından bile nefret eden pozitivist kafalı elitist tabakaya nasıl kabul ettirecek. Daldaki 10 kuşu avlamak isterken eldeki bir kuştan olma riski yok mudur? Üstelik bu yukarıdaki tabir bana değil üst düzey bir CHP yetkilisine ait. Tüzüklerin efendisi haline gelmiş olan bu parti çok değil kısa bir süre sonra hiziplerin efendisi haline gelebilir. Toplumdaki değişim hızını yakalayamayan ve başbakan konuşmadıkça...

Devamını Oku

Başörtüsü ve Türban

Mainz; 25.10.2010 Memleketimizde yığınla sorun olduğu doğru ama başörtüsü kadar üzerinde fırtınalar koparılan ve bir türlü „Efradını cami, Ağyarını mani“ bir çözüme kavuşturulamıyan bir başka problem daha var mı? Bilemiyorum. Müslüman kadınlar için mahrem olmayan ortamlarda tesettürün tartışmasız bir Kuràn emri olduğu bilinen bir gerçektir.Başörtüsü de müslüman kadınlar için bir emr-i ilahidir. Bu konuda kerameti kendinden menkul, türedi bir takım ilahiyatçı! zevat tarafından şüphe uyandırmak maksadıyla zorlama yorumlar yapılmakta ise de bunlara başörtüsü ile ve hatta „din“ ile çok fazla ilgisi olmayan insanlar dışında hiç kimsenin itibar etmediği ortadadır. Niyetimiz başörtüsünün „Din“ deki yerini irdelemek değildir. Zira bu konunun isbata ihtiyacı yoktur. Bu kronik problemin neden çözülemediğine yakından bakmak istiyoruz. Başörtüsü meselesi  bir kere sadece genç kızlarımızın üniversitede eğitim görebilmelerinden ibaret değildir. Bu mesele çok daha derin ve girift bir probleme işaret ediyor. Bu problemin yaklaşık 30 yıllık bir geçmişi olduğunu söyleyenler bana göre durumu iyi tespit edemiyenlerdir. Belki üniversitelerde bu problem 30 yıl önce başlamış olabilir. Ancak problemin geçmişi „Batılılaşma“ kararı verildiği tarihe kadar uzatılabilir. Zira bu kararı alan Osmanlı saray bürokrasisinin „ecnebi“ okullarından yetişen pozitivist kafalı ve İslam düşmanı olduklarını bilmekteyiz. Eğer İslami hayat hassasiyeti bulunan insanlar kız çocuklarını 1940`lı yıllarda üniversiteye gönderebilmiş olsalardı belki de erkeklerden daha fazla kadın hapishanelerimiz olacaktı. Halkımızın kahır ekseriyeti bu problemin kökünden halledilmesi gerektiğini talep etmesine rağmen bu problem neden çözülemiyor. Bu arada başörtüsü meselesinin çözümü noktasında başıaçık kadınlarımızın da çoğunlukla...

Devamını Oku

CHP`de Kim Kime Emanet?

Mainz; 16.10.2010 İleri demokrasilerin hiç birinde görünmeyen bazı hususları biz, „Bize Özgü“ durumlar diyerek geçiştrime taraftarıyızdır. Bu durumlardan biri de „Emanetçi Genel Başkan“ geleneğidir. Siyasi geçmişimizde çokça örneği bulunan bu durum şimdilerde sanki CHP`nin başına gelmiş gibidir.Ben prensip olarak çok otoriter bir yapı olması hasebiyle bir partinin tamamen genel başkanlara emanet edilmesi fikrine sıcak bakmam. Ancak bir parti genel başkanının sıradan bir kişilik olarak partide yer alması da kabul edilebilir bir durum değildir. Lider kelimesini bile-isteye kullanmıyorum. Zira partilere genel başkan olmak başka bir şeydir, „lider“ olmak ise bambaşka bir şeydir. Kemal beyìn bir parti lideri olduğunu hiç bir zaman kabul etmedim. Ancak skandal bir kasedin ardından genel başkan koltuğuna oturtulan Kemal beyìn genel başkan bile olup olamadığı artık tartışmalı hale gelmiştir. Referandum sürecinde yaşanan „traji-komik“ hadiseler ve hele hele Abant toplantısından sonra ortaya çıkan ahval ve şerait CHP`nin Kemal bey`e emanet edilemiyecek kadar „derin“ bir parti olduğu gerçeği ortaya çıkmıştır. Bugün artık dost-düşman herkes bu partinin sayın Kılıçdaroğluna teslim edilmeyeceği gerçeğine uyanmaktadır. Son zamanlarda parti içindeki çatlamaların „ideolojik“ bir ayrışma gibi sunulmasına rağmen asıl mesele bu değildir. Kılıçdaroğlu ne zaman bir açıklama yapsa partinin diğer sözcüleri tarafından (asıl sahipleri dememek için…) ya yalanlanmakta yahutta bir düzeltme yapılmaktadır. Kamuoyunun çok yakından takip ettiği bu misalleri uzun uzun burada konu edecek değilim. Ancak en son ortaya dökülen „Resepsiyon“ kavgası bile parti içerisinde ne kadar büyük anlaşmazlıkların olduğunu göstermektedir. Önder Sav...

Devamını Oku

Hayırsız „Hayırcı“ların Hayırsız Okumaları

Mainz, 17.09.2010 Hayırsız „Hayırcı“ların Hayırsız Okumaları Muazzam bir yazılı literatürün yanısıra çok önemli bir sözlü geleneğin varisi bir toplum olarak muhteşem vecizelerimiz bulunmaktadır. Referandum kampanyalarından itibaren ama özellikle de kampanya sonrasında ortada dolaşmaya devam eden tevziratı anlatmak için „Zırva tevil götürmez“ ifadesinden daha özlü bir söz herhalde bulunamazdı.Kampanya esnasında anamuhalefetin „ETRO“ gömlekli, kaset ayarlı naif lideri, Malatyada kayısı, Rize de çay, Samsun da tütün, Ordu da fındığı paketin içinde ararken yavru nuhalefetin lideri ise „ülkücü“ davasının fedailerine hakaret etmekle meşgul oldu. Ana muhalefet liderine hangi aklı evvel öğrettiyse „hayr da hayır vardır“ gibi İslami terminolojiye ait bir kelam ezberletmiş, o da bunun üstüne balıklama atlayarak Ak partililerin içinde hayır kelimesi geçiyor diye hayırlı Ramazanlar demekten vazgeçtikleri incisini yumurtlayıvermiş. Bir kere o hayr dediğin kelimenin bizim dilimizdeki hayır ifadesi ile hiç ilgisi yoktur.Bizdeki hayır evetin zıddı bir kelime ve negatifken „Hayr“ kelimesi tamamen pozitif bir anlam içerir ve kısaca iyilik, güzellik anlamlarına gelir ki anamuhalefet liderinin bu kelime ile istismar dışında hiç bir ilintisi olamaz. Kampanya esnasında değiştirilmesi istenen maddelerin hiç birine alenen karşı çıkamayan muhalefet, meydanlarda ve televizyon ekranlarında mahalle dedikodusundan ileri gitmeyecek zırvalar ile kampanyaları tamamladılar. İlgili değişikliği hararetle savunan birisi olmama rağmen ülkedeki sözümona iktidar alternatifi olan muhalefet partilerinin bu acziyetleri karşısında utanç duymaktan kendimi alamadım. Muhalefet kampanya süresince hamaset ve hakaret dışında hiç bir şey söyleyemedi. Bu ne muazzam bir acziyet! Ne müthiş bir zavallılık! Değişiklik...

Devamını Oku

Yetmez ama EVET!!!

Mainz; 21.08.2010 Doğrusu bu slogan benim de çok hoşuma gitti. 12 Eylül tarihinde yapılacak olan referandum, ülkenin bütün sorunlarını bir çırpıda çözecek sihirli bir değnek özelliği taşımıyor. 12 Eylül darbe anayasasının bir satır özgürlük ifadesine karşılık 21 satır kısıtlayıcı ve bireyi kuşatıcı yapısını böylesine bir paket maharetiyle dönüştürmek elbetteki mümkün değildir.Bu ülkenin selamete çıkmasının  yegane yolu milletin bizzatihi kendisinin kendisi için yapacağı yepyeni bir toplumsal sözleşmeden geçtiği açıktır. Bu ülkenin en önemli ve ivedi ihtiyacı kuşkusuz insanı önceleyen ve evrensel hukuka uygun yeni bir anayasadır. Üzerinde fırtınalar kopartılmakta olan sözkonusu 26 maddelik paket içinde insanımızın ve ülkemizin önünü açan çok önemli maddeler olmakla birlikte bu paket nihai bir çözüm olarak kabul edilemez. Başkalarının gerekçeleri bir yana ben tam da bu yüzden yetmez ama evet diyenlerden yana bir tavır takınıyorum. Zira hepsini elde edemediğin bir şeyin hepsinden vazgeçmek akıl ile izahı kabil bir durum değildir. Bir çuval pirincin içerisinde üç beş tane taş var diye pirinci taşıyla birlikte yemek ne kadar aptalca ise çuvalı komple çöpe dökmek de bir o kadar aptalca bir tutumdur. Bugün için ülkenin köşe başlarını zaptetmiş olan mutlu azınlık mevcut kokuşmuş düzenin devamı için içeriden ve dışarıdan bütün güçlerini seferber etmiş durumdadırlar. Milletin verdiği vergilerle geçinen bazı memur zevat ise seçilmiş insanlara dolayısıyla can havliyle millete karşı koymak istidadından vazgeçmemektedirler. Yüksek yargıda „al takke-ver külah“ yöntemi ile oluşturulmuş olan „kast“ sistemi milletin iradesine ayak diremeye devam...

Devamını Oku

Ilımlı İslam!

Mainz; 10.04.2010 Başlığın ardına ünlem işareti koymamız önemli bir zaruretten kaynaklanmaktadır. Zira „İslam“ dediğimiz kavram olumlu-olumsuz hiç bir şekilde ön ek, sıfat yahut tanımlamaya izin vermez. Ilımlı şeklinde bir sıfatı kabullendiğimizde bunun mefhum-u muhalifinden hareketle şiddetli İslam veya aşırı İslam (Ne demekse?) gibi ifadeleri de kabul etmemiz gerekir.İslamı, en kısa bir anlatımla, İnsanın, hazreti insan olarak mutlu bir hayat sürebilmesi için Allah tarafından insana bahşedilmiş bir yol haritası olarak tanımlamak mümkündür. Zira insan yolcudur. İki kapısı bulunan bu hana doğum yoluyla girer ölüm yoluyla da çıkar. Ancak yolculuk yine de devam eder. Bu yüzden İslam inancında ölüm, bitiş, yok oluş değil ebedi hayatın başlangıcıdır. Daha önceki bir yazımızda kısaca deyindiğimiz üzere İslam ve müslüman ayırımını gözden uzak tutmamalıyız. Yüce yaratıcının insanın her iki alemde bahtiyar olabilmesi için göndermiş olduğu ilahi vahye “İslam“, bu vahyin buyruklarını bila kayd-u şart kabul edip hayatını bu prensiplere göre yaşamaya çalışanlara ise „Müslüman“ denilir. İslam, Allahın bizzat muhafaza ettiği ilahi bir kitap ve hayatının her anı kayıt altına alınmış muazzez bir Peygamberin hayatı ile taçlanmış bir şekilde ortadadır. Bu dinin kitabı Kuràn adeta „Yürüyen Peygamber“ „İz“ lemekle emrolunduğumuz kutlu Peygamber ise „Yazılı bir Kitap (Kuràn)“ hüviyetindedir. Bu bakımdan  İslam kelimesi sadece ılımlı ön ekini değil mesela ilk bakışta çok afilli gözüken „Kuràn İslamı“ gibi ekleri de kabul etmez. Sünni İslam, Alevi İslamı, Türk İslamı, Arap İslamı v.b sıfat yada tanımlamaların hiç biri doğru değildir....

Devamını Oku

Beyaz Türkler ve Ötekiler…

Bin yıldır birlikte yaşıyoruz, Biz Kürtlerle etle tırnak gibiyiz, Kürtler bizim kardeşimiz v.s, v.s… Bugün yaşamakta olduğumuz ahval ve şeraitte bu iri ve iri olduğu kadar da beylik ve klişe ifadelerden uzak durmanın zamanı gelmiş ve geçmektedir. Ülkemizde cari olan kemalist düzen ne yazık ki insanlarımızın özellikle de düşünen, konuşan ve yazan insanlarımızın büyük bir bölümünü münafıklaştırmaktadır. Hiç kimse içinden geldiği gibi düşüncelerini özgürce ifade edememektedir. En liberal takılan kalem erbabının bile yüzlerce kırmızı çizgisi bulunuyor. Biraz hafızalarımızı tazeleyecek olursak Kürt kelimesini kullanmanın bile yasak olduğu zamanları hatırlamamız mümkündür.Bugün vicdan sahibi hemen herkes Kürtlerin kemalist düzen tarafından ötelendiğini ve Kürtlere büyük haksızlıklar yapıldığını kabul etmektedir. Ancak kemalist düzenin sadece Kürtlerle bir sorunsalı olduğu tezini ileri sürmek meselenin tam anlaşılmadığını gösterir. Zira resmi ideolojinin esas düşmanlığının etnik köken ile ilgisi yoktur. Bir an için şöyle düşünelim, Eğer Kürtler sadece iki çocukla yetinmiş olsa, mevlid yerine operaya takılsa, türbe yerine anıtkabiri ziyaret etse, cami yerine barlara gitse, ayran yerine viski içse yine de rejimle sorunlu olurlar mıydı? Bu soruya verilecek tek yanıt vardır. O da hayır dır. Çünkü bir çok insanın bildiği ancak bir türlü dile getiremediği esas handikap kemalist düzenin baş düşmanının İslamı yaşamak isteyen şuurlu müslümanların olduğudur. Pozitivist kafalı Osmanlı bürokratları tarafından temelleri atılan Cumhuriyetin biricik hedefi potitivist bir ulus yaratmaktı. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında milletin meclisinde bile toplumun dininin değiştirilmesi yönünde kanun tekliflerinin verildiğini biliyoruz. Bu konuda mecliste çok...

Devamını Oku

Ak Parti ve Statüko

Mainz; 01.07.2010 Ülkemizde cari olan sistemin adı „demokrasi“ olmakla birlikte mevcut sistemin bize özgü bir yönetim biçimi olduğunu artık herkes gördü. Bu garip sistemde muazzam bir „sahiplik“ anlayışı hakimdir. Yani bu ülkenin bir gerçek sahipleri ve bir de emanet halkı bulunmaktadır. Demokrasi diye adlandırılmakta olan yönetim biçiminin ne teorik tanımlamalarına ve ne de felsefi arka planına girecek değiliz. Ancak demokrasi denildiğinde hemen herkesin aklına “hür ve serbest” seçimlerin geldiğini hatırlatmalıyız.Bu durumda ülkemizde hür ve serbest seçimlerin yapılmakta olduğu ileri sürülebilir. Hatta 2007 seçimlerini dikkate aldığımızda ülkemizde seçimlere gösterilen rağbetin oldukça yüksek düzeylerde seyrettiğini söyleyerek bundan bir iftihar vesilesi bile çıkarabiliriz. Vakıà ki bu gerekçelerin tamamı doğrudur. Ancak ülke insanının kendisini yönetmek  üzere seçerek Meclise gönderdiği vekillerin yani parlementonun ülkeyi yönetebilmek için sahip olduğu yetki acaba ülkeyi yönetebilmesi için yeterli bir yetki midir? Yani Türkiye`de “iktidar” olmak “muktedir” olmak anlamına gelmekte midir? İşte sorulması gereken can alıcı soru budur. 1961 Anayasası ile ilk defa Anayasa metnine giren “Kuvvetler Ayrılığı” prensibine göre Yasama, Yürütme ve Yargı birbirlerinden bağımsız üç ayrı güç olarak ülkeyi yönetecekler. Yasama meclisini doğrudan halkımız seçtiği için ve yürütmenin de yasama meclisi içinden çıktığını düşündüğümüzde her ikisinin de millet adına hareket ettiğini ve milletin bu yönetimi beğenmediği zaman değiştirme hakkına sahip olduğunu biliyoruz. Yargı denen ve adalet dağıtmakla yükümlü olan bu kurum da kararlarını millet adına vermektedir. Ancak milletimizin o kararları beğenmemesi halinde yapabileceği hiç bir şey yoktur....

Devamını Oku

Ölümle Yüzleşmek

Mainz; 02.07.2010 1 Temmuz 2010 sabahı gayb ettiğim 26 yıllık bir can dostun ardından… „İnna lillahi ve inna ileyhi raciun“(O`ndan geldik ve yine O`na döndürüleceğiz.) (Ayet-i Kerime)„Her nefis ölümü tadacaktır.“ Ayet-i Kerime„Ağızların tadını bozan ölümü çok ça hatırlayınız.“ Hadis-i Şerif Ölmek değildir ömrümüzün en feci işiMüşkül budur ölmeden evvel ölür kişi… Tek dünyalı olanlar için ölümü kabullenmenin ne kadar zor olduğu çok açık. Ahirete yakın bir iman ile iman etmiş müslümanlar için ölüm elbette yeni bir başlangıçtır. Nasıl ki bizi hiç yoktan var eden Allah önce bizi Anne karnında iken orada öldürmüş ve dünya`ya gelmemizi murat etmişse aynen onun gibi bu dünya`da vaktimiz dolduğunda öleceğiz ancak ahiret hayatına yani sonsuz bir hayata doğmak için öleceğiz. Ölüm kaçınılmaz bir durak ama son değil… Bütün bunlara sağlam bir iman ile iman ettik. Ancak bütün bu imanımız ölümle yakından yüzleştiğimizde canımızın yanmasına engel olmuyor. Hani Anadolu irfanında bulunan o güzel sözde olduğu gibi ateş düştüğü yeri yakıyor. Zaten nebiler serveri de ölümün ağızların tadını bozduğunu söylemiyor mu? Gerçekten de ölüm dokunduğu her çiçeği kıpkızıl bir erguvana dönüştürüyor. 1temmuz günü Almanya saati ile 16:30 sularında „Fahriyi kaybettik“ haberini aldığımda ne kadar çaresiz olduğumu bir kez daha hatırladım. Kelimeler boğazımda düğümlendi, bir şey soracak gücüm kalmadığını hissettim. Telefonu kimin ve nasıl kapattığını hiç hatırlamıyorum. Kolay değil 26 yıl önce başlayan bir dostluk sözkonusuydu. Evet, amansız bir hastalığa yakalandığını ve zor bir tedavi sürecinden geçtiğini...

Devamını Oku

Demokrasi, Otokrasi Ve Terör

Mainz, 24.06.2010 Gündem noktasında her halde dünya`da hiç bir devlet Türkiyenin eline su dökemez. Anayasa mahkemesinin hukuk garabetini yeterince tartışamadan yüksek mahkemelerimizden birinin dördüncü dairesinin kara cübbeli yüksek! hakimlerince bütün yasalar ayaklar altına alınarak Ergenekon davasına bakmakta olan hakimlere para cezaları kesildi.Bu sözümona devletçi hakimlerin yasaları çiğnediğini söylememiz bilinçli bir tercihtir. Zira çiğnenmiş olan mevcut yasalardır. Hukukun bu yargıçlar için fazla bir anlam taşıdığı kanaatinde zaten değiliz. Tam bu yasa tanımazlık üzerinde duralım derken mahkemeleri yok sayan yüksek yargı „Ben yaptım oldu“ dercesine Erzincan Başsavcısı tutuklu sanık İlhan Cihanerì apar topar tahliye etti. Mevcut hukuksuzluklara bir yenisi daha eklendi. Ergenekonun yüksek yargıdaki muvazzaf güçleri dört bir koldan taarrruz etmeye başladılar. Tam bu konu üzerine yoğunlaşacakken Şemdinliden 11 şehit haberi geldi ve gündem tamamen „terör“ konusuna odaklandı. Arkasından İstanbul-Halkalı da ki terör saldırıları meydana geldi. Bütün bu gelişmeler o kadar süratli yaşandı ki yetişmek zorlaştı. Gündemin artık tamamen terör konusuna odaklandığını söylediğimizde sanki daha önce bahsettiğimiz konuların tamamen terörden azade durumlar olduğu sanılmasın. Esasen hepsinin arasında bazen görünür bazen de gizli muazzam bağıntılar mevcuttur. Yaşlı gezegenimizin adeta kadim bir kaderi gibi gözüken güçlü ve üstünlerin hukukunun hakim olduğu bu kahrolası düzen günümüzde artık tahammül edilemiyecek bir noktaya baliğ olmuştur. Hukukun üstünlüğü yerlerde sürünmekte, hukuku sadece güçlüler belirmektedir. Tabi ki bu durum kavramları da yol kazalarına uğratmaktadır. Bu durumda işgal eden, çoluk-çocuk demeden herkesi öldüren ve adeta bir „ölüm makinesi“ halinde...

Devamını Oku

Ölmek ve Kazanmak

Mainz; 08.06.2010 Ölmek ve kazanmak kelimelerini yan yana ve hem de „ve“ bağlacı ile kullanmak ilk bakışta çok absürd gelebilir. Aslında „tek dünyalı“ insanlar için bu gerçekten böyledir de. Tek dünyalı insanların en çok korkmakta oldukları durum ölümdür. Zira onlar için ölüm bir son dur. Ne varsa bu dünyadadır. Ölüm geldiğinde ise her şey bitmiştir.Bugün dünyamızı adeta kuşatmış durumda bulunan batı orjinli hegemonik güçlerin de bütün kaygısı „ölmemek“ üzerinedir. Ötesine inanmayanlar için ölüm bir yok oluştur. İnsan gibi bir canlının yok olmayı içine sindirebilmesi elbette kolay bir olgu değildir. Secülarist ideolojinin bütün gayreti ölümü yok etmek üzerinedir. Ancak bu zihniyetin sahipleri bir yandan kendileri için ölümü yok etmeye çalışırken diğer yandan da kendileri gibi olmayanları öldürmek için her türlü zalimliğe başvurmaktadırlar. Secüler görüşte ölmek ve kazanmak kelimeleri asla yan yana gelemez. Çünkü ölen kaybetmiştir. Ölenin kaybedeceği teorisi bu felsefeyi adeta bir ölüm makinesi haline getirmiştir. İnsanlığın bilinen tarihi boyunca öldürülen bütün insanların sayısından bir kat fazlası geçtiğimiz yüzyılda iki dünya harbinde öldürülmüştür. Ölümü istatistiğin konusu yapan da yine bu tek dünyalı secüler sistemdir. Oysa ölmek her zaman kaybetmek anlamına gelmez. Elbette her ölen kazanamaz. Ancak her ölen de kaybetmez. Anadolu irfanında çok güzel bir söz vardır. Bir yakını vefat eden kimseye „hastayı kaybettik“ derler. Bunun aslı „hastayı gayb ettik“ şeklindedir. Zaman içerisinde kaybettik şekline dönüşmüştür. Zira kaybetmek doğru değildir. İnsan kaybedilmeyecek kadar değerli bir varlıktır. Gayb ettik demek, bizim...

Devamını Oku

Kafaya Bak Kafaya!

Mainz, 28.02.2009 Not: Bu makale „One Minut“ adıyla şöhret bulan malum vakadan sonra kaleme alınmıştır. Mavi marmara olayından sonra yerli İsrail muhibleri için görülen lüzum üzerine tekrar yayınlanması uygun görülmüştür.29 Ocak 2009 tarihinde Davos kentinde „onurlu duruş“ sonrasında millet başbakanı bağrına basarken köşe başlarına kurulmuş bir avuç mutlu azınlık, „sahibinin sesi“ sözünü doğrularcasına içlerinde birikmiş olan ifrazatı kalemlerinden kin ve irin olarak dışarı akıttılar. Kerameti kendinden menkul bazı kalemşörler( başbakanı kastederek) çekirdekten yetişme siyasetçiden, (monşer eskilerini kastederek) devlet adamı olur mu? Soruyor ve hemen ardından küçücük beyinlerinde muhkem yer tutmuş en galiz küfürleri savurarak hançeresini yırtarak „olmaz!“ diye yanıtlıyorlar. Bu hazeratın tahayyül ettiği ve ellerini patlatırcasına alkışlamaya amade olduğu devlet adamı profiline bir göz atalım: Bu kafanın anlayışına göre iyi bir devlet adamı; 1- Amerikan, Fransız yahut Alman kolejlerinde okumuş olmalı, yetmez tahsiline O ülkelerde devam etmiş olmalı. 2- Şarabın kalitesinden anlamalı. 3- En az bir nesil olmak üzere ailesinde çağdaş! Kıyafeti olmayan kimse olmamalı. 4- Şerefe kadeh kaldırmalı  ve en azından „Brost“ diyebilecek kadar şarap kültürüne aşina olmalı. 5- Katıldığı uluslararası  toplantılarda ingilizcesi kötü bile olsa mutlaka ingilizce konuşmalı. 6- „Bu dansı bana lutfeder misiniz matmazel?“ Diyecek kadar dans kültürüne vakıf olmalı. 7- Uluslararası toplantılar yahut ikili görüşmelerde karşısındaki küstahca davransa bile nezaket hatırına „siz bilirsiniz efendim“ demeli. 8- Çatalı sol eliyle bıçağı sağ eliyle tutmalı. 9- Mozartın nerede doğduğunu bilmesine gerek yok. Klasik dinletilere „işte çağdaş Türkiye...

Devamını Oku

Korsan Devlet

Mainz, 31.05.2010 Korsan bir devlet yapılanması için yahudilerin sultan Abdülhamid ile ilk irtibatları 1882 yılında Rusya`nın Odesa şehrindeki Osmanlı konsolosluğuna Siyon Dostlar Derneğinden bir heyetin Filistine yerleşmek isteği ile ilgili bir teklif götürmeleri ile başlamıştır. Teklife çok sert bir cevap veren sultan bununla yetinmeyip 1901 yılında yahudilerin Filistin`den toprak satınalmalarını yasaklayan bir karar yayınladı.Buna rağmen ümitsizliğe kapılmayan Dr. Hertzl, sultan ile görüşmek için her yolu dener ancak görüşemeyiceğini anlayınca teklifini zamanın başbakanı Tahsin paşaya iletmeye karar vermiştir. Sultan Abdülhamide iletilen çarpıcı teklifler şunlardır: 1. Bizzat sultana ödenecek 150 milyon ingiliz lirası. 2. Osmanlı devletinin 33 milyon ingiliz altınını bulan borçlarının tamamının ödenmesi. 3. 120 milyon altın frank harcamak suretiyle Osmanlı müdafası için bir filo tesis edilmesi. 4. Osmanlı maliyesini güçlendirmek için faizsiz olarak 35 milyon altın lira borç temini. Yahudi Hertzl bizzat kendi hatıralarında Osmanlı sultanının bu teklife şu cevabı verdiğini kaydetmektedir: “Benim vatanımın tek bir karışından bile fedakarlıkta bulunamam. Bu benim şahsi mülküm değil halkımın mülküdür. Halkım bu toprak uğrunda mücadele etmiş ve onu kanları ile sulamıştır. Yahudiler milyonlarını kendilerine saklasınlar. Bir gün imparatorluğum parçalanacak olursa o zaman onlar Filistini belkide bila bedel elde edebilirler. Ama ben sağ olduğum sürece, vücudumun parça parça edilmesi benim için Filistini imparatorluğumdan ayrılmış görmekten daha ehven gelir. Bu olmayacak bir şeydir. Ben hayatta iken vücudumun parçalanmasına muvafakat edemem.” Bu cevap üzerine Yahudi siyonistlerin gönüllü taşeronları olan masonik teşkilatların başı konumunda bulunan Emanuel...

Devamını Oku

İstifa İstismarı Yahutta Tekeden Süt Çıkarmak

Mainz, 12.05.2010 Belki klasik bir yaklaşım olacak ama olsun ben de internette dolanan görüntüleri izlemeyenlerdenim. Dolayısıyla izleyenlerin rivayeti ile kalem oynatmak durumundayım. Esasen çirkin ve ahlaksız olarak nitelenen malum kasedin muhtevası beni hiç ilgilendirmiyor. Nitekim bu konuda ister hısım isterse hasım olsun kimsenin bir şey dediği de yok. Baykalın dört günlük suskunluktan sonra „zehir-zemberek“ açıklamalarının satıraralarına sıkıştırdığı üzere, bir insanın harem-i ismetine „alçakça“ bir tecavüz sayılabilecek görüntüleri mazur görmek yahut bunun haber değeri taşıdığını ileri sürmek en azından insafsızlık ve vicdansızlıktır. Böylesi bir operasyon hak-hukuk tanımayan, insaf ve izàn dan mahrum sadece kendi çıkarlarının zebunu olmuş hilkat garibesi tipler tarafından ancak tedavüle sokulabilir girişimlerdir. Ahlak ve edep anlayışımızın bir gereği olarak kasedin içeriği ile ilgili olmadığımızı  ve kasedi yahut her ne ise onu „faş“ edenleri de nefretle kınadık. İyi de iş burada bitmedi. Baykal kameraların karşısına geçerek bunun bir „komplo“ olduğunu söyledi. Eyvallah! Bu bir komplodur. Ama aynı Baykal bunun Hükumet tarafından tezgahlandığı gibi akıllara zarar bir görüşü de fütursuzca ortaya atmaktan geri kalmadı. Böylesi bir iddianın, travmatik bir durumun yarattığı şizofrenik belirtiler olduğuna hükmetmememiz halinde bu, bile isteye işlenmiş bir suç haline dönüşür. Bir siyasetçinin yerden çamur alarak bir başka siyasetçinin üzerine çamur atmasını olağan karşılar hale gelmiş olmamıza rağmen kendi üzerindeki çamurları bir başka siyasetçiye atma ameliyesi ile ilk defa karşılaşıyoruz. Bu ne kadar aymaz ve ne kadar çirkin bir tavırdır. İnsanların karşısına çıkıp; „Böyle bir kaset...

Devamını Oku

İç Düşman!

Mainz, 29.04.2010 Resmi öğretinin aksine İstiklal mücadelesinin, pek çoğu dindar ve muhterem insanlardan oluşan 1. meclis tarafından yürütüldüğünü artık bilmeyenimiz kalmadı. Mücadeleyi bir büyük „iman“ hamlesi ile gerçekleştirmiş olan bu meclisin sonraları hiç bir haklı gerekçe olmaksızın dağıtıldığını da biliyoruz. Zira yeni rejimi biçimlendiren kadronun böyle bir meclise artık ihtiyacı kalmamıştı. Batının şımarık çocuğu Yunan ordularına karşı kazanılmış olan bu can-siperane mücadelenin ardından giyim-kuşam dan eğitime,ekonomiden siyasete kadar hemen her alanda hezimete uğrattığımız batılıların kanunlarını „motamot“ tercüme edip, bize ait ne varsa hepsini reddetmemizin rasyonel bir izahı hala yapılamamıştır. Batıyı  yegane kıble olarak tayin eden kurucu kadrolar, kendi gibi kalmak konusunda direnç gösterenleri çoğu zaman zecri tedbirlere başvurmak suretiyle bertaraf etmişti. Hemen her ocağından şehit ağıtları yükselen yoksul ve mazlum milleti „torna“ tezgahından geçirmek o kadar da zor olmamıştı. Ancak ilgili kadrolar bu mühendislik projesinin süreklilik hesabında yanılmışlardı. Zira zorla bir milleti dönüştürmek Allahın koyduğu „Fıtrat“ yasalarına aykırıydı. Nitekim öyle de oldu. Millet kendi yöneticisini tayin etme hakkına yarım yamalak bile olsa sahip olur olmaz, tornacıların tezgahlarını başlarına yıkıverdi. Ancak zamanında ülkenin zenginliklerini paylaşmış ve bir sera bitkisi özeniyle yetiştirilip beslenmiş olan „elitist“ zihniyetin muhteşem konforundan vazgeçmeye niyeti yoktu. Zira sahibi! oldukları memleketi memo ve haso lara bırakacak kadar enayi değillerdi. Nitekim bu yüzden başbakan bile asmaktan imtina etmediler. 1960 sonraları milletin bir türlü istedikleri kıvama gelmediğine hükmeden elitist zümre millet egemenliğini milletden alıp, kerameti kendinden menkul bazı Yüksek...

Devamını Oku

Anayasa Değişikliği

Mainz, 27.04.2010 Teknoloji ile uyumlu bir uyarı biçimi olan meşhur e-muhtırasının 3. sene-i devriyesinden geçmekte olduğumuz şu günlerde TBMM`de hummalı  bir çalışma devam ediyor. İktidar partisinin hazırladığı  bir paket olarak meclise getirilmiş olan teklifin görüşmeleri sürüyor. Ülkenin önünü açmak için çok önemli değişiklikleri kapsayan ilgili pakete meclis içinden ve dışından acayip bir muhalefet sözkonusu. Meclis dışından gelen tepkiler, sanki sadece Yüksek Yargı mensuplarından geliyormuşcasına bir izlenim uyandırsa da esasen mevcut komuta kademesinin de çok büyük bir tepkisinin olduğu anlaşılıyor. Nitekim son olarak internet sitelerine düşen ses kayıtları bunu doğrulamaktadır. Yüksek Yargı mensuplarının ve komuta kademesinin ilgili değişikliklerden rahatsızlık duymalarını bir yere kadar anlamak mümkündür. Sistematik bir düzene sahip olan arı kovanına çomak sokmak nasıl rahatsız ediciyse zamanın da tamamen „al-gülüm, ver gülüm“ easına göre tanzim edilmiş olan, makam ve mevkisinin değeri ile değerlenen malum eşhası da o derece rahatsız edecektir. Burada yapılmak istenen milletin en ufak bir müdahalesinin olmadığı ama millet adına yetki kullanmaya kalkışan hatta zaman zaman millet temsilcilerinin bile yetki alanına giren bu malum odakları ileri demokrasilerdeki yerlerine yerleştirmektir. Sözün özü, onların tasarruflarından bile milletin temsilcileri millete karşı sorumlu tutulurken birilerinin hüdai-nabit bir biçimde millet egemenliğini gasb etmelerine engel olmaktır. Yani millet egemenliği ile bürokratik oligarşi karşı karşıyadır. Bugün için millet meclisinde temsil edilen ve grubu bulunan 4 parti olmasına rağmen ilgili değişikliğe neden sadece iktidar partisi sahip çıkmaktadır? Böyle bir soruya toptancı cevap vermek yanıltıcı olabilir....

Devamını Oku

O`nu Sevmek (Hz. Muhammed Mustafa (sav)

Mainz, 19.04.2010 Müjdecim, kurtarıcım, efendim, peygamberim, Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim. „Kutlu Doğum Haftası“ adı altında düzenlenmekte olan etkinlikler Diyanet İşleri Başkanlığınca yapılan en önemli faaliyetlerden biri, belki de en önemlisi. Eğitim hayatı boyunca öğretilmeyen bir Peygamberin bu tür etkinliklerle bir nebze olsun kavranması mümkün olabilir. En azından o kutlu Peygamberin yaymakta olduğu „Gül“ kokusundan müstefid olma imkanı doğabilir. Zira O çölde açan bir gül dü. O, rengi solmayan, kokusu tükenmeyen bir gül dü. Ancak o gül kokusunu alabilmek için burun değil „yürek“ lazımdır. Oğlunun hasretiyle yanıp tutuşan Hz. Yakup (a.s), ağlamaktan gözlerini kaybetmiş ancak bedel olarak ödediği gözleri karşılığında Allah ona Yusufùn kokusunu Mısır`dan alabilecek bir yürek ihsan etmişti. Bütün mesele bedel ödemektir. Ancak bugün için müslümanlar arasında hatta insanlık için de bunu söylemek mümkündür ki en zayıf halka „bedel ödemek“tir. Modern birey insanın içinden onu insan yapan değerleri çıkarıp aldığı için  bedel ödemek zor gelmektedir. Müslümanlar arasında da bu hastalık hızla yayılmaktadır. Kime sorarsanız sorun en çok Allahı sonra da Allahın elçisini sevdiğini söylerler. Bu aslında beyaz bir yalan da değildir. Öyle öğrenmiş ve öyle de inanmıştır. Ancak bu sevgi sıralamasına rağmen yolunda gitmeyen işler vardır. Bunun sebebi ise bu sevginin bedelsiz olmasındandır. Anadolu irfanında çok güzel ifade edildiği üzere kuru kuruya „kadan-Alam, Kurban-Olam“ türü bir sevgi, şarkılara konu olmaktan öteye bir anlam taşımaz. Selman-ı  Farisi adını duymayan yoktur. Ancak Selmandaki Muhabbet sevdası  ne kadar biliniyor?...

Devamını Oku

Yüksek Yargının Yüksek! Yargı`ları

Mainz, 07.04.2010 Avrupa standartlarında bir demokrasiye sahip olmanın öyle kolay bir iş olmadığı  ortada. Yaklaşık bin yıllık „otoriter“ bir geçmişi olan millet için demokratik bir zihin inşasının zorlukları anlaşılabilir bir durumdur. Böylesi bir toplumda demokrasinin sancılı olması kaçınılmazdır. Hatta bunun için büyük bedeller bile ödemek gerekebilir. Nihayetinde ülkemizin bu konuda önemli bedeller ödediğini de yakınen bilmekteyiz. Türkiyemizdeki demokrasinin önemli ölçüde „vesayet“ altında olduğunu sadece Avrupalılar yahut haklarının çiğnendiğini öne süren bazı kesimler değil aydın namusu taşıyan nice aydınlar da dile getirmektedir. Ülkemizde militarist bir yapının egemen olduğu ve bunun da genellikle „Askeri Vesayet“ olarak adlandırıldığını görmekteyiz. Bu tanımlama isabetli olmakla beraber yeterince açıklayıcı değildir. Özellikle  Ümraniye de bulunan bombalarla başlayan „Ergenekon“ davasından sonra  vesayet adeta askerden „Yüksek Yargı“ ya evrilmiştir. 28 Şubat sürecinde, generalleri brifing salonlarında avuçları patlayıncaya kadar alkışlayan yüksek yargı mensuplarının yedek vesayet olarak devreye girmesi hiç de şaşılacak bir durum değildir. Dolayısıyla ülkemize tebelleş olan vesayet anlayışını „Bürokratik Oligarşi“ olarak tanımlamak yerinde olacaktır. 2002 sonrasında Yüksek yargının Yüksek! Yargıları noktasında kısa bir ufuk turu yapacak olursak, karşımıza şöyle bir tablo çıkar: – 12 Eylül darbecileri hakkında iddianeme hazırladı diye bir savcımız meslekten men edildi. Avukatlık  yapmasına bile izin verilmedi. Karar AHİM`den döndü. – Van savcısı  Ferhat Sarıkaya`nın Genel Kurmay Başkanının talimatıyla adeta hayatı karartıldı. (HSYK tarafından) – Cumhurbaşkanlığı  seçimi esnasında oturum sayısı hukuku çiğneme pahasına 367 rakamına çıkarılarak bir skandala imza atıldı. (Anayasa Mahkemesi tarafından) –...

Devamını Oku

Milliyetçi Müslüman!

Mainz, 26.03.2010 Doğrusunu söylemek gerekirse ülkemizde ister televizyon ekranlarında isterse gazete köşelerinde olsun tartışmalar yapılırken kavramlar alabildiğine hoyratça kullanılıyor. Oysa kelimelerin de bir ruhunun olduğu gerçeği gözardı ediliyor. Son zamanlarda oldukça revaç gören bir tartışma sözkonusu. Hadi biz de hoyratçılar kervanına bir an için katılalım ve bir kişi hem müslüman hem milliyetçi olabilir mi? diye soruverelim. Böyle bir soruya sağlıklı cevap verebilmek için öncelikle bu iki kelimenin anlamını kavramak zorundayız: Allahın Peygamberleri aracılığıyla insanlığa gönderdiği ilahi vahyin tamamına kayıtsız- şartsız teslim olmaya „İSLAM“; bu teslimiyeti bizzatihi hayatıyla ortaya koyan kişiye de „MÜSLÜMAN“ denir. Millet kelimesinden türetilmiş olan milliyet kelimesine gelince, bu bir aidiyeti temsil eder. Millet kelimesi aslında tamamen bir Kuràn kavramı olmasına ve esasen tam olarak „Din“ manasına gelmesine rağmen yol kazası sonucu „Ulus“ kavramı yerine kullanılır olmuştur. Türkçemizdeki „cilik“ yapım ekinin batı dillerindeki „izm“ ekinin karşılığı olduğu gerçeğinden hareketle zaten dilimize batıdan geçmiş olan milliyetcilik yahut moda tabirle ulusalcılık bilindiği gibi „nationalizm“ kelimesinin karşılığıdır. Selim bir akıl ile düşündüğümüzde hemen hemen her „izm“in bir ideolojiyi temsil ettiğini görebiliriz. İslam karşısında bütün ideolojiler istisnasız merdud dur. Muhtevası ne olursa olsun hiç bir ideoloji İslam dan geçer not alamaz. Din konusunda asgari bir bilgi sahibi olan sade bir müslüman bile hem İslamı ve hem de yanıbaşında bir başka ideolojiyi benimsediğini söyleyemez. Zira İslam, „Tevhid“ demektir. Tevhid ise bölünme kabul etmez. Nasyonalizmin kendine göre bir takım kuramları olan bir ideoloji...

Devamını Oku

Ömer Erdem

Ömer ErdemDaniel-Brendel Str.355127-Mainz KISA ÖZGEÇMİŞ 15.09.1968 Sakarya/Geyve doğumluyum. İlk ve orta tahsilimi Geyve de tamamladım. 1989 yılında Atatürk üniversitesi İsletme Fakültesinden mezun oldum. 1 yıl süre ile Erzurum Ticaret Lisesinde vekil öğretmenlik yaptım. Kısa dönem askerlikten sonra o zamanki adıyla Faisal-Finans Kurumu Adapazarı şubesinde işe başladım. 1994 yılında istifa ederek Almanya`ya yerleştim. Dil kursunun ardından bazı sivil organizasyonlarda üstdüzey yöneticilikler yaptım. 1999-2006 arasında ticaret ile iştigal ettim. Ayrıca 5 yıl süre ile Türkçe ve ücretsiz dağıtılan mahalli bir gazete çıkarıp yönettim. 2006 yılından bu yana gıda sektöründe yer alan bazı firmalara dışarıdan mali müşavirlik hizmeti verdim. Halen bu konuda...

Devamını Oku

En Nihayet!

Mainz, 23.03.2010 Anayasaların bir milletin bütün ihtiyaçlarını karşılamak üzere toplumsal mutabakatın en üst seviyede kabul görmesi gereken metinler olması gerektiği Anayasal sistemlerin neşvü-nema bulmasından bu yana önemli bir „kaziyye-i muhkeme“dir. Güzel Türkçemizde bu metinlere „Anayasa“ isminin verilmiş olması da  oldukça manidardır. Zira „Ana“, hem doğurganlığı ve hem de şefkat, merhamet ve inceliği temsil eder. Oysa „Baba“ bizim kültürümüzde genellikle otoriteyi temsil eder. Bu sebeple benim kişisel olarak en fazla sinirlendiğim kelimelerden birisi „Devlet Baba“ terimi olmuştur. 1876 yılını esas alacak olursak en azından 134 yıllık bir Anayasacılık geleneğimiz olduğu görülecektir. Ne ki biz buna „Anayasa“ adını vermiş olmamıza rağmen  habire “Babayasa” yapmakla vakit kaybetmişizdir. Meselenin espritüel yanı bir tarafa gerçekten de biz halkın temsilcilerinin marifetiyle yeryüzü normlarına uygun bir anayasa yapma iradesini yahut becerisini gösterebilmiş değiliz. Dünyamız son 30 yıl içerisinde muazzam bir gelişim ve dönüşüm kaydederken biz Türkiye olarak kendi kendimizi 30 yıl öncesi bir takım generallerin dayattığı bir “Babayasa” ya mahkum etmişiz. Darbeciler yani suç işlemiş insanlar tarafından hazırlanmış olan T.C. 1982 Anayasasının marjinal bir “ergenekoncu” zümre dışında hiç kimseyi tatmin etmediği bilinen bir gerçek olmakla beraber 30 yıl boyunca toplumun dinamik dönüşüm hızına ayak uydurabilecek bir anayasal metin başarılamamıştır.1982 Anayasası merhum Özal`dan başlayarak bugüne kadar tam 34 defa değişikliğe uğramış sayısını kesin bilmiyorum ancak yaklaşık olarak 75 maddesi değiştirilmiştir. İlk bakışta bu bir kazanım gibi görünmekle beraber aslında yamalı bir bohçaya dönen metnin uyum ve ahengi...

Devamını Oku

Uzlaşma Kültürü

Mainz, 10.03.2010 Kabul etmeliyiz ki, millet olarak „uzlaşma“ kültürünü yeterince özümseyebilmiş değiliz. Bin küsur yıllık otoriter bir gelenekten süzülüp gelen bir toplum için bu çok da yadırganacak bir durum olmasa gerek. Cumhuriyet ile beraber gelenekten kaynaklanan ne kadar değerimiz varsa hemen hepsini hoyratça hayattan dışlamış olmamıza rağmen „otoriter gen“ lerimize hiç dokunmamışız. Dahası otoriter düşüncenin içselleştirilmesi için cebri tedbirlere bile tevessül etmişiz. Daha ilkokul çağlarında körpecik dimağlara „Andımız“ adı altında ne işe yaradığı bilinmeyen bir metni bir kışla mantığı içinde koro halinde söyletir, ezberlettiririz. Yetmez, 20 yaşına basan her vatan evladını bir „emir-komuta“ tezgahından geçiririz, sonrası malum kendisinin bile aleyhine olan bir karar için „Valla ben bilmem! Böyüklerimiz! Daha iyi bilir“ diyen bir toplum vasatı ile karşı karşıya kalırız. Ancak bütün bu zihinleri iğdiş etme çabalarına rağmen kemalist ideoloji hedeflemiş olduğu mühendislik çalışmasından başarı elde edememiştir. Yapılan bunca çaba, kıyılan bunca can, harcanan bunca para ve emekler boşa gitmiştir. İletişim araçlarının zirve yaptığı çağımızda benzer baskıların sonuç vermesi imkansızdır. Şükür ki toplumumuzda artık „tartışma“ ve „sorgulama“ kültürü yerleşmeye başlamıştır. Bugün için memlekette kopartılan fırtına işte tam da bu sebepledir. Zira önceleri kendilerini bu ülkenin gerçek sahipleri kabul eden bir avuç „Beyaz Türk“ kahır ekseriyeti oluşturan zenci Türklerin  yahut zenci vatandaşların taleplerini şaşkınlıkla karşılıyorlar. Böyle bir sonucu hiç bir zaman istememişlerdi. Vatandaşa bir şey verilecekse onu da onlar lütfedebilirlerdi. Oysa vatandaş lütuf değil eşit haklara sahip olmak isteyince „film“ kopmuş...

Devamını Oku

Devlet Partisi ve Referandum

Mainz, 04.03.2010 Cumhuriyet Halk Partisi kendisini Devlet partisi olarak tanımlamasa bile bundan hiç bir zaman rahatsızlık da duymuyor. Dahası, çoğu zaman Devleti kuran parti olarak amiyane tabirle hava bile atıyor. CHP’nin iflah olmaz bir devlet partisi olduğu yolunda kuvvetli karineler aramak abes ile iştigaldir. Zira bugün için eksik olan belki de sadece CHP flamasında „Resmi Hizmete Mahsustur“ yazısının olmayışıdır. Ülkenin „saygın“ insanları suç işlemez yahutta işlese bile „yargılanamaz“ derekesindeki bir zihniyetin kokuşmuş bir „ittihatçı“ geleneğin devamı olduğundan hangi akl-ı selim sahibi kuşku duyabilir? İsmi dışında hiç bir yerde halka yer vermeyen bir parti için demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından biridir diye bir tanımlama yapılabilir mi? Bugün için Cumhuriyet Halk Partisi muhalefetttir, (Bu kafa ile sonsuza kadar muhalefette kalması mukadderdir) dolayısıyla iktidarın tasarruflarına karşı çıkması normaldir denilebilir.CHP, iktidarın tasarruflarına karşı çıksa buna ancak saygı duyulur. Ancak yapılan bu değildir. CHP, seçmenin tercihi ile iktidar olamayınca hırçınlaşmış ve neye, niye itiraz ettiğini bilemez bir durumdadır. Hemen her demeçlerinde „Yargı“ ya özel vurgular yapan parti yetkilileri ülkenin savcı ve hakimleri tarafından yürütülmekte olan bir soruşturmada hemen davanın avukatlığına soyunacak kadar bir aymazlığın içine girebilmişlerdir. Mevcut iktidarın  „demokratikleşme“ yolunda atmak istediği adımlarda CHP, adeta „Deli Dumrul“ gibi yol kesmeyi tercih etmektedir. Bir muhalefet partisi ülkeyi yöneten Başbakan ile bütün iyi niyetli çağrılara rağmen görüşmüyor. Randevulara cevap vermiyor. Bu memleketin daha özgür, daha demokratik olmak neyine der gibi… Arkasını  Askere ve Anayasa mahkemesine dayamış, statükonun muhafazası...

Devamını Oku

Selam Dur!

Mainz, 16.02.2010 Kelimenin tam anlamıyla „defolu“ bir demokrasiye sahip olan memleketimizde AB süreci kapsamında son 10 yıl da yapılmış olan bunca değişikliğe rağmen özellikle de Asker-Sivil ilişkilerindeki sıkıntılar devam etmektedir. Halkımızın iştiraki ile yeni bir Anayasa yapılamaması halinde bu defolu demokrasi durumu ülkemizin kaderi olmaya devam edecektir. Günümüzde asker çok fazla müdahil olmamakla beraber yine de ağır etkisini sürdürmektedir.Tabi Askerin çok etkin olamaması biraz da ortaya dökülen garip cunta faaliyetlerini açıklayamamaktan kaynaklanmaktadır. Ancak yine de bir çetele tutmaya kalksak normal bir batı demokrasisinde bir genel kurmay başkanının hayatı boyunca yaptığı konuşmayı bizimkiler neredeyse 1 ay da yapmaktadırlar. Bir kere normal bir demokraside bir asker bu kadar konuşmaz, konuşamaz. Hadi konuştu diyelim (zaten konuşuyor) böyle ulu-orta tehditler savuramaz. Ama bizde bunların hepsi normal karşılanır. Tabi askerimizin bu kadar konuşkan olmasının tek sebebi elinde silah bulunduruyor olmaları değildir. Bizim askeri bürokratlarımızın esas güvenceleri ellerindeki silahlardan çok gazete köşelerini kuşatmış karanlık kafalı aydın zümresidir. Hal böyle olunca memleketimizde  asker–sivil konusu hemen her zaman bir kafa karışıklığına kurban edilmiştir. Bu arada zaman zaman askeri bürokrasiye haksızlıklar bile yapılabilmiştir. Zira bizim sivil dediğimiz bir çok köşe yazarı yeni mezun olmuş ve ülkeyi kurtarmak için can atan „bıçkın teğmenler”den bile daha heyecanlı olabiliyor. En son olarak ortaya atılan „Balyoz“ darbe planında „yararlanılacak gazeteciler“ listesinin 137 kişi olarak isim-isim yazılmış olması da tezimizi doğrulamaktadır. Bundan yıllar önce amiral gazetesinin patronu Sedat Simavi „Basın istemese asker darbe...

Devamını Oku

Aciz Muhalefet!!!

^     Mainz, 04.02.2010 Kuşkusuz Türkiyemiz siyasi tartışmaların çok yoğun ve acımasız yaşanmakta olduğu bir memlekettir. Üstelik bu yeni bir durum da değildir. Siyasi tartışmaların böylesine acımasız ve edep kurallarını hiçe sayar nitelikte olması konusunda değişik görüşler ileri sürülmekle beraber bu görüşler içerisinden en isabetli olanı kuşkusuz ki muhalefetin yetersizliğidir. Zaten insanın doğasının gereği de bu dur. Fikir ve projelerinizle iktidar olamıyor yahut gündeme gelemiyorsanız kaba-kuvvete başvurmak en seçkin yol olur.Çilekeş Anadolu insanının muazzam bir özveri ile kendilerini temsil etmek üzere göndermiş olduğu bazı vekiller malesef haya ve edep kurallarını hiçe sayarak Meclis Genel Kurulunu “boks ringine“ döndürmeye kalkışıyorlar. Milletin alın terini kendi kişisel çıkarlarına alet edenlere yazıklar olsun! Uzun zamandan bu yana karanlık güçler tarafından kotarılmakta olan plan ile ilgili olarak küçücük bir prova mahiyetinde cereyan eden bu talihsiz hadise kuşkusuz bir MHP+CHP ortak yapımından başka bir şey değildir. Ak Parti tarafından milletin bekası için menfaat olukları tıkaçlanan bazı karanlık güçlerin artık yüksek sesle  MHP+CHP iktidarını seslendirmekte oldukları bilinmektedir. Siparişle  yaptırılmakta olan anketler üzerinden  sözkonusu ortaklığın taban yoklaması yapılmaktadır. Meclis genel kurulunda gerçekleşen olay kesinlikle „spontane“ bir olay değildir. Bu hadise muhalefet tarafından ortak bir yapım olarak sahneye sürülmüştür. Meclisi yönetmekle görevli bulunan sayın Mumcunun tutumu tam bir “militan“ davaranışıdır. Zaten ilgili başkan vekili meclisi hakkaniyet esaslarına uygun olarak yönetemediği çin değil bilerek ve isteyerek yönetmediği için bu esef verici olaylar meydana gelmiştir. Zamanında bakanlık da yapmış olan bir...

Devamını Oku

Bu Ordu mu?

Gözbebeğimiz olan ordu bu mu? Biz gerçekten de ordumuzla gurur duyan bir milletiz. Toplum olarak „militarist“ bir yapıya sahip olduğumuzu iddia etmek abartılı olmakla birlikte asker ve askerliğe karşı genlerimize kadar işlemiş bulunan özel bir muhabbetin bulunduğu da bir vakıadır. Hal böyle olunca Türkiyemizde yapılan bütün araştırmalarda en güvenilir kurum olarak Türk Silahlı Kuvvetleri hemen her zaman %80-90 arasında gözükmektedir. Siyasilere olan güven konusuna bakıldığında bu toplumun adamakıllı „militarist“ olduğuna hükmetmek bile mümkündür. Ancak durum hiç de gösterildiği kadar masum değildir. Ordusunu „Peygamber Ocağı“ olarak nitelendirmiş bir toplumda orduya güvenin bu nisbetlerde olması bile düşündürücüdür. Zira bize göre bu oran daha da yüksek olmalıdır. Bu araştırmaları yapanlar soruyu en fazla hangi kuruma güveniyorsunuz? Yerine Türk ordusu siyaset yapsın, darbe yapsın mı? diye sormuş olsalar acaba halkımızın % kaçı buna evet cevabı verecektir. Bence halkımız arasından bu soruya „evet“ diyen çıkmaz. (Ülkemizde yapılacak bir araştırmada bu soruya evet diyecek bazı nesli tükenmiş fosiller mutlaka olacaktır.) Ülkemizin gerek Anayasa ve gerekse yasal düzenlemelerini gözönüne aldığımızda „asker-sivil“ ilişkileri bakımından yeryüzü standartlarının çok gerisinde olduğumuz aşikardır.Gerek bu yasal düzenlemeler ve gerekse ülkeyi idare etmekten aciz kalan koalisyon tipi zayıf iktidarlar yüzünden asker hemen her zaman „ülkenin gerçek sahibi“ pozisyonunu korudu. Şimdilerde buna „Askeri Vesayet Rejimi“ adını veriyorlar. Seçilmiş olanlar ülkenin idaresindeki bütün kahrı çekmelerine rağmen ülkenin kaderine etki edecek kararlar konusunda bir dünya engelle karşı karşıya bırakılıyorlar. Ancak geriye dönüp baktığımızda bugünümüze yine...

Devamını Oku

Sivil Darbe

Çok şükür „nur topu“ gibi yeni bir tartışma konumuz oldu. Gerçi Türkiyemizde gündem o kadar süratli değişmektedir ki günlük yazı yazanlar bile konu sıkıntısı asla çekmezler. Son zamanların modası ise „sivil darbe“ konusu… Öncelikle bu konuyu ortaya atanlara bir göz atacak olursak aynı güruhun bir zamanlar „mahalle baskısı“ epey bir zaman da „malezyalılaşmak“ konusunu gündemde tuttuğunu müşahede ederiz. Tabi bütün bunların partiyi kapattırma imkanı kalmayınca devreye sokulduğunu ifade etmeliyiz. Kendilerini bu ülkenin yegane sahibi sayan bu bir avuç „mutlu-putlu“ azınlık elinde bulunan bütün imkanları devreye sokmuş canhıraş bir biçimde mücadele vermeye devam ediyor. Kendilerini hala 28 Şubat vasatında zanneden bu zinde kuvvetler „aç tavuk, darı-ambar“ özdeyişinde olduğu üzre hemen her gün yeni bir tartışma konusu açarak meşru hükumeti zaafa uğratmak için muazzam bir çaba sarfediyorlar. Değişen dünya düzenleri, yeni bilimsel gelişmeler, sosyolojik dönüşümler, bilgi çağının gerektirdiği yenilikler, vs.vs… Onlar bu ve buna benzer değişimler ile ilgilenmiyorlar, onlar için varsa yoksa ezberlemiş oldukları düzen var. Yani Anadolu insanı taşıyacak onlar yiyecek… Onların hesap etmedikleri bir şey var. Onlar sanıyorlar ki biz gözlerimizi kapatırsak bu gelişmeler de olmaz. Hayır! Öyle değil işte. Bu gelişmeler size rağmen oluyor ve siz görmemek için ne kadar inat ederseniz edin Türkiyemiz de değişiyor ve dönüşüyor. Bundan sonra bu zinde güçlerin işi hiç de kolay olmayacak. En son yumurtlanan hikaye „sivil darbe“. Bir kere „Darb“, arapçadan dilimize intikal etmiş ve lugatte, vurmak, dövmek anlamına gelen bir...

Devamını Oku

Taraf Olmak

Bizim memleketimizde „taraf“ olmak mutlaka negatif bir yaftalamaya mahkum edilir. Halbuki, taraf olmak oldukça nötr bir kavramdır. Burada taraf olmaktan ziyade neyin tarafı olduğunuz önem arzeder. Her tür taraf olmayı bir tür ayrıştırma ürünü olarak görmek aşina olduğumuz „fobi“ lerden başka bir şey değildir. Zira biz millet olarak „taraf olmayan ber-taraf olur“ veciz ifadesini nesilden nesile taşıyan muazzam bir irfanın temsilcileri konumundayız. Memleketimizde gerek geçmişte ve gerekse halen tedavülde bulunan bir çok ayrıştırmacı kavram bulunmaktadır. Türk-Kürt, Alevi-Sünni, Sol-Sağ, Dindar-Laik, Ulusalcı- Küresel v.b. Bunları çoğaltmak mümkün ancak biz prensip olarak ayrıştırmak değil bütünleştirmekten yana olduğumuz için listeyi uzatmak istemiyoruz. Hem zaten böyle göstermek için müthiş bir çaba gösterilmesine rağmen ülkemizdeki esas tarafgirliğin yukarıdaki listede yazılı bulunan konularla ilgisi yoktur. Türkiyemizdeki esas problem „millet- devlet“ ikilemi yada daha düz bir ifade ile „devlet-vatandaş“ ilişkilerinin anlaşılma biçimidir. Bu ilişki biçimi en başta tanzim edilirken ne yazık ki devlet lehine – vatandaş aleyhine olarak tanzim edilmiştir. Cumhuriyetin ilanını gerçekleştiren kadronun „Devlet- Ebet, Müebbet“ diyerek devleti kutsayan bir imparatorluğun son dönem subayları olduğu gerçeğini hatırlarımızdan çıkarmamız gerekir. Böylesi otoriter bir anlayışla yetişmiş kimselerin vatandaş lehine tavır almalarını beklemek abartılı olurdu. Ancak o tarihlerden bu yana handiyse bir asır geçmesine rağmen bizler hala bu ikilemin devlet lehine olan kısmını aşkla- şevkle savunan siyasiler ve bürokratlarla uğraşmak zorunda kalıyoruz. Yukarıda devlet-vatandaş diye ifade ettiğimiz durumu biraz daha belirgin hale getirmemiz durumunda yani günümüzde yaygınlaşan evrensel normalarla...

Devamını Oku

Hukukun Üstünlüğü, Üstünlerin Hukuku

Mainz, 10.03.2009 Kuşkusuz bugün Türkiye`mizde artık yadsınamaz hale gelmiş olan bir „bölünmüşlük“ hali vardır. Dilerseniz buna „kutuplaşma“ da diyebilirsiniz. Ancak bu, bazı çevrelerin kasıtlı olarak pompaladığı gibi vatan toprakları yahut millet arasında meydana gelmiş olan bir bölünmüşlük değildir. Böylesi tumturaklı bir iddia „şehir efsanesi“`nden öte bir anlam taşımaz.Bu bölünmüşlük hali tamamen zihinlerde yaşanmaktadır. Millet ile „elitist zümre“ arasındaki bu zihinsel bölünme günümüzle sınırlı değildir. Hatta bu bölünmüşlük halini Cumhuriyet ile sınırlandırmak bile tarihi gerçekliklere aykırılık teşkil eder. Zira bu bölünmüşlüğün temelinde son dönem Osmanlı aydınlarının kolay olanı seçip batı karşısında „teslim“ olmaları yatmaktadır. Bilindiğinin aksine bu ülkede „Batılılaşma“ kararını Cumhuriyeti kuranlar değil Osmanlı saray çevreleri vermiştir. Dolayısıyla bu tarihi, sözümona bozulan düzeni tamir ve tadil etmek üzere adlarına „tanzimat“ ve „ıslahat“ denilen ve müthiş bir İngiliz sevdalısı olan Mustafa Reşit Paşa tarafından imzalatılmış olan o meşùm anlaşmalara kadar çekmek mümkündür. Yapılan bu anlaşmaların neticesinde Osmanlı devleti siyaseten batılılar tarafından teslim alınmıştı. Dahası bu anlaşmalarla saray çevrelerinin zihinleri „iğdiş“ edilmiş, ardından rezil bir teslimiyet ve onun ardından da içinden çıktığı kabuğa tiksinti ile bakan salyangoz misali, kendi medeniyetini hor görme anlayışı kafalarda yer etmeye başlamıştı. Saray çevresinin adeta bir „sera bitkisi“ özeniyle beslediği bu „yarı resmi“, yarı yerli“ aydınlar vasıtasıyla kısa sayılabilecek bir zaman zarfında devlet-millet kaynaşması dinamitlenmişti. Teorik olarak Osmanlı sultanlarının yetkilerini sınırlayarak sözümona „hukukun üstünlüğü“ nü savunan bu yapılanmalar sultanların yetkilerini sınırlamayı başarmış ancak hukukun üstünlüğü yerine kelimenin...

Devamını Oku

Apoletli Belge

O günlerde fotokopi olduğu için “kağıt parçası” diye ünlenen bu apoletli belge 26 Ekim tarihinden itibaren ne kadar ıslak olup olmadığı ile tartışılmaya başlanmıştır. Yok efendim bu belgenin ıslak imzası niye bu kadar ıslak? Belge neden 4.5 ay bekletilip öyle gönderildi? Niye basına sızdırıldı? Ve daha neler neler… Sizin anlayacağınız ipe un serme girişimleri. Son  bir senedir hükumet ile Genel Kurmayın muazzam bir uyum içinde çalıştığı büyük bir iftihar tablosu olarak anlatılıp duruyor. Demokratik bir ülkede hükümetle askerin uyum içinde çalışması ne demekse? Demokratik bir ülkede kendisiyle uyum içinde değil emirlerine uymayan bir bürokrat derhal görevinden alınır. Makul ve meşru olanı budur. Hükümet son olarak meclis tatile girmeden önce askeri mahkemelerin görev alanını makul bir alana çekmeyi amaçlayan bir yasayı kabul etmişti. Uzmanlarından dinlediğimiz kadarıyla bu yasadan itibaren asker kişilerde sivil mahkemeler yoluyla yargılanacaklardı. Ama gelin görün ki Genel Kurmay karargahı bütün bu olup bitenlere rağmen resmi internet sitelerinden meşhur 26 haziran apoletli nutkunu kaldırırken askeri savcılık tarafından yeniden soruşturma açıldığını duyuruyordu. Askeri savcılık neden acaba tekrar soruşturma ihtiyacı duymuştu? Nedeni çok basit, zira mızrak çuvala sığmıyor. Sivil savcılar olayı soruşturursa birilerinin gizlemek için çırpındıkları „cunta“cılar deşifre edilip cezalandırılacak ve belki bir daha bu tür yapılanmaların önüne tamamen geçilebilecek bir mekanizma hayata geçirilecek. Genel Kurmay karargahı: 1- Daha önce olayı bilerek isteyerek savsaklamış ve örtbas ederek ilgili albayı bırakın açığa almayı ödüllendirmiştir.2- Ergenekoncu apoletli subaylar karargah adına ziyaret edilmiş...

Devamını Oku

Modernite ve İnsan

Materyalizmin keskin ilkelerinden beslenmekte olan modernite insanın hakikatle arasını ayırarak işe başlamış ve insanı daha dünyada iken „ateş“ dışında her tür yakıtı barındıran bir cehennem kuyusuna yuvarlamıştır. Zira materyalizm insanları, evrende yanlızca bir hakikat olduğuna onunda maddeden ibaret olduğu görüşüne çağırmaktadır. Bununla da yetinmeyen maretyalizm, evrenin bilinçli bir zeka ve mutlak bir irade tarafından var edildiği hakikatini de reddetmektedir. Bu sebeple Sartre, evrenin „Hiç“ liğe ulaşmak için kendi içinde var olan fiziksel ve kimyasal ilişkilerin çeşitli elementlerin bir araya gelerek karıştığı bilinçsiz ve hissiz ahmakın sahip olduğu bir „tımarhane“ gibi olduğunu söyler. Evreni tamamen tesadüf, hiçlik, yokluk ve hissizliğe mahkum eden materyalizm, bu anlamsız ve hedefsiz koca kainat içinde „bilinçlilige“ ulaşabilmiş tek varlığın „insan“ olduğu tezini hararetle savunur. Tabiidir ki böyle bir anlayış insanı, istikametsiz ve anlamsız bir evrende yanlız başına yaşamak zorunda olduğu gerçeğine uyandırmış ve bu sebeple insanda yaşamakta olduğu evrene karşı ciddi bir „yabancılaşma“ baş göstermiştir. Bu görüş nedeniyle insan evren ile uyum ve ahenk içerisinde yaşayabilme yetisini kaybetmiş ve adeta evrene savaş açmaya kalkışmıştır. Varoluş gibi olağanüstü bir yapıyı tamamen anlamsızlık ve tesadüflere mahkum eden bu yapı ilahi bir gücü yok saymak suretiyle „ceza“ ve „mükafat“ gibi olguları da tamamen insanın inhisarına tevdi ederek insanın insan dışında hiç bir sorumluluğu olmadığı sonucuna ulaşmıştır. Böylesi bir anlayış öncelikle insanın varoluştan getirdiği bütün güzel değerleri hele hele de „vicdan“ dediğimiz ulvi değeri kaybetmesine yol açmıştır. İnsan yapısı...

Devamını Oku

Yeni Bir Anayasa, Yine bir Anayasa

Anayasacılık konusunda henüz yüz küsür yıllık bir geçmişe sahip olmakla birlikte, küçücük bir azınlık dışında hemen herkesin müşteki olduğu mevcut anayasamızın 1921 yılından bu yana dördüncü „anayasa“ olduğunu hatırladığımızda durumun vahametini kavramamız kolaylaşacaktır. Yürürlükte olan anayasanın 27 yıl önce „darbe“ ile yönetime el koyanlar tarafından hazırlanıp fiili bir durum yaratılarak –sözümona- milletin onayından geçirilmiştir. Her nasılsa darbecilerin tasvibini kazanarak onaylanan rahmetli Özal, milletin darbecilere inat büyük bir teveccünü celbetmiş ve ülkemizin dış dünya`ya açılabilmesi için olağanüstü bir çaba sarfetmişti. Berlin duvarının yıkılması(3Kasım 1989) ile kominist tehlike bertaraf edilmiş, adına „Yeni Dünya Düzeni“ denilen yapı ile gezegenimiz yeniden şekillendirilmeye başlamıştı. Dünya`daki değişim ve gelişmelere paralel olarak „değişim“ sloganı ile ülkemizi de bu yarışın içine sokmak arzusunda olan Özal mevcut darbe anayasasının Türkiye`ye dar geldiğinin farkına varmıştı. Özgürlük ve hür teşebbüsün önünde büyük bir engel teşkil eden anayasayı değiştirme iradesini; „Anayasayı bir kez delmekle bir şey olmaz“ diyerek dile getirmişti. Ancak buradamızdan baktığımızda öyle olmadığını gördük. Yani, „Bir sınır yoksa hiç sınır yoktur“ vecizesini doğrularcasına o tarihten sonra 1982 anayasası delik-deşik oldu. Oldu olmasına da  25 yıl boyunca yapılan bunca değişikliğe rağmen anayasa ülkemize dar gelmeye devam etti,  ediyor. Neden peki? Nedeni basit: Yapılan değişikliklerin tamamı „zülfiyare“ dokunmayan pansumanvari işlemlerden ibaret kaldı. Velevki, bu darbe anayasasının bütün maddeleri değiştirilmiş olsun yine de sadra şifa olmaktan uzak olacaktır. Zira „darbe“ bu anayasanın ruhuna nüfuz etmiştir. Yapılması gereken insanhakları ve özgürlükleri temel alan...

Devamını Oku

Burjuvazi ve Bilim

Ortaçağ kıta Avrupasında kilisenin desteklediği „feodalite“; toplumun alt yapısını „din“ de üst yapısını oluşturuyordu. Katolik kilisenin baskılarından bunalan Avrupalıların diğer kıtalarla temas etmeleri, doğu ve özellikle de İslam medeniyeti ile yakından temas sağlamalarını kaçınılmaz hale getirmiş ve bu ilişkiler „Feodalizm“ in çöküşünde başat bir rol oynamıştır. Rönesansın zirve yapmasıyla birlikte „la dini“ görüş ve akımlar adeta bütün Avrupayı muhasara etmiştir.   Kilisenin hakimiyetine son vermek üzere la dini akımların yedeğinde konuşlandırılmak üzere kutsal yahudi metinlerinden faydalanılarak tedarik edilen „Protestanlık“ mezhebi daha o zamanlarda katolik kilisesini ağır eleştirilere tabi tutmuş ve Avrupanın başta kilise olmak üzere bütün kurumları ağır bir sarsıntı yaşamıştır. Bu sayede; sanayiye dayalı şehir yaşamı, secüler, entellektüel ve ulusal akımlar, kırsal, münzevi yaşam tarzı ile kilise kurum ve değerlerinin yerini almıştır. Bilimle birlikte neşvü-nema bulan „Pozitivist“ akımlar müessses nizam halinde bulunan feodal aristokrasiyi temelinden sarsmış ve zaman içinde kendisinin geliştirdiği yeni „Burjuva“ sınıfını yapılandırarak feodal ağalar ve arazi sahiplerinin saltanatını devralmıştır. Yeni burjuva sınıfı feodaliteye karşı açmış olduğu amansız savaştan başarı ile çıkmış ve Avrupanın önderliğini ele geçirmiştir. Feodalizmin saltanatına son veren bu yeni burjuva sınıfı kendi egemenliğini; bireysellik, materyalizm, ekonomik ve siyasal liberalizm ilkeleri üzerinden temellendirdi. Burjuva sınıfı, bütün bir insanlığın kendilerine daha kestirme yoldan hizmet edebilmelerini sağlamak için bilim ve felsefenin, din ve ahlakın, sanat ve insanlığın burjuvalaştırılması gerektiği fikrini hararetle savundu. Yeni sınıf burjuvazi; irfan yerine  akıl yürütmeyi, yürek yerine bilek kuvvetini, aşk yerine...

Devamını Oku